Ron Paul - 27.12.2012
Devlete Değil, Kendinize Güvenin
Çok fazla sayıda insan çok uzun bir süredir devlete çok fazla güven ve itimat duymakta ve kendilerine yeterince güvenmemektedir. Neyse ki pek çok kişi son birkaç on yılda yapılan büyük hataların ciddiyetinin farkına varmaya başladı. Yapılan hataların sorumlusu da her iki siyasî partidir. Pek çok Amerikalı artık gerçekleri duymak istemekte ve demagojiye son verilmesini talep etmektedir. Bu ilk adım atılmadan çözüm mümkün değildir.
Gerçeği aramak ve cevapları özgürlük ve kendine güvende bulmak, refahı yeniden tesis etmek için gerekli iyimserliği teşvik eder. Siyaset araya girmezse bu iş o kadar da zor değildir.
Çeşitli nedenlerle böyle bir karmaşanın içine sürüklenmemize izin verdik.
Politikacılar zenginliğin nasıl üretildiği konusunda kendilerini kandırıyorlar. Politikacıların ve bürokratların muhakeme ve kararlarına aşırı güven duyuluyor. Bu da aslında özgür bir topluma duyulan güvenin yerini alıyor. Yüksek makamlarda bulunan çok sayıda kişi, yalnızca kendilerinin keyfî hükümet gücüyle donanarak zenginlik üretimini kolaylaştırırken adaleti sağlayabileceğine kendilerini inandırmışlardır. Ancak bu her zaman ütopik bir hayal olarak kalır ve zenginliği ve özgürlüğü yok eder. İnsanları yoksullaştırır ve sonunda her iki siyasî partiyi de kontrol eden özel çıkar gruplarını ödüllendirir.
O hâlde Washington’da olup bitenlerin çoğunun agresif partizanlık ve güç arayışından kaynaklanması ve felsefî farklılıkların önemsiz kalması hiç de şaşırtıcı değildir.
İktisadî Cehalet
İktisadî cehalet sıradan bir durumdur. Keynesçilik, bugün sağlıklı ve coşkulu itiraz ve reddiyelerle karşı karşıya olmasına rağmen varlığını sürdürmeye ve büyümeye devam etmektedir. Askerî Keynesçiliğe ve yerel Keynesçiliğe inananlar, ekonomi derin bir uykuya ve atalete dalarken, başarısız politikalarını umutsuzca desteklemeye devam etmektedir.
Tüm hükümet kararlarının destekçileri, bu kararları haklı çıkarmak için hümaniter argümanlar kullanmaktadır.
Hümaniter argümanlar her zaman ekonomi, para politikası, dış politika ve kişisel özgürlükle ilgili hükümet emirlerini meşrulaştırmak için kullanılır ve bu, karşı çıkılmasını daha zor hâle getirmek içindir. Ancak, hümaniter nedenlerle şiddet başlatmak yine de şiddettir. İyi niyet mazeret değildir ve insanların kötü niyetle güç kullanması kadar zararlıdır. Sonuçlar her zaman olumsuzdur.
Gücün ahlâk dışı kullanımı insanoğlunun siyasî sorunlarının kaynağıdır. Ne yazık ki birçok dinî grup, seküler örgüt ve psikopat otoriterler dünyayı değiştirmek için devlet tarafından başlatılan güç ve şiddet kullanımını desteklemektedir. Arzu edilen hedefler iyi niyetli olsa bile -ya da özellikle iyi niyetli olduğunda- sonuçlar iç karartıcıdır. Aranılan iyi sonuçlar hiçbir zaman gerçekleşmez. Yaratılan yeni sorunlar, çözüm olarak daha da fazla devlet gücü gerektirir. Net sonuç, devlet tarafından başlatılan şiddetin kurumsallaştırılması ve hümaniter gerekçelerle ahlâken meşrulaştırılmasıdır.
Bu, devletimizin istediği zaman başka ülkeleri işgal etmek, ülke içinde merkezî iktisadî planlama yapmak ve vatandaşlarımızın kişisel özgürlük ve alışkanlıklarını düzenlemek için güç kullanmasıyla aynı temel nedendir.
Oldukça gariptir ki suç işleyecek bir zihne sahip olmadıkça ve diğer insanlara ve mülklerine saygı duymadıkça, hiç kimse komşusunun evine girip ona nasıl davranacağını, ne yiyip içebileceğini ya da parasını nasıl harcayacağını söylemenin meşru veya doğru bir hareket olduğunu iddia etmez.
Ancak, rozeti ve silahı olan bir yabancının kanun ve düzen adına aynı şeyi yapmasının ahlâken neden kabul edilebilir olduğu nadiren sorulur. Her türlü direniş ise kaba kuvvet, para cezaları, vergiler, tutuklamalar ve hatta hapis cezaları ile karşılanmaktadır. Bu, uygun bir arama emri olmaksızın her geçen gün daha sık yapılmaktadır.
