top of page

Demokrasi Neden Kötü İnsanları Ödüllendirir?

En Kötüler Nasıl Başa Geçer ve Kötü İnsanlar Neden Hükmeder?


Hans-Hermann Hoppe - 08.11.2004


Siyasî iktisatçılar arasında en yaygın kabul gören önermelerden biri şudur: Tüketiciler açısından her tekel kötüdür. Tekel, en bilindik anlamıyla, bir mal veya hizmetin tek bir üreticisine tanınan münhasır bir ayrıcalık, yani belirli bir üretim alanına serbest giriş hakkının ortadan kalkması olarak tanımlanır. Başka bir deyişle, belirli bir malı, mesela X’i, sadece tek bir kuruluş, mesela A, üretebilir. Böyle bir tekelci tüketiciler için kötüdür, çünkü kendi üretim alanına potansiyel yeni girişlerden korunduğu için, tekelcinin X ürününün fiyatı daha yüksek ve X’in kalitesi normalden daha düşük olacaktır.


Bu basit gerçek, klasik, monarşik ya da prenslik yönetimine karşı demokratik yönetim lehine bir argüman olarak sık sık dile getirilmiştir. Bunun nedeni, demokrasi altında hükümet aygıtına girişin serbest olması (herkesin başbakan veya cumhurbaşkanı olabilmesi), monarşi altında ise kral ve varisi ile sınırlı olmasıdır.


Ancak demokrasi lehindeki bu argüman son derece kusurludur. Serbest giriş her zaman iyi değildir. Malların (goods) üretimi sürecinde serbest giriş ve rekabet iyidir, ancak kötülerin (bads) üretimi sürecinde serbest rekabet iyi değildir. Örneğin masumlara işkence etme ve öldürme işine serbest giriş ya da sahtecilik veya dolandırıcılıkta serbest rekabet iyi değildir; bunlar kötüden de beterdir. O hâlde devlet ne tür bir “iştir”? Cevap: Gönüllü tüketicilere satılan malların alışılagelmiş üretimini yapmayan bir iştir. Hatta tam aksine, vergiler ve kalpazanlık yoluyla kamulaştırma ve hırsızlık yapan ve çaldığı malların ticaretini yürüten bir “iştir”. Dolayısıyla, devlete serbest giriş hiçbir şeyi iyi yönde geliştirmez. Aksine, işleri kötüden bile vahim hâle getirir, yani kötülüğü geliştirir.


İnsan doğası gereğince her toplumda başkalarının malına göz diken insanlar mevcuttur. Bazı insanlar bu tür huy ve duygulardan diğerlerine göre daha fazla etkilenir, ancak bireyler genellikle bu tür duygularla hareket etmemeyi öğrenir, hatta bu duygulara kapıldıkları ve bu huylara sahip oldukları için utanç duyarlar. Genelde sadece küçük bir azınlık başkalarının mallarına yönelik arzularını başarılı bir şekilde bastıramaz ve çevreleri tarafından suçlu muamelesi görerek fiziksel ceza tehdidiyle bastırılırlar. Prenslik yönetimi altında, yalnızca tek bir kişi -prens- yasal olarak başkasının mülküne yönelik arzuyla hareket edebilir ve bu da onu potansiyel bir tehlike ve “kötü” yapar.


Ancak bir prensin yeniden dağıtım/bölüşüm arzuları kısıtlanmıştır çünkü toplumun tüm üyeleri başka bir adamın mülkünü alıp yeniden dağıtmayı utanç verici ve gayriahlâkî olarak görmeyi öğrenmiştir. Bundan dolayı, bir prensin her hareketini son derece şüpheyle takip ederler. Bunun tam tersine, devlete girişin önünün açılmasıyla, herkesin başkalarının mülküne yönelik arzusunu özgürce dışa vurmasına izin verilir. Eskiden ahlâksızlık olarak görülen ve bu nedenle bastırılan şey artık meşru bir duygu olarak kabul edilmektedir. Demokrasi adına herkes açıkça başkasının malına göz dikebilir; ve hükümete girmeleri sağlandığında herkes başkasının malına yönelik bu arzusuyla hareket edebilir. Dolayısıyla, demokrasi altında herkes bir tehdit hâline gelir.


