Frédéric Bastiat - 1845
Acaba insan için hangisi daha tercihe değer, bolluk mu, kıtlık mı?
Şaşırıp “Ne!” diyebilirsiniz. “Bunun sorusu mu olur? Şimdiye kadar hiç böyle bir şeyi gündeme getiren olmuş mudur? Hiç kıtlığın, insan refahının temeli olduğu ileri sürülebilir mi?”
Evet, böyle bir şey gündeme getirilmiştir; evet, böyle bir şey ileri sürülmüştür ve her gün de sürülmektedir. Hatta hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki kıtlık teorisi kesinlikle bütün teorilerin en popüler olanıdır. Sohbetlerin, gazete makalelerinin, kitapların ve siyasî konuşmaların ağırlığı budur. Dahası, size tuhaf gelebilir ama, şurası kesindir ki politik iktisat şu gayet basit önermeyi popüler hâle getirip tartışılmaz ilân etmedikçe görevini tamamlamış, pratik fonksiyonunu yerine getirmiş olmayacaktır: “Zenginlik, mal bolluğundan ibarettir.”
Her gün şöyle şeyler işitip durmuyor muyuz: “Yabancılar mallarıyla piyasamızı boğacaklar!” O hâlde, insanlar bolluktan korkuyorlar.
Mösyö de Saint-Cricq¹ şunu demedi mi: “Aşırı üretim söz konusu!” O hâlde kendisi bolluktan korkuyordu.
İşçiler makineleri kırmıyorlar mı? O hâlde onlar da aşırı üretimden ya da -başka bir deyişle- bolluktan ürküyorlar.
Şu sözleri Mösyö Bugeaud² sarf etmedi mi: “Ekmek pahalanırsa çiftçi zenginleşecektir!” Ekmekse ancak kıt olduğu zaman pahalanacağına göre, demek ki Mösyö Bugeaud kıtlığı yüceltiyordu.
Mösyö d’Argout³ şeker endüstrisine karşı ileri sürdüğü argümanı söz konusu endüstrinin verimliliğine dayandırmadı mı? Tekrar tekrar şunu söylemedi mi: “Şeker kamışının geleceği bulunmamaktadır, ekilip biçilmesini yaygınlaştırmanın bir anlamı yoktur, zira her bir departmanda⁴ birkaç hektarlık şeker kamışı Fransa’nın tüm tüketicilerinin ihtiyacını karşılamaya yeter!” Dolayısıyla, ona göre, iyilik kıtlık ve verimsizlikte; kötülük ise verimlilik ve bolluktadır.
La Presse, La Commerce ve öteki günlük gazetelerin çoğunluğu her sabah Meclisler’e⁵ ve Hükümete tarifelerle oynamak suretiyle her şeyin fiyatını yükseltmenin iyi bir politika olacağını salık veren makaleler yayınlayıp durmuyorlar mı? Meclis ve Hükümet her gün basından gelen bu telkinlerle uyumlu hareket etmiyor mu? Oysa tarifeler, fiyatları, piyasadaki mal arzını azaltmak suretiyle yükseltir! O hâlde, gazeteler, Meclis ve Hükümetin yaptığını, kıtlık teorisini pratiğe dökmektedir. Bundan dolayı, ben bu teorinin kesinlikle bütün teorilerin en popüler olanı olduğunu söylemekte haklı olsam gerektir.
Acaba nasıl oluyor da işçilerin, medyanın ve devlet adamlarının gözünde bolluk tehlikeli görülürken, kıtlık avantajlı görülüyor? Şimdi gelin bu illüzyonun izini sürelim.
Gözlemimiz odur ki bir insan emeğini daha iyi bir hesaba yatırdığında, yani daha yüksek bir fiyata sattığında servet elde eder. Emeğiyle ürettiğini, o mal türünün kıtlığı veya azlığıyla orantılı bir yüksek fiyattan satar. Bundan, en azından şu ana kadar söylenenlerden, şu sonuç çıkar: Kıtlık insanı zenginleştirir. Bu akıl yürütme biçimini bütün çalışanların durumuna derece derece uygulamak suretiyle kıtlık teorisine ulaşırız. Ardından teoriyi uygulamaya başlar, bütün üreticileri kayırmak için de kısıtlayıcı ve korumacı önlemler, makinelerin ortadan kaldırılması ve benzeri yollarla kıtlık yaratıp fiyatları yapay olarak yükseltiriz. Aynı şey bolluk için de geçerlidir. Gözlemliyoruz ki bir ürün bol olduğunda, fiyatı düşük olmakta; dolayısıyla, üretici az kazanmaktadır. Eğer bütün üreticiler aynı durumdaysa, hepsi yoksulluğun hışmına uğramış demektir; sonuçta toplumu tarumar eden şey, bolluktur. Elinde bir teorisi olan herkes onu pratiğe uygulamak istedikçe de pek çok ülkede eşyanın bolluğuna karşı insanları uyaran yasalar görülmektedir.
