top of page

Avusturo-Liberteryen Bir Yeniden İnşa

Hans-Hermann Hoppe - 05.03.2015


Bu kitapta yer alan çalışmalar, insanlık tarihinin en önemli üç olayını açıklamayı amaçlamaktadır.


İlk olarak, yaklaşık 11.000 yıl önce Yakın Doğu’nun Bereketli Hilal’inde (Mezopotamya ve Doğu Akdeniz kıyılarından oluşan coğrafi bölge) Neolitik Devrim ile başlayan ve o zamandan bu yana (19. yüzyılın sonlarına kadar) her yerde insan yaşamını şekillendiren ve iz bırakan tarım ve tarımsal yaşamın kurumsal temelleri olarak özel mülkiyetin, özellikle de toprağın, ailenin ve aile hane halkının kökenini açıklıyorum.


İkinci olarak, sadece 200 yıl kadar önce, 1800 yılı dolaylarında İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nin kökenini açıklıyorum. O zamana kadar ve binlerce yıl boyunca insanlık Malthusçu koşullar altında yaşamıştı. Nüfus artışı sürekli olarak mevcut geçim kaynaklarına yönelik tehdit ve saldırılarda bulunuyordu. Her verimlilik artışı, genişleyen nüfus tarafından hızla “tüketiliyordu”, öyle ki nüfusun ezici çoğunluğu için reel gelirler sürekli olarak geçimlik seviyeye yakın düzeyde kalıyordu. İnsanoğlu ancak yaklaşık iki asırdır nüfus artışını kişi başına düşen gelir artışı ile paralel bir şekilde sürdürebilmektedir.


Üçüncü olarak da nihai karar verme yetkisine sahip bölgesel bir tekel, yani bir bölgede yaşayanları vergilendirme ve yasama yetkisine sahip bir kurum olarak Devlet’in paralel kökenini ve gelişimini ve 20. yüzyıl boyunca ön plana çıktığı üzere, “mutlak” krallara sahip monarşik bir Devlet’ten “mutlak” halkı olan demokratik bir Devlet’e dönüşümünü açıklıyorum.


Bu bir giriş olarak yeterli olsa ve okuyucu doğrudan sonraki bölümlere geçebilse de, felsefeye eğilimli okuyucu için birkaç ek açıklama gerekli olabilir.


20. yüzyılın başlarına kadar, az sonra bahsedilecek olanlar sosyolojik çalışmalar olarak sınıflandırılırdı. Ancak 20. yüzyıl boyunca ampirist-pozitivist-yanlışlamacı felsefenin yükselişi ve giderek artan baskın etkisiyle birlikte, sosyoloji terimi bu dönemde çok farklı bir anlam kazandı. Ampirist felsefeye göre, normatif sorular -adalet, “doğru” ve “yanlış” soruları- bilimsel sorular değildir ve sonuç olarak modern, “bilimsel” sosyolojinin çoğu, dogmatik olarak etik görececiliğin (“her şey herkes için değişebilir”) bir çeşidine bağlıdır. Ve ampirist felsefe, hipotetik olmayan, yanlışlanamayan veya sentetik a priori yasaların ve hakikatlerin varlığını kategorik olarak dışlar ve dolayısıyla modern sosyoloji de dogmatik olarak ampirik görececiliğin bir çeşidine (“her şey mümkündür”, “hiçbir şeyden asla emin olamazsınız” ve “hiçbir şey baştan reddedilemez veya göz ardı edilemez”) bağlıdır.


Benim çalışmalarım “iyi bir ampirist”in olmaması gereken her şeydir ve “iyi bir ampirist”in yapmaması gereken her şeyi yapar; çünkü ben ampirist-pozitivist felsefeyi yanlış ve bilim dışı buluyorum ve özellikle sosyal bilimler üzerindeki etkisini tam anlamıyla bir entelektüel felaket olarak görüyorum.


Etiğin bir bilim olmadığı, evrensel adalet ilkelerinin bulunmadığı ve ahlâkî ilerleme ile gerilemeyi birbirinden ayıracak “doğru” (keyfî olmayan) bir ölçütün olmadığı kanıtlanabilir bir şekilde yanlıştır. Aynı şekilde, insan eylem ve etkileşiminin evrensel ve değişmez yasalarının, yani insan ilişkilerinde neyin mümkün olup neyin olamayacağına ve neyin başarılı bir şekilde yapılıp neyin yapılamayacağına dair yasaların bulunmadığı ve ayrıca eylemleri belirli bir sorun ya da amaca yönelik doğru ve başarılı ya da yanlış ve hatalı çözümler olarak değerlendirmek için keyfî olmayan bir ölçütün bulunmadığı açıkça yanlıştır.