Bunun sonucu olarak, demokratik koşullar altında, başkasının mülküne yönelik popüler ancak ahlâksız ve toplum düzenine aykırı arzular sistematik olarak güçlendirilmektedir. Tüm bu talepler, “ifade özgürlüğü”nün özel koruması altında alenen dile getirildiği takdirde meşruiyet kazanır. Böylece her şey söylenebilir, talep edilebilir hâle gelir ve artık her şey kapanın elinde kalır. Görünüşte en güvenli özel mülkiyet hakkı bile yeniden dağıtım taleplerinden muaf değildir. Daha da kötüsü, kitlesel seçimlere tâbi olarak, başkasının mülkünü ele geçirmeye karşı çok az çekingenliği olan ya da hiç çekingenliği olmayan toplum üyeleri, yani ahlâkî açıdan sınır tanımayan ve birbiriyle uyumsuz çok sayıda popüler talepten çoğunluk oluşturma konusunda en yetenekli olma alışkanlığına sahip amoralistler (anti-ahlâkçılar ve etkili demagoglar) hükümete girme ve hükümetin tepesine yükselme eğiliminde olacaktır. Dolayısıyla kötü olan bir durum daha da kötüleşir.


Tarihsel olarak, bir prensin seçilmesi doğuştan soylu olmasına bağlıydı ve tek kişisel niteliği genellikle geleceğin prensi ve hanedanın, statüsünün ve mülklerinin koruyucusu olarak yetiştirilmesiydi. Elbette bu, bir prensin kötü ve tehlikeli olmayacağını garanti etmiyordu. Ancak, hanedanı koruma görevinde başarısız olan -ülkeyi harap eden, iç huzursuzluğa, kargaşaya ve çekişmeye neden olan ya da hanedanın konumunu başka bir şekilde tehlikeye atan- herhangi bir prensin ya etkisiz hâle getirilme ya da kendi ailesinin başka bir üyesi tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıya olduğunu hatırlamakta fayda var. Ancak her hâlükârda, doğum şansı ve yetiştirilme tarzı bir prensin kötü ve tehlikeli olmasını engellemese bile, aynı zamanda soylu bir doğum şansı ve prenslik eğitimi, zararsız bir keyif düşkünü ve hatta iyi ve erdemli bir insan olmasını da engellemiyordu.


Buna karşılık, devlet yöneticilerinin halk tarafından seçilmesi, iyi ya da zararsız bir kişinin en tepeye çıkmasını neredeyse imkânsız hâle getirmektedir. Başbakanlar ve cumhurbaşkanları, ahlâkî açıdan sınır tanımayan demagoglar olarak kanıtlanmış yeterliliklerine göre seçilirler. Dolayısıyla demokrasi, sadece kötü ve tehlikeli adamların hükümetin tepesine çıkmasını âdeta garanti altına alır. Nitekim, serbest politik rekabet ve seçimin bir sonucu olarak, başa geçenler giderek daha kötü ve tehlikeli bireyler hâline gelecek, ancak geçici ve sürekli değiştirilebilir bekçiler olarak nadiren suikasta uğrayacaklardır.