Bu safsata, bir genelleme olarak ifade edildiğinde, belki pek fazla dikkati çekmeyebilir; ama, belirli bir olgular kümesine şu sektör veya bu sektöre, yahut belirli bir üretici grubuna uygulandığında son derece aldatıcıdır, bunu açıklaması zor değildir. Söz konusu argüman tamamen yanlış olmasa da eksik bir kıyas oluşturur. Şimdi, bir kıyasta doğru olan şey daima zihnimize açık gelir. Oysa eksik olan negatif bir büyüklüktür, kayıp bir unsurdur, dolayısıyla gözden kaçırılması gayet mümkün, hatta çok kolaydır.
İnsanoğlu tüketmek için üretir. Aynı anda hem üretici, hem de tüketicidir. Oysa yukarıda ortaya koymuş olduğum argüman insanı bunlardan yalnızca birincisi (üretici) açısından ele alır. İkincisi (tüketici) açısından bakıldığında argüman bizi tam tersi bir sonuca götürür. Buna göre şunu söyleyemez miyiz:
Tüketici her şeyi daha ucuza satın aldığı oranda zenginleşir; tüketeceği şeyleri onlar ne kadar bol miktarda ise o oranda ucuza alabilir; dolayısıyla, bolluk tüketiciyi zenginleştirir; bu argümanın bütün tüketicileri içine alacak şekilde genelleştirilmesi de bizi bolluk teorisine götürür.
Bu tür illüzyonları üreten şey mübadele⁶ kavramının eksik anlaşılmasıdır. Kendi şahsi menfaatimizin doğasını analiz edecek olursak, net bir şekilde fark ederiz ki bu olgu iki yönlü bir şeydir. Satıcılar olarak yüksek fiyatlar ilgimizi çeker, dolayısıyla bizi olayın kıtlık tarafı ilgilendirir; satın alıcılar olarak ise düşük fiyatlar, ya da aynı anlama gelen, malların bolluğu ilgimizi çeker. O hâlde, insan soyunun genel ve kalıcı menfaati ile, şahsi menfaatin belirtilen iki yüzünden hangisinin örtüştüğünü ve onu temsil edebileceğini önceden belirlemeden, argümanımızı bu yönlerden biri veya diğeri üzerine bina edemeyiz.
Eğer insanoğlu yalnız, kendi başına yaşayan bir hayvan olsaydı, sadece kendisi için çalışsaydı, sadece kendi emeğinin meyvelerini tüketseydi, kısaca, mübadele işine hiç bulaşmasaydı kıtlık kuramı hiçbir zaman gündeme gelmezdi. Bu durumda bolluğun kendisinin avantajına olduğu gün gibi açık olurdu; bu bolluğun kaynağı ne olursa olsun, ister bolluğu kendi çalışkanlığına borçlu olsun, ister icat ettiği dahiyane aletler ve güçlü makinelere, ister toprağın verimine, tabiatın cömertliğine, hatta dalgaların sürükleyip kıyıya bırakmasıyla oluşan esrarengiz mal istilasına borçlu olsun. Bu durumda yalnız yaşayan hiçbir insan hiçbir zaman, kendi emeğini meşgul edecek bir şeyi olduğundan emin olmak için emeğinden tasarruf sağlayan aletleri kırmak, toprağının verimini yok etmek ve denizin getirdiği malları yine denize iade etmek gerektiği sonucuna varmazdı. Kolaylıkla anlardı ki emek bizatihi bir amaç değil, bir araçtır, araca zarar vermeme kaygısıyla amacı reddetmek, saçmadır. Aynı zamanda anlardı ki şayet günün iki saatini ihtiyaçlarını karşılamaya ayıracak olursa, (makineler, toprağın verimi, beklenmedik bir yardım, ne olursa olsun) kendisine bu emeğin bir saatini tasarruf ettiren bir şey, aynı ürünü üretmesine imkân verecek her gelişme, boş kalacak o saatini kendi emrine verecektir, o da bunu kendi refahını iyileştirecek bir şeye tahsis edebilir. Kısaca, anlayacaktır ki emekten tasarruf, ilerlemeden başka bir şey değildir.