“Pozitif” olan ikinci iddiaya bakacak olursak, bu iddia Klasik İktisat’ın tamamı ile çelişmektedir. “Marjinalist Devrim” sırasında, özellikle de Carl Menger (1840-1921) tarafından Principles of Economics (İktisadın Prensipleri; 1871) ile kurulan ve Ludwig von Mises’in (1881-1973) Human Action (İnsan Eylemi; 1940) adlı eşsiz eseriyle doruğa ulaşan Viyana kolu tarafından yeniden inşa edilen, rafine edilen ve daha da geliştirilen Klasik İktisat ve o zamandan beri Avusturya İktisat Ekolü olarak bilinen şey, insan eyleminin hipotetik olarak doğru olmayan yasalarının, praksiyolojinin -eylem mantığı- ve praksiyolojik yasaların büyük, kapsamlı bir sistemi için entelektüel malzeme sağlar.


Tarihsel olayların herhangi bir açıklaması praksiyolojiyi -özellikle de Ludwig von Mises’i- hesaba katmalıdır ve çalışmalarında yeterince ampirik olmayanlar da “ampiristler”dir. Sosyal dünyaya dair gözlemlerinin altında yatan praksiyolojik değişmezleri ve sabitleri inkâr ederek ya da görmezden gelerek, ağaçlar nedeniyle ormanı görmekte başarısız olmaktadırlar, diğer bir deyişle de ayrıntılar içinde kaybolup büyük resmi görememektedirler.


“Normatif” nitelikteki ilk iddiaya gelindiğinde ise, bu iddia, kıt kaynaklara ilişkin süregelen bireyler arası çatışmalara yanıt olarak ortaya çıkan özel hukukun, özellikle de mülkiyet ve sözleşme hukukunun bütünü tarafından yanlışlanarak geçersiz kılınmaktadır. Stoacıların eski “doğal hukuk” geleneğinden, Roma hukukuna, Skolastik hukuka ve en sonunda modern, seküler “doğal haklar” geleneğine geçişle birlikte, herhangi bir etik görececiyi utandıracak bir hukuk ve hukuk meselelerine ilişkin bilimsel literatür 19. yüzyıla gelindiğinde ortaya koyulmuştur.


Uzun süre pozitivist hukuk zırvalarının altında gömülü kalan bu gelenek, günümüzde özellikle Murray N. Rothbard (1926-1995) tarafından kurtarılmış, diriltilmiş, rafine edilmiş ve titizlikle yeniden inşa edilmiştir; özellikle de The Ethics of Liberty (Özgürlüğün Etiği; 1981) adlı eserinde, şimdiye kadarki en kapsamlı doğal hukuk sistemine ve liberteryenizmin siyaset felsefesine dönüştürülmüştür. Tarihsel olayların ve gelişmelerin bilim mertebesine ulaşmayı hedefleyen, yani keyfî bir beğeni ifadesinden daha fazlası olduğunu iddia eden herhangi bir normatif değerlendirme, liberteryenizmi ve özellikle de Murray Rothbard’ı dikkate almalıdır.


Bu nedenle, insanlık tarihi çalışmalarıma rehberlik eden metodu belirtmek için, küçük kitabımın alt başlığını şöyle belirledim: Avusturo-Liberteryen Bir Yeniden İnşa.


