Murray N. Rothbard - 01.01.1974
Artık Yeni Sol’un daha önceki gevşek, esnek, ideolojik olmayan duruşunu terk etmesiyle, Yeni Solcular tarafından şu iki ideoloji yol gösterici teorik pozisyonlar olarak benimsenmiştir: Marksizm-Stalinizm ve Anarko-komünizm. Marksizm-Stalinizm maalesef Demokratik Toplumcu Öğrenciler’i (Students for a Democratic Society; SDS) fethetmiştir, ancak Anarko-komünizm, Stalinist yolu simgeleyen bürokratik ve devletçi tiranlıktan bir çıkış yolu arayan birçok solcuyu da kendine çekmiştir. Ve bu tür eylemlerde metot, inisiyatif ve müttefik arayışında olan birçok liberteryen, görünüşte gönüllülük yolunu yücelten ve baskıcı Devlet’in ortadan kaldırılmasını isteyen bir anarşist öğreti tarafından cezbedilmiştir. Ancak, belirli taktik eylemler için müttefik arayışında kişinin, kendi ilkelerini terk etmesi ve gözden kaçırması vahim bir kaçınılmazlıktır. Anarko-komünizm, hem orijinal Bakunin-Kropotkin metot biçimiyle hem de mevcut irrasyonalist ve “kıtlık sonrası toplum” perspektifi çeşidiyle asıl liberteryen ilkeden apayrı kutuplarda konumlanmıştır.
Örneğin, Anarko-komünizmin Devlet’ten daha çok nefret ettiği ve sövdüğü bir şey varsa o da özel mülkiyet haklarıdır; aslında, Anarko-komünistlerin Devlet’e karşı çıkmalarının başlıca nedeni, yanlış bir şekilde onun özel mülkiyetin yaratıcısı ve koruyucusu olduğuna inanmaları ve dolayısıyla mülkiyeti ortadan kaldırmanın tek yolunun Devlet aygıtını yıkmak olduğuna inanmalarıdır. Devlet’in, her zaman en büyük düşman ve özel mülkiyet haklarının istila faili ihlalcisi olduğunu anlayamazlar. Dahası, hepsi birbirinin doğal sonucu olan serbest piyasayı, kâr-zarar ekonomisini, özel mülkiyeti ve materyal bolluğunu küçümseyen ve bunlardan nefret eden Anarko-komünistler, anarşizmi yanlış bir şekilde komünal yaşamla, kabile paylaşımıyla ve hızlıca gelişip yayılmakta olan uyuşturucu-rock temelli “gençlik kültürümüzün” diğer yönleriyle özdeşleştirirler.
Anarko-komünizm hakkında söylenebilecek tek iyi şey, Stalinizm’in aksine onun komünizm biçiminin, güya, gönüllü olacağıdır. Zannedersem hiç kimse komünlere katılmaya zorlanmayacak ve bireysel olarak yaşamaya ve piyasa faaliyetlerine katılmaya devam edenler rahatsız edilmeyecekti. Acaba gerçekten öyle mi yaparlardı? Anarko-komünistler, önerdikleri geleceğin anarşist toplumunun ana hatları hakkında her zaman aşırı derecede muğlak ve bulanık olmuşlardır. Birçoğu, Anarko-komünist devrimin tüm özel mülkiyeti zapt etmek ve ortadan kaldırmak suretiyle herkesi, sahip oldukları mülke olan psikolojik bağlılıklarından vazgeçirmek zorunda olduğu yönündeki derinden anti-liberteryen doktrini öne sürüyorlar. Ayrıca, 1930’lardaki İç Savaşı sırasında İspanyol Anarşistler (Bakunin-Kropotkin tipi Anarko-komünistler) İspanya’nın büyük kesimlerini ele geçirdiklerinde, kendi bölgelerindeki tüm paralara el koyup imha ettikleri ve derhâl para kullanımı için ölüm cezasına karar verdikleri gerçeğini unutmak mümkün değildir. Bunların hiçbiri Anarko-komünizmin iyilik ve gönüllülükten yana niyetlerine dair güveni güçlendirmiyor.