Ne var ki mübadele, bu kadar açık bir gerçek hakkındaki görüşümüzü tahrip etmektedir. Toplum iş bölümünü mümkün kılmakta, bu sayede, toplum içinde bir nesnenin üretim ve tüketimi aynı birey tarafından gerçekleştirilmemektedir. Her bir kişi kendi emeğini bir araç olarak değil, bir amaç olarak görmektedir. Mübadele, her bir nesneyle ilgili olarak, iki menfaat yaratmaktadır, üreticinin menfaati ve tüketicinin menfaati; ve bu iki menfaat daima birbirinin karşıtı durumundadır.
Bunların analizini yapmak, bu menfaatlerin doğasını araştırmak hayatî önem taşır.
Herhangi bir üreticinin durumunu ele alalım. Onun ilk akla gelen, yakın menfaati neyi içerir? İki şeyi:
1. Kendi emeğinden ne kadar az kişide olursa o kadar iyi;
2. Emeğinin meyvesine ne kadar çok kişinin talebi olursa o kadar iyi.
Politik iktisat bu gerçeği daha usturuplu terimlerle, veciz bir şekilde şöyle ifade eder: Arz gayet sınırlı olsun, talep ise çok yaygın; başka bir deyişle, sınırlı rekabet, sınırsız piyasa.
Öte yandan, tüketicinin ilk akla gelen şahsî menfaati neyi gerektirir? Talep ettiği ürünün arzının bol, talebinin ise sınırlı olmasını.
Söz konusu iki menfaat birbiriyle karşılıklı olarak uyumlu olmadığından, içlerinden biri zorunlu olarak toplumsal veya genel menfaatle örtüşmek; diğeri ise buna hasım olmak durumundadır.
İçlerinden birini kayıracak olsa, kamu menfaatinin bir ifadesi olarak, yasama organı acaba bunlardan hangisini kayırmalıdır? Bunu anlamak için, şayet insanların gizli arzularının tatmin edilmesi söz konusu olsaydı nasıl bir durum ortaya çıkardı, bunu düşünmek yeterlidir.
Üreticiler olarak, kabul etmeli ki her birimizin antisosyal arzuları vardır. Herhâlde, dünyadaki bütün şarapların donmuş, sadece bizimkinin kalmış olmasından pek üzüntü duymazdık: Kıtlık teorisi budur işte. Demircilik işleriyle mi uğraşıyoruz? Pazarda kendimizinkinden başka demir istemeyiz, halk ona ne kadar ihtiyaç duyarsa duysun. Nedeni gayet açık, bu ihtiyaç ne kadar şiddetle hissedilir, tatmin etmekte ne kadar yetersiz kalınırsa bizler o oranda yüksek fiyatlardan mal satarız: Bu da kıtlık teorisidir. Çiftçi miyiz? Mösyö Bugeaud gibi, deriz ki ekmek pahalansın, yani kıt hâle gelsin, çiftçiler refaha erecektir: Bu da kıtlık teorisidir.
Doktor muyuz? Gözümüzü şu gerçeğe kapatamayız: Belirli fiziksel iyileşmeler, mesela halk sağlığı konusunda daha iyi önlemler, ılımlılık ve kontrollü olmak gibi manevî erdemlerin gelişmesi, herkesin kendi sağlığına dikkat edebilmesini mümkün kılacak derecede bilginin ilerlemesi ve belirli bazı basit, kolayca uygulanabilir tedavi yöntemlerinin keşfi bizim mesleğe ölümcül darbeler indirebilir. Biz doktor olduğumuz sürece, gizli arzularımız antisosyaldir. Doktorların gerçekte bu tür arzuları dile getirdiklerini söylemek istemiyorum. Genel bir tedavi yönteminin keşfini memnuniyetle karşılayacaklarına inanmak isterim; ama bu doktor olarak olmaz, insan olarak, Hıristiyan olarak böyle davranabilir. Övgüye değer bir kendini-inkâr tavrıyla olaya tüketicinin bakış açısından bakabilir. Ama mesleğini icra eden bir doktor olarak, refah düzeyini, prestijini ve hatta ailesini geçindirme yolunu o mesleğe borçlu olduğu sürece arzularının -veya isterseniz menfaatlerinin deyin- antisosyal olmamasına imkân yoktur.