İnsanlık tarihinde açıklamak istediğim olaylar zorunlu ve önceden belirlenmiş değil, olumsal ampirik olaylardır ve bu nedenle çalışmalarım iktisadî ya da liberteryen teori alanındaki bir zihin jimnastiği değildir. Tarihi, gerçekten olduğu gibi anlatmak ve bilinen tüm gerçekleri dikkate almak gerekir. Bu bağlamda, herhangi bir özgünlük iddiasında bulunmuyorum. Bilinmeyen herhangi bir olguyu ortaya çıkarmıyor ya da yerleşik bulgulara itiraz etmiyorum. Başkalarının bilinen gerçekler olarak ortaya koyduklarına güveniyorum. Ancak gerçekler ve olayların kronolojisi kendi açıklamalarını veya yorumlarını içermez. Bu kitaptaki çalışmalarımı diğerlerinden ayıran şey, insanlık tarihini Avusturo-liberteryenizmin kavramsal bakış açısıyla, yani praksiyoloji (iktisat) ve liberteryenizmin (etik) arka plan bilgisiyle açıklamaları ve yorumlamalarıdır. Bu çalışmalar, praksiyoloji ve etik yasalarının hipotetik ya da aprioristik olmayan karakterinin ve bu yasaların, belirli bir tarihsel veri setinin akla gelebilecek tüm açıklama ve yorumlarından hangisinin mümkün ve muhtemelen (hipotetik olarak) doğru kabul edilebileceği (ve dolayısıyla bilimsel olarak kabul edilebilir olacağı) ve hangilerinin imkânsız ve muhakkak doğru olarak reddedilebileceği ve reddedilmesi gerektiği konusunda katı mantıksal sınırlamalar getirdiği gerçeğinin bilincinde olarak yürütülmektedir. O hâlde tarih rasyonel olarak, yani her olası doğru ampirik açıklama ve yorumun yalnızca “verilerle” değil, özellikle de praksiyolojik ve etik yasalarla da uyumlu olması gerektiği ve bu yasalarla çelişen her açıklama veya yorumun, görünüşte “verilere uysa” bile, yalnızca ampirik olarak yanlış değil, aynı zamanda bilimsel olarak kabul edilebilir bir açıklama veya yorum olmadığı bilgisiyle yeniden inşa edilir.


Bu şekilde yeniden inşa edilen ve anlatılan tarih, önemli ölçüde revizyonist bir tarihtir; yalnızca egemen solcu “ana akımın” bu konuda söylediklerinin çoğuna ve hatta büyük bir kısmına değil, aynı zamanda çalışmalarımda insan eşitsizliklerine ve özellikle de eşitsiz bilişsel yeteneklere ve psişik eğilimlere yaptığım vurgu nedeniyle, “politik doğrucu” ve “ilerici” sözde “kozmopolit” müesses nizam liberteryenleri tarafından bu konuda telaffuz edilen ve savunulan her şeye de karşıdır.


Böylece insanlık tarihinin ilk önemli olayı olan Neolitik Devrim, birinci dereceden bilişsel bir başarı ve insan zekâsının evriminde büyük bir ilerici adım olarak yeniden inşa edilmektedir. Özel toprak mülkiyeti ve aile kurumu ile tarım ve hayvancılık uygulamaları rasyonel bir buluş olarak, ve ayrıca kabile avcı-toplayıcılarının karşılaştığı nüfus artışı ve artan toprak kıtlığını dengeleme sorununa getirilen yeni ve yenilikçi bir çözüm olarak açıklanmaktadır.


Benzer şekilde, Sanayi Devrimi de insan rasyonalitesinin gelişiminde ileriye doğru bir başka büyük sıçrama olarak yeniden inşa edilmiştir. Tarımın icadı, ardından yayılması ve dünya çapında kopyalanmasıyla geçici olarak çözülen toprak ve nüfus büyüklüğünü dengeleme sorunu, eninde sonunda yeniden ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Nüfus büyüklüğü arttığı sürece, kişi başına düşen gelirler ancak verimlilik artışları nüfus artışını geçtiği takdirde ve geçtiği sürece artırılabilirdi. Ancak istikrarlı verimlilik artışları, yani her zamankinden daha fazla, yeni veya daha iyi ürünlerin üretimi için sürekli olarak yeni veya daha verimli araçların icat edilmesi, sürekli olarak yüksek düzeyde insan zekâsı, yaratıcılık, sabır ve inovatiflik gerektirir. Bu kadar yüksek bir zekâ seviyesinin olmadığı her yerde ve her zaman, nüfus artışı kişi başına düşen gelirin artmasına değil de azalmasına yol açacaktır. O hâlde Sanayi Devrimi, insan rasyonalitesinin Malthusçuluktan kaçışı mümkün kılacak kadar yüksek bir seviyeye ulaştığı noktayı işaret etmektedir. Ve bu kaçış, daha zeki bir nüfusun nesiller boyunca “yetiştirilmesinin” bir sonucu olarak yeniden inşa edilmiştir. Daha yüksek zekâ daha büyük iktisadî başarıya, daha büyük iktisadî başarı da seçici çiftleşme, evlilik ve aile prensipleriyle birleşerek daha büyük üreme başarısına (daha fazla sayıda hayatta kalan torun yetiştirmeye) dönüşmüştür. Bu durum, insan genetiği ve medeni miras yasalarıyla birleşerek zaman içinde daha zeki, becerikli ve yenilikçi bir nüfus ortaya çıkarmıştır.