Şiddeti Başlatmak Devletin Tekelinde Olamaz
Saldırgan davranışları dizginlemek normal bir şeydir, ancak saldırganlığı başlatmak için bir devlet tekelini yasallaştırmak sadece kaos, öfke ve sivil toplumun çöküşüyle ilişkili olarak özgürlüğün tükenmesine yol açabilir. Böyle bir yetkiye izin vermek ve bürokratlar ile siyasetçilerden aziz gibi erdemli davranmalarını beklemek boş bir hayaldir. Şu anda TSA (ABD Ulaştırma Güvenlik İdaresi), CIA (Merkezî Haber Alma Teşkilatı), FBI (Federal Soruşturma Bürosu), Fish and Wildlife (ABD Balık ve Vahşi Yaşam Servisi), FEMA (Federal Acil Durum Yönetim Kurumu), IRS (Federal Vergi Dairesi), Corp of Engineers (İstihkam Teşkilatı) gibi kurumlarda sayıları 100.000’i aşmış silahlı bürokratlardan oluşan daimî bir ordumuz var. Bu durumda vatandaşlar, anayasaya aykırı idari mahkemelerde suçsuz oldukları kanıtlanana kadar suçlu konumundadırlar.
Özgür bir toplumda devletin sosyal faaliyetlere ya da bireylerin iktisadî ilişkilerine karışma yetkisi olmamalıdır. Devlet diğer ulusların işlerine de karışmamalıdır. Barışçıl olan her şeye, tartışmalı olsa dahi, izin verilmelidir.
Tıpkı ifade özgürlüğü ve inanç özgürlüğü alanlarında olduğu gibi iktisadî faaliyetlerde de tedbir kavramını reddetmeliyiz. Ancak bu alanlarda bile devlet, ifade ve konuşmayı düzenlemek için tehlikeli bir eğilim olan politik doğruculuğun sinsi uygulama ve yaklaşımlarını kullanmaya başlamıştır. 11 Eylül’den bu yana internette konuşmanın izlenmesi artık bir sorun teşkil etmektedir zira artık arama izni dahi gerekmemektedir.
Federal Suç Yasalarının Hızla Artması
Anayasada dört federal suç belirlenmiştir. Bugün uzmanlar kitaplarda kaç federal suç olduğu konusunda bile anlaşamıyorlar -sayıları binlerle ifade ediliyor. Hiç kimse hukuk sisteminin, özellikle de vergi kanununun ulaştığı devasa boyutları kavrayamaz. Akılsızca yürütülen uyuşturucu savaşı ve ceza kanununun sonu gelmeyen federal genişlemesi nedeniyle, Sovyetlerin sahip olduğundan ve bugün Çin de dâhil olmak üzere diğer tüm ulusların sahip olduğundan daha fazla sayıda, 6 milyondan fazla insanımız cezaevinde bulunuyor. Kongre’nin kayıtsızlığını ve daha fazla Federal yasa çıkarma takıntısını sürdürme isteğini anlayamıyorum. Uyuşturucu yasalarıyla bağlantılı tutukluluk yasaları hapishane sorunlarımızı daha da derinleştirdi.
Federal sicil şu anda 75.000 sayfa uzunluğunda ve vergi kanunu 72.000 sayfadan oluşuyor ve her yıl genişliyor. İnsanlar ne zaman “yeter artık” diye bağırmaya başlayacak ve Kongre’nin bu işe son vermesini talep edecek?
Özgürlüğe Ulaşmak
Özgürlük ancak devletin saldırgan güç kullanımına izin verilmediğinde elde edilebilir. Özgürlük isteniyorsa, kusursuz bir hükümet türüne ihtiyaç vardır. Bunu başarmak için lafta kalmaktan daha fazlası gereklidir.
İki seçenek mevcuttur:
Tek amacı doğal bir hak olan özgürlüğü korumak üzere tasarlanmış bir hükümet. Bu hükümette halkın kendi başının çaresine bakması ve bir başkasının özgürlüğüne müdahale etmek için herhangi bir güç kullanımını reddetmesi beklenir. Hükümete sözleşmeleri uygulama, mülk sahipliğini koruma, anlaşmazlıkları çözme ve yabancı saldırılara karşı savunma gibi son derece sınırlı yetkiler verilir.
Özgürlüğü koruyormuş gibi yapan ancak halk ve yabancı uluslar üzerinde keyfî olarak güç kullanma yetkisine sahip bir hükümet. Bu hükümet, çoğu zaman küçük ve sınırlı bir yetkiyle donatılmış olsa da, kaçınılmaz surette metastaz geçirerek her şeye gücü yeten bir siyasî kansere dönüşür. Bu, dünyanın çağlar boyunca muzdarip olduğu bir sorundur. Her ne kadar sınırlı olması amaçlansa da, bu yetki, tiranlık heveslilerinin karşı konulmaz bulduğu bir ilkenin %100 feda edilmesidir. Aşamalı ve sinsice olsa da hararetle kullanılır. Hükümet yetkililerine güç vermek her zaman şu atasözünü kanıtlar: “Güç yozlaştırır.”