Pamuklu kumaş mı üretiyoruz? Ürünümüzü bize en avantajlı fiyatlardan satmak isteriz. Rakiplerimizin faaliyetlerine ilişkin yasaklamaları bütün kalbimizle onaylarız; her ne kadar bu arzumuzu kamuoyu önünde ifade etmek cüretinde bulunmasak da, bu amaca dönük doğrudan eylemler yapmasak da, yine de bir dereceye kadar dolaylı yollardan bunu yaparız. Örneğin, yabancı tekstil ürünlerini dışlayarak, dolayısıyla arzı daraltarak, sonuçta kendi çıkarımıza olacak şekilde güç kullanmak suretiyle, bir kumaş kıtlığı yaratarak...
Aynı şekilde, bütün öteki sektörlerle ilgili bir araştırma yapsak, her zaman üreticilerin, yukarıda söylendiği gibi, antisosyal tutumlar içinde olduğunu görürüz. “Tacir,” der Montaigne⁷ “sadece gençliğin israf ve savurganlığı yoluyla zenginleşir, çiftçi tarım ürünlerinin yüksek fiyatlarıyla; mimar evlerin çürümesiyle; hukukçular insanların mahkeme davaları ve kavgalarıyla. Din adamları bile itibarlarını ve icraatlarının konusunu ölümümüze ve kötü alışkanlıklarımıza borçludurlar. Bir doktor kendi arkadaşlarının bile sağlığının iyi olmasından hoşlanmaz; aynen bir askerin kendi ülkesinin barış içinde olmasından hoşlanmadığı gibi; geri kalanlar için de durum bundan farklı değildir.”
Buradan şu sonuç çıkar: Eğer her bir üreticinin gizli arzuları gerçekleşmiş olsa, dünya süratle barbarlık devrine doğru geri giderdi. Yelkenler buharın yerini alırdı, kürek yelkenin yerini alır, o da yerini dört tekerlekli yük arabasına, araba katıra, katır da bohçacıya bırakmak zorunda kalırdı. Yün pamuğu yasaklattırırdı, pamuk yünü, böyle böyle, bu iş her bir şeyin kıtlığının bizzat insan soyunu yeryüzünden silmesine kadar giderdi.
Bir süre için yasama ve yürütme gücünün Mimerel Komitesi’nin⁸ eline verildiğini, derneğin her bir üyesinin, kendisinin taraftar olduğu bir yasa hazırlayıp yürürlüğe koyma yetkisi olduğunu düşünelim. Kamuoyunun bu durumda nasıl bir sanayi yasasıyla karşı karşıya bırakılacağını hayal etmek çok mu zor?
Şimdi de tüketicinin ilk akla gelen şahsî menfaatine dönecek olursak, bunun genel toplum menfaatiyle, yani insanlığın refahının gerektirdiğiyle mükemmel şekilde uyumlu olduğunu görürüz. Tüketici pazara gittiğinde, her şeyden bol miktarda arz edilmiş olmasını ister. Mevsimlerin bütün tarım ürünlerinin yetişmesine elverişli olmasını arzu eder; elinin altında daha çok sayıda ürün olmasını; bunların daha fazla tatmin getirmesini sağlayacak çok sayıda harika icatlar olmasını; zamandan ve emekten tasarruf etmeyi; mesafelerin ortadan kalkmasını; barış ve adalet ruhunun vergi yükünün azalmasına meydan vermesini; her türden gümrük duvarlarının yıkılmasını ister. Tüm bu alanlarda tüketicinin yakın kişisel menfaati kamu menfaatine paralel bir çizgi izler. Gizli arzularını fantastik veya tuhaf uzunluklarda nereye teşmil ederse etsin, yine de bu arzular dostları olan öteki insanların çıkarlarıyla uyuşur olmaktan çıkmayacaklardır. Yiyecek ve barınak, dam ve ocak, eğitim ve maneviyat, güvenlik ve barış, zindelik ve sağlık, hepsi kendisinin olsun isteyebilir, hiçbir çaba sarfetmeksizin, uğraşmadan, sınırsızca, yolların tozları, nehrin suları gibi, etrafımızı saran hava, bizi okşayan güneş ışığı gibi; bu arzuların gerçekleşmesi toplumun menfaati ile kesinlikle çatışma hâlinde değildir.