Son olarak, Neolitik Devrim ve Sanayi Devrimi, nüfusun yaşam standartlarına tehdit ve saldırıda bulunması gibi süregelen bir soruna yönelik doğru ve yenilikçi çözümler ve dolayısıyla büyük entelektüel ilerlemeler olarak yeniden inşa edilirken, açıklanması gereken üçüncü önemli olay da Devlet’in icadı olacaktır. Devlet, nihai karar verme yetkisine sahip bölgesel bir tekeldir ve monarşik bir devletten demokratik bir devlete doğru gerçekleşen dönüşüm, bir dizi kümülatif entelektüel -ahlâkî ve iktisadî- hatanın sonucu, insan rasyonalitesinin gelişiminde bir geri adım ve Sanayi Devrimi ile elde edilen başarılara karşı büyüyen bir tehdit olarak yeniden inşa edilmiştir. Yapısı gereği, Devlet başarması gereken hiçbir şeyi başaramaz. Devletin adalet üretmesi, yani yasaları koruması ve uygulaması beklenir, ancak yasa yapma yetkisine sahip olan Devlet yasaları çiğneyebilir ve kaçınılmaz olarak kendi lehine yasalar çıkararak adalet yerine adaletsizlik ve ahlâkî yozlaşma üretir. Ayrıca Devlet’in tebaasının mülkünü yabancı istilasından koruması beklenir, ancak tebaasını vergilendirme yetkisiyle, bu tebaanın mülkünü onları ve mülklerini korumak için değil, kendisini ve kamulaştırmalarını yabancı ya da yerli herhangi bir sözde “istilacıya” karşı “korumak” için müsadere edip kamulaştırabilir ve kaçınılmaz olarak da kamulaştıracaktır. “Mülkiyeti müsadere ve kamulaştırma yoluyla gasp eden bir koruyucu” olarak, yani temelde “parazitik” bir kurum olarak Devlet, zenginlik üretimine asla yardımcı olamaz, aksine her zaman engel olur ve böylece kişi başına düşen geliri daha da azaltır.


Sonuç olarak, bu kitapta okuyacağınız çalışmalar sayesinde, eski büyük sosyal teori geleneğine küçük bir katkıda bulunmayı ve insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar olan uzun seyrini daha anlaşılır hâle getirmeyi umuyorum.


 

Hans-Hermann Hoppe 2 Eylül 1949’da Batı Almanya’nın Peine kentinde doğmuş, Saarbrücken’deki Saarlandes Üniversitesi’nde, Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nde ve Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nde Felsefe, Sosyoloji, Tarih ve Ekonomi alanlarında eğitim görmüştür. 1974’te Felsefe alanında doktorasını ve 1981’de Sosyoloji ve Ekonomi alanlarında Habilitasyon’unu Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli Alman üniversitelerinin yanı sıra Bologna, İtalya’daki Johns Hopkins Üniversitesi Bologna İleri Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde ders vermiştir. 1986 yılında Murray Rothbard’ın yanında çalışmak üzere Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edip Rothbard’ın Ocak 1995’teki vefatına kadar yakın çalışma arkadaşı olarak kalmıştır. Avusturya Okulu’na mensup bir ekonomist ve liberteryen/anarko-kapitalist bir filozof olan Profesör Hans-Hermann Hoppe, Las Vegas Nevada Üniversitesi’nde (UNLV) Emeritus Ekonomi Profesörlüğü’nün ardından Alabama’nın Auburn kentinde bulunan Mises Enstitüsü’nde Seçkin Kıdemli Öğretim Üyeliği, Property and Freedom Society’nin (Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti) kuruculuğu ve başkanlığı, 2005 ve 2009 yılları arasında The Journal of Libertarian Studies’in (Liberteryen Çalışmalar Dergisi) baş editörlüğü ve Royal Horticultural Society’nin (Kraliyet Hortikültür Cemiyeti) ömür boyu üyeliği gibi onur ve unvanlara sahiptir. Profesör Hoppe, ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. Felsefe, ekonomi, tarih, politika ve sosyal bilimler üzerine hem Alman hem de İngiliz dillerinde sayısız makale ve kitabın yazarı olan Profesör Hoppe ile irtibata geçmek için HansHoppe.com’u ziyaret edebilir veya direkt e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Arda Uludağ & Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Hans-Hermann Hoppe’nın 5 Mart 2015’te yayınlanan A Short History of Man: Progress and Decline adlı eserinin Mises.org sitesinde paylaşılan “An Austro-Libertarian Reconstruction” başlıklı giriş yazısından tercüme edilmiştir.
236 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page