Hükümet, insanların alışkanlıklarını şekillendirmek ve ekonomiyi planlamak için güç kullanımı konusunda sınırlı bir imtiyaz elde ettiğinde, zalim bir yönetime doğru sürekli bir ilerlemeye neden olur. Sadece devrimci bir ruh, süreci tersine çevirebilir ve hükümetin bu keyfî saldırganlık kullanımını reddedebilir. İkisi arasında bir yol yoktur. Hayalî bir güvenlik için özgürlükten biraz fedakârlık etmenin sonu her zaman kötü biter.
Bugünkü karmaşa, Kurucu Babaların bize birinci seçeneği sunmaya çalışmasına rağmen Amerikalıların ikinci seçeneği kabul etmelerinin bir sonucudur.
Sonuç hiç de iyi olmamıştır. Özgürlüklerimiz erozyona uğradıkça zenginliğimiz de tüketilmiştir. Bugün gördüğümüz zenginlik, borca ve yabancıların mal ve hizmetler için dolarlarımızı alma konusundaki aptalca istekliliğine dayanıyor. Daha sonra borç sistemimizi devam ettirmek için bunları bize geri ödünç veriyorlar. Bu sistemin bu kadar uzun süre işlemiş olması şaşırtıcı ancak Washington’da sorunlarımızı çözme konusunda yaşanan çıkmaz, pek çok kişinin dünya çapındaki borç krizinin ciddiyetini ve karşı karşıya olduğumuz tehlikeleri anlamaya başladığını gösteriyor. Bu süreç ne kadar uzun sürerse sonuç da o kadar sert olacaktır.
Finansal Kriz Ahlâkî Bir Krizdir
Artık pek çok kişi finansal bir krizin yaklaşmakta olduğunu kabul ediyor ancak çok azı bunun gerçekte ahlâkî bir kriz olduğunu anlıyor. Bu ahlâkî kriz, özgürlüklerimizin baltalanmasına ve yasadışı hükümet gücünün katlanarak büyümesine izin veren bir krizdir. Krizin doğası net bir şekilde anlaşılmadan, tiranlığa ve ona eşlik edecek yoksulluğa doğru istikrarlı bir yürüyüşü önlemek zor olacaktır.
Nihayetinde halk hangi hükümet biçimini istediğine karar vermelidir; birinci seçenek mi yoksa ikinci seçenek mi? Başka bir seçenek yoktur. “Küçük” bir tiranlık seçeneği olduğunu iddia etmek, hamileliği “hafif bir hamilelik deneyimi” olarak tanımlamak gibidir (hamilelik hiçbir koşulda hafif bir deneyim değildir). Serbest piyasalar ile hükümetin merkezî iktisadî planlamasının bir karışımının makul bir uzlaşma olduğuna inanmak tam bir safsatadır. Bugün yaşananlar da bu tür bir düşüncenin sonucudur. Ve sonuçlar kendi adına konuşmaktadır.
Bir Şiddet Kültürü
Amerika şu anda bir şiddet kültüründen muzdariptir. Komşumuza karşı şiddet başlatmayı reddetmek kolaydır, ancak insanların keyfî ve sınırsız bir şekilde hükümet yetkililerine Amerikan halkına karşı -pratikte istedikleri zaman- şiddet başlatma yetkisi vermeleri ironiktir.
Gücü kullanan hükümet olduğu için çoğu insan bunu meşru kabul etmektedir. Güç kullananlar hiçbir suçluluk duygusuna sahip değildir. Pek çok kişi devletlerin sözüm ona “iyilik yapmak” için güç kullanmakta ahlâkî açıdan haklı olduğuna ve yanlış bir şekilde bu yetkinin “halkın rızasından” geldiğine inanıyor. Azınlıklar ya da hükümet şiddetinin kurbanları, çoğunluk tarafından dikte edilse bile, hükümet emirlerinin istismarına maruz kalmaya asla rıza göstermemiştir. TSA tarafından yapılan tacizlerin kurbanları da bu hak ihlallerine asla rıza göstermemiştir.
Bu tutum bize “iyilik adına” savaş başlatma politikasını da sağlamıştır. Asil amaçlar uğruna savaşı önlemek için savaşın haklı olduğu iddia edilmektedir. Bu, bir zamanlar bize söylenen şeye,”Bir köyü kurtarmak için bir köyü yok etmenin” haklı görülmesine benzemektedir. Bir ABD Dışişleri Bakanı, 1990’larda Amerikan bombaları ve yaptırımları sonucunda çoğu çocuk 500.000 Iraklının hayatını kaybetmesinin, Irak halkına yaptığımız “iyilik” için “buna değer” olduğunu söylemişti. Ancak bugün Irak’ın içinde bulunduğu duruma bir bakın.