Belki de insanlar diyeceklerdir ki eğer isteklerin bu şekilde karşılanması garanti edilirse, üreticinin emeğe ihtiyacı giderek azalacak ve sonunda hiçbir şey için istenmez olacaktır. Ama neden? Bu aşırı varsayımsal durumda, bütün hayal edebilir istekler ve arzular tamamen tatmin ediliyor olacaktır da ondan. İnsan, adeta Tanrı gibi, her şeyi şöyle bir içinden geçirmekle var edebilecek. Bu varsayımdan sonra, sanayi üretiminin son bulacak olmasına üzülmek için ne tür bir neden olabileceğini, bana izah edebilecek biri var mı?
Az önce, her bir üyesinin bir üretici olarak kendi gizli arzusunun ifadesi olacak bir yasayı yürürlüğe koyma gücü olduğu hayalî bir işadamları meclisine atıfta bulundum; böyle bir meclisten sökün edecek yasaların bir tekel sistemi yaratacağını ve kıtlık kuramını yürürlüğe koyacağını söyledim. Buna karşılık, her bir üyesinin bir tüketici olarak kendi yakın şahsî menfaatini gözeteceği bir Temsilciler Meclisi’nin yapacağı şey, bir serbest ticaret sistemi yaratmak, bütün kısıtlayıcı yasaları lağvetmek ve insan eliyle dikilen bütün ticaret engellerini kaldırmak suretiyle, bolluk kuramını yürürlüğe koymak olacaktır.
Dolayısıyla, buradan çıkacak sonuç şudur: Yalnızca üreticinin yakın kişisel çıkarını göz önünde tutmak, antisosyal bir çıkarı öne çıkarmak demektir; buna karşılık, yalnızca tüketicinin yakın kişisel çıkarını temel almak, genel toplum menfaatini sosyal politikanın temeli kabul etmek demektir.
Kendimi tekrar etmek pahasına şu noktayı vurgulamama izin veriniz.
Satıcı ile alıcı arasında temel bir husumet vardır.⁹
Birincisi piyasadaki malların kıt, arzın yetersiz ve pahalı olmasını ister.
İkincisi malların bol, arzın yeterli ve ucuz olmasını arzu eder.
Bizim yasalarımız, ki bunların en azından nötr olması gerekir, alıcıya karşı satıcının, tüketiciye karşı üreticinin, düşük fiyatlara karşı yüksek fiyatların¹⁰, bolluğa karşı kıtlığın tarafını tutmaktadır.
Kasıtlı olarak değilse bile en azından mantıksal olarak, bir ülke her bakımdan yetersiz durumda olduğu zaman zengindir varsayımıyla işlemektedir.
Çünkü derler, kayrılması gereken biri varsa o da üreticidir. Bu da onun ürününe iyi bir pazarı garanti ederek olur. Bu amaca ulaşmak için, ürünün fiyatını yükseltmek gerekir; fiyatı yükseltmek için arzını sınırlamak lâzımdır; arzını sınırlamak ise kıtlık yaratmak demektir.
Bir an için şu anda, bu kanunlar tamamıyla yürürlükteyken, parasal değer itibariyle değil ama ağırlık, ebat, hacim, miktar itibariyle Fransa’da bulunan bütün malların -et, kumaş, yakıt, buğday, sömürge ürünleri, vs.- bir envanterinin çıkarıldığını farz edelim.
Bir adım daha atıp, ertesi gün Fransa’ya yabancı mal ithalinin önündeki bütün engellerin kaldırıldığını varsayalım.
Nihayet, bu reformun etkilerini belirleyebilmek için üç ay sonra ikinci bir envanterin daha çıkarıldığını kabul edelim.
İkinci stok tespiti sırasında birincisine kıyasla Fransa’da daha fazla buğday, hayvan ürünleri, kumaş, demir, keten kumaş, kömür, şeker, vb. ürün bulunacağı doğru değil midir?
Aynı ölçüde doğrudur ki koruyucu tarifelerimizin tüm bu şeyleri ithal etmemizi önlemekten, arzını sınırlandırmaktan, fiyatlarının ucuzlamasını engellemekten ve nihayet bu ürünlerin bolluğunun önüne geçmekten başka bir amacı yoktur.
Bu durumda hâlihazırda yürürlükte olan yasalar altında ülkede daha az ekmek, et ve şeker olduğu için insanların daha iyi beslendiklerine inanabilir miyiz? Daha az keten kumaş ve yünlü kumaş olduğu için şimdi insanlar daha iyi mi giyiniyorlar? Daha az kömür olduğu için evleri daha iyi mi ısıtılıyor? Daha az demir ve bakır olduğu için, ya da daha az sayıda alet ve makine mevcut olduğu için, insanlar çalışırken daha mı rahatlar?