Diğer tüm gerekçelerle Anarko-komünizm, ancak zararlılıkla saçmalık arasında değişkenlik gösterir. Felsefî olarak, bu öğreti bireysellik ve akla karşı topyekûn bir saldırıdır. Bireyin özel mülkiyet arzusu, kendini geliştirme, uzmanlaşma, kâr ve gelir olanakları biriktirme dürtüsü, komünizmin tüm dalları tarafından hakir görülüp yerilir. Bunun yerine, herkesin komünler hâlinde yaşaması, tüm yetersiz mal varlığını yoldaşlarıyla paylaşması ve her birinin komünal kardeşlerinden daha iyi bir konuma geçmemeye dikkat etmesi gerektiği şart koşulur. Zorunlu veya gönüllü tüm komünizm biçimlerinin temelinde, bireysel başarı ve mükemmelliğe karşı derin bir nefret, bazı insanların diğerleri üzerindeki doğal veya entelektüel üstünlüğünün inkârı ve her bireyi komünal bir karınca kolonisi ferdi düzeyine indirme arzusu yatar. Sahte bir “hümanizm” adına irrasyonel ve derinden insan karşıtı bir eşitlikçilik, her bireyin münhasır ve kıymetli insanlığını soymaktır.
Üstelik Anarko-komünizm, mantığı ve bunun doğal sonuçları olan uzun vadeli amacı, öngörüyü, sıkı çalışmayı ve bireysel başarıyı hor görür; bunun yerine irrasyonel duyguları, kuruntuları ve kaprisleri yüceltir ki tüm bunlar “özgürlük” adınadır. Anarko-komünistin “özgürlüğü”nün, asıl liberteryene özgü olan bireyler arasındaki müdahaleci istilayı ve tacizi reddediş hâli ile hiçbir ilgisi yoktur; bunun yerine söz konusu özgürlük, mantıksızlığa, sorgulanmamış kuruntulara ve çocukça kaprislere kölelik anlamına gelen bir “özgürlük”tür. Toplumsal ve felsefî olarak, Anarko-komünizm bir talihsizliktir.
Ekonomik açıdan, Anarko-komünizm bir saçmalıktır. Anarko-komünist, parayı, fiyatları ve istihdamı ortadan kaldırmaya çalışır ve modern bir ekonomiyi bazı merkezî veri bankalarında yalnızca “ihtiyaçların” otomatik olarak kaydedilmesiyle yürütmeyi önerir. Ekonomiye dair en ufak bir idrake sahip olan hiç kimse bu teoriyle bir saniye bile uğraşmaz. Elli yıl önce, Ludwig von Mises planlı, parasız bir ekonominin en primitif yaşam düzeyi haricinde faaliyet gösteremeyeceğini ortaya çıkardı. Yani tüm kıt kaynaklarımızın -emek, toprak ve sermaye malları- tüketicilerin en çok arzuladıkları ve en yüksek verimlilikle çalışabilecekleri alanlara ve bölgelere rasyonel tahsisadı için cari fiyatların vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Sosyalistler, Mises’in meydan okumasının doğruluğunu kabul ettiler ve sosyalist planlı bir ekonomi bağlamında rasyonel bir piyasa-fiyat sistemine sahip olmanın bir yolunu bulmak için boşuna yola koyuldular.
Ruslar, Bolşevik Devrimi’nin hemen ardından, “Savaş Komünizmi”nde komünist parasız ekonomiden yana bir yaklaşım denedikten sonra, Rus ekonomisinin felakete doğru gittiğini görünce dehşet içinde tepki gösterdiler. Stalin bile onu asla yeniden canlandırmaya çalışmadı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Doğu Avrupa ülkelerinde bu komünist idealin tamamen terk edildiği ve serbest pazarların, serbest fiyat sisteminin, kâr-zarar testlerinin ve tüketici bolluğunun hızla yükseldiği bir hareket görüldü. Komünist ülkelerde komünizmden, sosyalizmden ve merkezî planlamadan serbest piyasalara doğru kaçışa önderlik edenlerin tam da ekonomistler olması tesadüf değildir. Bununla birlikte, uzmanlaşma gerektiren bir disiplin olan ve çoğu insanın “kasvetli bir bilim” olarak gördüğü ekonomiye dair bilgisiz olmak da suç değildir. Ancak bu cehalet seviyesinde kalıp da ekonomik konularda gürültülü ve yaygaracı bir görüşe sahip olmak tamamen sorumsuzluktur. Oysa bu tür saldırgan cehalet, Anarko-komünizm öğretisinin doğasında vardır.