Bu noktada H.L. Mencken’den alıntı yapmak dışında daha iyi bir eylem mümkün değildir. “Politikacılar,” diye belirtiyor Mencken karakteristik ince zekâsıyla, “en azından demokratik devletlerde, nadiren de olsa yalnızca liyakatle [kamu görevine] gelirler. Elbette bu bazen olur, ama sadece bir tür mucizeyle. Normalde oldukça farklı nedenlerle seçilirler, bunların başında da entelektüel açıdan yetersiz olanları etkileme ve büyüleme güçleri gelir... İçlerinden herhangi biri ülkenin dış ya da iç durumu hakkında yalın gerçeği, tüm gerçeği ve sadece gerçeği söylemeye cesaret edebilecek durumda mıdır? İçlerinden herhangi biri yerine getiremeyeceğini bildiği -hiçbir insanın yerine getiremeyeceği- vaatlerden kaçınacak mıdır? İçlerinden herhangi biri, ne kadar bariz olursa olsun, halkın boğazına çöreklenmiş, gittikçe incelen kâğıtların içinde yuvarlanan ve umuda karşı umut besleyen büyük moron sürüsünden herhangi birini telaşlandıracak ya da yabancılaştıracak bir söz söyleyebilecek midir? Cevap, “başlangıçta birkaç hafta için olabilir...” şeklinde olacaktır. Ancak mesele adamakıllı ele alındıktan ve mücadele ciddi bir şekilde başladıktan sonra değil... Hepsi ülkedeki her erkeğe, kadına ve çocuğa istediği her şeyi vaat edecek. Hepsi zengini fakirleştirmek, düzeltilemeyeni düzeltmek, kurtarılamayanı kurtarmak, anlaşılamayanı anlamak, çözülemeyeni çözmek için fırsat kollayacak. Hepsi siğillerin üzerine bir şeyler söyleyerek onları iyileştirecek ve kimsenin kazanmak zorunda kalmayacağı parayla ulusal borcu ödeyecek. İçlerinden biri iki kere ikinin beş ettiğini kanıtladığında, bir diğeri altı, altı buçuk, on, yirmi, vb. ettiğini de kanıtlayacaktır. Kısacası, kendilerini mantıklı, samimi ve dürüst insanlar olarak tanımlamaktan vazgeçecekler ve sadece oy toplamak için aday olacaklardır. Bazıları şu anda bilmese bile, o zamana kadar hepsi oyların demokrasi altında mantıklı konuşarak değil, saçma konuşarak toplandığını öğrenmiş olacak ve kendilerini bu işe yürekten bir gayretle adayacaklardır. Çoğu, kargaşa sona ermeden önce, kendilerini gerçekten ikna etmiş olacaklardır. Kazanan, herhangi bir şeyi gerçekleştirme olasılığı en az olup en çok vaatte bulunan kişi olacaktır.”


 

Hans-Hermann Hoppe 2 Eylül 1949’da Batı Almanya’nın Peine kentinde doğmuş, Saarbrücken’deki Saarlandes Üniversitesi’nde, Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nde ve Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nde Felsefe, Sosyoloji, Tarih ve Ekonomi alanlarında eğitim görmüştür. 1974’te Felsefe alanında doktorasını ve 1981’de Sosyoloji ve Ekonomi alanlarında Habilitasyon’unu Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli Alman üniversitelerinin yanı sıra Bologna, İtalya’daki Johns Hopkins Üniversitesi Bologna İleri Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde ders vermiştir. 1986 yılında Murray Rothbard’ın yanında çalışmak üzere Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edip Rothbard’ın Ocak 1995’teki vefatına kadar yakın çalışma arkadaşı olarak kalmıştır. Avusturya Okulu’na mensup bir ekonomist ve liberteryen/anarko-kapitalist bir filozof olan Profesör Hans-Hermann Hoppe, Las Vegas Nevada Üniversitesi’nde (UNLV) Emeritus Ekonomi Profesörlüğü’nün ardından Alabama’nın Auburn kentinde bulunan Mises Enstitüsü’nde Seçkin Kıdemli Öğretim Üyeliği, Property and Freedom Society’nin (Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti) kuruculuğu ve başkanlığı, 2005 ve 2009 yılları arasında The Journal of Libertarian Studies’in (Liberteryen Çalışmalar Dergisi) baş editörlüğü ve Royal Horticultural Society’nin (Kraliyet Hortikültür Cemiyeti) ömür boyu üyeliği gibi onur ve unvanlara sahiptir. Profesör Hoppe, ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. Felsefe, ekonomi, tarih, politika ve sosyal bilimler üzerine hem Alman hem de İngiliz dillerinde sayısız makale ve kitabın yazarı olan Profesör Hoppe ile irtibata geçmek için HansHoppe.com’u ziyaret edebilir veya direkt e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Hasan Tahsin Başaran & Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Mises.org sitesinin “Why Democracy Rewards Bad People” adlı yazısının tercümesidir.
202 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page