Fakat, diyeceksiniz, eğer yabancılar piyasamızı ürünlerine boğarsa, paramızı ceplerine indirecekler!
Pekâlâ, ne fark eder? İnsanlar parayla beslenmezler, bedenlerine altın giymezler, evlerini de gümüşle ısıtmazlar. Şayet ekmeklikte daha çok ekmek, dolapta daha çok et, elbiselikte daha fazla elbise, odunlukta daha çok odun varsa, ülkede daha az veya daha çok para olması neyi değiştirir ki?
Kısıtlayıcı yasalar bizi daima aynı ikilemle karşı karşıya bırakırlar.
Kabul etsek de etmesek de bu yasalar kıtlık yaratırlar.
Bunu kabul ediyorsak, bu yasaların insanlar üzerinde yapabilecekleri zararı yaptıklarını doğal olarak itiraf ediyoruz demektir. Yok, bunu kabul etmiyorsak, o zaman söz konusu yasaların malların arzını sınırlandırıp fiyatlarını yükselttiğini görmezden geliyoruz, sonuçta da bunların üreticiyi kayırdığı gerçeğini inkâr ediyoruz demektir.
Bu tür yasalar ya zarar vericidir ya da etkisiz. Ama kesinlikle yararlı değil.¹¹
Engel ve Sebep
Engeli sebep olarak görmek -kıtlığı bolluğun yerine koymak- başka bir kılıf altında aynı safsataya bel bağlamak demektir. Bu bütün formlarıyla birlikte irdelenmeyi hak etmektedir.
İlkel bir hâldeki insan her şeyden yoksundur.
Yoksunluğu ile ihtiyaçlarının tatmini arasında, çalışmanın, emeğin üstesinden gelmesi gereken yığınla engel vardır. Refahına giden yolda karşısına çıkan bu engellerin nasıl ve neden refahın nedeniyle karıştırılır hâle geldiği, merak konusudur.
Diyelim ki yüz kilometre uzakta bir yere seyahat etmek istiyorum. Ancak kalkış noktasıyla varış noktası arasında dağlar, nehirler, bataklıklar, balta girmemiş ormanlar ve eşkiyalar, kısaca, engeller var. Bu engelleri aşmak için yoğun bir çaba sarf etmen gerekecek, veya aynı kapıya çıkacak biçimde başkalarının benim adıma çaba sarf etmesi ve bunun ücretini benden istemesi gerekecek. Bu şartlar altında bu engellerin hiç var olmaması hâlinde benim durumumun daha iyi olacağı gayet açık değil mi?
Beşikten mezara kadar süren uzun hayat macerasını sürdürebilmek için insanın devasa miktarda yiyecek sindirmesi, kötü hava şartlarından korunması, bir yığın hastalığa karşı tedbir alması veya yakalandığı hastalığı tedavi etmesi gerekmektedir. Açlık, susuzluk, hastalık, sıcak ve soğuk, yol boyunca karşısına çıkan bunca engeli oluşturmaktadır. Kendisini etraftan soyutlaması hâlinde avlanma, balık tutma, ziraat yapma, eğirme, dokuma ve bina inşa etme faaliyetleri yoluyla tüm bunların üstesinden gelmek zorunda kalacaktır. Açıktır ki bu engellerin sayısı az olsa, hatta daha da iyisi bunlar hiç olmasa, kendisi için güzel bir şey olurdu. Oysa toplum içinde bu engellerin her biriyle kendisi kişisel olarak savaşmak durumunda değildir, bunu onun için başkaları yapar; kendisi de bunun karşılığında başkalarının yolunda duran bir engeli ortadan kaldırır.
Yine açıktır ki her şey göz önüne alındığında, bu engellerin aşılması kolay ve sayıca mümkün olduğu kadar az olması toplum veya bütün insanlık için daha iyi olurdu.
Ancak eğer sosyal olgular ve mübadele sonucu yeni şekillere bürünen insan davranışları ayrıntılı bir şekilde gözden geçirilirse, insanların, istekleri zenginlik ile, engeli de sebep ile karıştırdığı hemen görülecektir.
Mal ve hizmet alışverişi yapma fırsatından kaynaklanan iş bölümü, her bir insanın, yoluna çıkan bütün engellerle kendi başına mücadele etmek yerine, sadece kendi hesabına değil başkaları hesabına da, bu engellerden yalnızca birine karşı mücadele etmesini mümkün kılar. Buna karşılık başkaları da aynı hizmeti kendisi için yaparlar.