Aynı yorum, birçok Yeni Solcu ile Anarko-komünistlerin tamamı tarafından benimsenen, artık ekonomi veya üretim konusunda endişelenmeye gerek olmadığına, çünkü bu tür sorunların ortaya çıkmayacağı sözde bir “kıtlık sonrası” dünyada yaşadığımıza dair yaygın inanç için de yapılabilir. Ancak kıtlık durumumuz mağara adamınınkinden açıkça üstün olsa da hâlâ yaygın ve her zaman hissedilen bir ekonomik kıtlık dünyasında yaşıyoruz. Dünyanın “kıtlık sonrası”na ulaştığını nasıl bileceğiz? Basitçe, isteyebileceğimiz tüm mal ve hizmetler gereğinden çok daha fazla bollaştığında ve dolayısıyla fiyatları sıfıra düştüğünde; yani, tüm mal ve hizmetleri bir Cennet Bahçesi’ndeki gibi çaba harcamadan, çalışmadan, hiçbir kıt kaynak kullanmadan elde edebileceğimiz zaman.
Anarko-komünizmin anti-rasyonel ruhu, yeni “karşı-kültür” gurularından biri olan Norman O. Brown tarafından şöyle ifade edilmişti:
Büyük iktisatçı Ludwig von Mises, sosyalizmin mübadeleyi ortadan kaldırmasıyla ekonomik hesaplamayı ve dolayısıyla ekonominin akla yatkınlığını imkânsız hâle getirdiğini göstererek sosyalizmi çürütmeye çalıştı... …Lakin, Mises haklıysa da keşfettiği şey sosyalizmin ispatlı reddiyesi değil, psikanalitik bir gerekçelendirmesidir. Sosyalist iktisatçıların Mises’in argümanlarına verdikleri yanıtın, sosyalizmin “rasyonel ekonomik hesaplama” ile bağdaşmaz olmadığını, yani insanlık dışı bir idareli kullanım ilkesini sürdürebildiğini göstermeye çalışması çağdaş entelektüel yaşamın üzücü ironilerinden biridir.¹
“Özgürlük” ve kaprisli kuruntular adına rasyonalite ve ekonominin terk edilmesinin, modern üretim ve uygarlığın rafa kaldırılmasına ve bizi barbarlığa geri döndürmesine yol açacağı gerçeği, Anarko-komünistlerimizi ve yeni “karşı-kültürün” diğer savunucularını korkutmaz. Ancak fark etmedikleri şey, ilkelliğe bu dönüşün sonucunun neredeyse tüm insanlık için açlık ve ölüm, kalanlar için ise darlık ve yokluk içinde bir geçim mücadelesi olacağıdır. Eğer istedikleri gibi olursa, açlıktan ölürken neşeli ve “ezilmemiş” olmanın gerçekten zahmetli olduğunu göreceklerdir.
Bütün bunlar bizi büyük İspanyol filozof Ortega y Gasset’in bilgeliğine getiriyor:
Yiyecek kıtlığının yol açtığı kargaşalarda, kalabalık ekmek aramaya çıkar ve kullandığı araçlar genellikle fırınları harap etmektir. Bu tutum ancak, bugünün kitleleri tarafından hayata tutunmalarına imkân veren medeniyete karşı daha büyük ve daha karmaşık bir ölçekte benimsenen tutumun bir sembolü olarak hizmet edebilir… Medeniyet “hemen şuracıkta belirmiş” değildir, kendi kendine hayata tutunmuş değildir. Yapaydır… Eğer medeniyetin avantajlarından yararlanmak istiyorsanız, fakat medeniyetin sürdürülmesine destek olmaya hazır değilseniz, hâliniz haraptır. Bir çırpıda kendinizi medeniyetten mahrum kalmış bulursunuz. Sadece bir ayağın kaymasıyla bir bakmışsınız, her şey toz duman. İlkel orman, en doğal hâliyle, sanki saf Doğa’yı örten perdeler geri çekilmiş gibi görünür. Orman her zaman ilkeldir ve bunun tersi de geçerlidir, ilkel olan her şey salt balta girmemiş ormandır.²
Dipnotlar:
1. Norman O. Brown, Life Against Death, New York: Random House, Ciltsiz Versiyon, 1959, sayfalar 238-239
2. José Ortega y Gasset, The Revolt of the Masses, New York: W.W. Norton, 1932, sayfa 97
Comments