Devletin yurtiçinde ve yurtdışında sosyal ve iktisadî davranışları şekillendirmek için güç kullanması, bireylerin kendi şartlarına göre güç kullanmasını meşrulaştırmıştır. Hükümetin uyguladığı şiddetin ahlâkî açıdan haklı görülmesi, büyük mali krizin siyasî bir krize dönüşmesi sonucunda şiddetin artmasının da nedenidir.
Önce bireylerin şiddete başvurmaması gerektiğini kabul ediyoruz, ancak sonrasında bu yetkiyi devlete veriyoruz. Sonunda, işler kötü gittiğinde devletin ahlâka aykırı şiddet kullanımı, bireyin aynı şeyi yapma “hakkını” meşrulaştırmak için kullanılacaktır. Ne devlet ne de bireyler bir başkasına karşı şiddet uygulamaya dair ahlâkî bir hakka sahip değildir, ancak her ikisinin de bu yetkiyi talep edeceği güne doğru ilerliyoruz. Bu döngü tersine çevrilmezse toplum çökecektir.
İhtiyaçlar arttığında, koşullar kötüleşir ve haklar çoğunluğun taleplerine ve kaprislerine tâbi olmaya başlar. Bu durumda bireylerin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri şeyleri elde etmek için şiddet kullanmaları çok da abartılı olmayacaktır. Ekonomi kötüleştikçe ve hâlihazırda olduğu gibi servet dağılımındaki uçurum arttıkça, ihtiyaç sahipleri kendilerine ait olduğuna inandıkları şeyleri elde etmek için şiddete başvurmaya başlarlar. Hükümetin kurtarma programını da beklemeyeceklerdir.
Hükümet yetkilileri, ortalama vatandaş için feci sonuçlar doğursa bile, özel çıkarları kurtarmak için başkaları üzerinde güç kullandıklarında, verdikleri zarardan dolayı suçluluk hissetmezler. Bizi ilan edilmemiş savaşlara sokup çok sayıda can kaybına yol açanlar, verdikleri kötü kararların yol açtığı ölüm ve yıkım karşısında asla uykularından olmazlar. Yaptıklarının ahlâkî açıdan meşru olduğuna ve pek çok kişinin acı çekmesine engel olunamayacağına inanırlar.
Sokak serserileri de aynı şeyi yaptıklarında, onlar da pişmanlık duymazlar, sadece kendilerinin hakkı olanı aldıklarına inanırlar. Tüm ahlâkî kriterler göreceli hâle gelir. İster finansal kurtarma paketleri, ister imtiyazlar, ister devlet sübvansiyonları, isterse de para biriminin enflasyonundan bazıları için sağlanan faydalar olsun, bunların hepsi servetin zorla yeniden dağıtılması felsefesiyle meşrulaştırılan bir sürecin parçasıdır. Şiddet ya da şiddet tehdidi tüm bunlar için gerekli olan araçtır ve ne yazık ki bu durum Kongre üyelerinin çoğunu da pek ilgilendirmemektedir.
Bazıları ihtiyaç sahiplerinin kollanmasının sadece bir “adalet” meselesi olduğunu savunuyor. Bununla ilgili iki sorun vardır. Birincisi, bu prensip zenginlere fakirlerden daha fazla fayda sağlamak için kullanılıyor. İkincisi, hiç kimse bu yardımların bedelini ödeyecek olanlar için bu yöntemin âdil olup olmadığı konusunda şüphe veya endişe duymuyor. Maliyetler genellikle orta sınıfın sırtına yükleniyor ve halkın gözünden gizlenmiş oluyor. Çok sayıda insan devlet yardımlarının havadan para basmak gibi bedava olduğuna ve hiçbir maliyeti olmadığına inanıyor. Ancak bu aldatmaca sona ermek üzere. Faturaların vadesi geliyor ve ekonomik durgunluk tam da bununla ilgili.
Ne yazık ki hükümetin gayrimeşru güç kullanımıyla yaşamaya alıştık. Devlet insanlara nasıl yaşayacaklarını, ne yiyip içeceklerini, ne okuyacaklarını ve paralarını nasıl harcayacaklarını söyleyen bir araç hâline geldi.
Gerçekten özgür bir toplum geliştirmek için, güce başvurma meselesi iyi kavranmalı ve reddedilmelidir. Devlete az miktarda bile olsa güç kullanma yetkisi vermek tehlikeli bir tavizdir.
O yetki 2020 de verildi maalesef