Şimdi, varılacak sonuç şudur: Her birey refahının ilk eldeki nedenini, başkalarının yararı için kendisine karşı işiyle mücadele ettiği engelde görür. Bu engel ne kadar büyük olursa, o oranda daha önemlidir ve daha yoğun bir şekilde etkisi hissedilir; dolayısıyla başkaları ona bu engeli aşma konusunda daha çok bedel ödemeye razı olurlar, yani, kendisinin yoluna dikilmiş engelleri başkaları da onun adına ortadan kaldırmaya daha hazırdırlar.
Örneğin bir doktor, kendi ekmeğini yapmak, kendi kullandığı aletleri imal etmek veya kendi giydiği elbiseleri dikmek gibi şeylerle meşgul olmaz. Başkaları onun için bu işleri yaparlar, buna karşılık o da, hastalarının yakalandığı hastalıkları tedavi eder. Bu hastalıklar ne kadar sık ortaya çıkar, ne kadar şiddetli ve çok sayıda olursa, insanlar da onun kişisel rahatı için çalışmaya o kadar istekli -aslında mecburi olurlar. Doktor açısından hastalık -ki insan refahının önünde genel bir engeldir- kendi bireysel refahının bir sebebidir. Kendi belirli iştigal sahalarına göre bütün üreticiler de aynı şekilde düşünürler. Gemi sahibi kârlarını uzaklık denen engelden; çiftçi açlık denen engelden; tekstil imalatçısı da soğuk adı verilen engelden devşirir. Öğretmen cehalet üzerinden geçimini sağlar; kuyumcu kendini beğenmişlikten; avukat açgözlülükten; noter muhtemel bir kötü niyetten ekmeğini kazanır, aynen bir doktorun da insanlığın hastalığından ekmek yediği gibi. Bundan dolayı gayet doğrudur ki her bir meslek, çabalarının nesnesi olan belirli bir engelin devamını, hatta yayılmasını yakinen arzu eder.
Bunu görünce teorisyenler, bireylerin bu tutumlarına binaen bir sistem kurmaya gayret eder ve derler ki ihtiyaç servettir, emek servettir, zenginliğin önünde bir engel bizatihi zenginliktir. Engelleri çoğaltmak, onların gözünde, sanayiyi teşvik etmektir.
Ardından devlet adamları devreye girer. Devlet iktidarını ellerine alırlar; zenginliği artırmak ve yaymak demek olduğuna göre, ellerindeki bu gücü engelleri artırmak ve yaymak için kullanmaktan daha doğal ne olabilir? Mesela derler ki: “Şayet demirin, bol olduğu yerlerden ülkemize gelmesini engellersek, ülkemizin onu elde etmesi önünde bir engel yaratmış oluruz. Bu engel, etkileri şiddetli şekilde hissedildiği zaman, insanları ondan kurtulmak için bir bedel ödemeye zorlayacaktır. Vatandaşlarımızın bir kısmı kendilerini ona karşı mücadeleye adayacaklardır, dolayısıyla bu engel onların serveti olacaktır. Bu ne kadar büyük olursa, yani demir cevheri ne kadar kıt, ne kadar erişilemez, taşıması ne kadar zor, maden eritme ocağından ne kadar uzakta olursa, bu sanayinin her bir kolu o kadar fazla işgücü istihdam edecektir. O hâlde bırakın yabancı demir cevherinin önüne engel dikelim, zorluk çıkaralım, ki ona karşı mücadele edecek işgücüne ihtiyaç yaratalım.”
Aynı mantık bizi makinelerin tahribi sonucuna götürür.
Mesela diyelim ki şaraplarını depolamak isteyen bazı insanlar var. Bu bir engeldir; bu arada da işleri büyük fıçılar yaparak bu engeli ortadan kaldırmak olan bazı insanlar var. Bu durumda böyle bir engelin var olması bir şanstır, çünkü yerli işgücünün bir kısmına istihdam yaratmakta ve vatandaşlarımızın bir kısmını zenginleştirmektedir. Ama bakıyorsunuz bir maharetli makine icat edilmiş, meşe ağacını kesiyor, düzeltiyor, parçalara bölüyor, bir araya getiriyor ve şarap fıçılarına dönüştürüyor. Engel büyük ölçüde azaltılmış, buna paralel olarak da fıçıcıların rahatı bozulmuş durumda. Haydi bir yasa çıkarıp her ikisini de (engeli ve fıçıcıların rahatını) koruyalım: Makineyi yasaklayalım.
Bu aldatmacanın köküne inebilmek için kişinin kendisine insan emeğinin bir amaç değil, bir araç olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bu emek hiçbir zaman işsiz kalmaz. Bir engeli kaldırınca başka birine yönelir. Bir engeli kaldırmak için ihtiyaç duyulan emek miktarıyla iki engelin birden kaldırılması mümkün hâle gelir. Şayet bir şekilde fıçıcı emeği ihtiyaç dışı hâle gelirse, başka bir tarafa yönelecektir. Ama, diyecektir bazıları, bunun karşılığı ne olacaktır? O emeğin bugünkü karşılığı ne ise tam da o. Çünkü bir engelin ortadan kaldırılması sonucu belirli bir miktar emek serbest kalınca, emeğin karşılığı olarak ona karşılık gelecek bir miktar mal da serbest kalacaktır. İnsan emeğinin istihdam dışı kalacağı bir zamanın bir gün geleceğini öne sürebilmek için, bir gün insanlığın karşılaşacağı hiçbir engelin kalmayacağını kanıtlamak gerekecektir. Fakat bu durumda emek sadece bir imkânsızlık hâli olmayacak, lüzumsuz hâle gelecektir. Artık yapacak hiçbir şeyimiz olmayacaktır, zira bunun için her şeye gücümüzün yetiyor olması, bütün ihtiyaçlarımız ve arzularımızın tatmin edilmesi için yalnızca fiat dememizin yeterli olması gerekecektir.¹²
Dipnotlar:
1. Pierre Laurent Barthelemy, Comte de Saint-Cricq, Milletvekili, 4 Ocak 1828 ile 8 Ağustos 1829 tarihleri arası Ticaret Bakanı, sonraları Baron unvanı almıştır. (çevirmen notu)
2. Thomas Robert Bugeaud de la Piconnerie (1784-1849), askerî bir lider olarak bilinir. Aynı zamanda milletvekiliydi, tarımla ilgileniyor, korumacı ilkelere destek veriyordu. (ç.n.)
3. Antoine Maurice Appolinaire, Comte d’Argout (1782-1858), idareci ve maliye uzmanı, Bank of France’in Müdürü. (ç.n.)
4. Bir departman ortalama 3000 mil karelik alanıyla Fransa’nın en büyük idari alt birimidir. (ç.n.)
5. Baronlar Meclisi ve Temsilciler Meclisi olmak üzere iki meclisten oluşan Fransa yasama organı. (ç.n.)
6. Orijinali exchange olan kavramın “yeni Türkçe karşılığı olarak kullanılan değişim aynı zamanda alışverişle hiç ilgisi olmayan “değişme, bir hâlden başka bir hâle geçme durumu” anlamına geldiğinden, karışıklık yaratma ihtimali söz konusudur. Bu nedenle “eski Türkçesi” olan mübadele tercih edilmiştir. (ç.n.)
7. Michel de Montaigne (1533-1592), Rönesans’ın ünlü hümanist deneme yazarı. (ç.n.)
8. Bir tekstil üreticisi olan P. A. H. Mimerel de Roubaix’in (1786-1871) başkanlığını yaptığı bir işadamları derneği. (ç.n.)
9. Yazar, bu önermenin terimlerini sonraki bir çalışmasında değiştirmiştir. Bkz. İktisadî Harmoniler, Bölüm 11.
10. Yüksek fiyat’ın karşıtını ifade etmek üzere Fransızca’da bir isim yoktur (İngilizce’de “cheapness”). Oldukça dikkate değerdir ki insanlar bu fikri içgüdüsel olarak şu deyişle ifade ediyorlar: avantajlı piyasa, iyi piyasa [bon marché]. Korumacılar bu ifadeyi değiştirmek için cidden bir şeyler yapsalar iyi olur. Çünkü bu ifade onlarınkine tamamen ters bir ekonomik sistemi ima eder.
11. Yazar, İktisadî Harmoniler’in 11. bölümünde bu konuya daha uzunca, başka bir formda da Dictionnaire de l’economie politique için yazdığı “Bolluk” maddesinde değinmiştir.
12. Aynı konu için ayrıca karşılaştırınız: İkinci Seri, bölüm 14 ve İktisadî Harmoniler, bölüm 3 ve 11.
Comments