top of page

Gerçekçi Bir Liberteryenizm

Hans-Hermann Hoppe - 28.09.2018


Liberteryenizm kültüre, topluma, dine veya ahlâkî ilkelere yönelik hemen her türlü tutumla mantıksal olarak tutarlıdır. Kesin bir mantıkla, liberteryen siyasî doktrin diğer tüm sistematik düşüncelerden koparılabilir; hatta çoğu liberteryen, bir yandan hedonist, libertin, ahlâk düşmanı, genel olarak dinin, özel olarak da Hıristiyanlığın militan düşmanı olup bir yandan da liberteryen siyasetin tutarlı bir taraftarı olabilir. Aslında, yine kesin ve katı bir mantık çerçevesinde düşünecek olursak, bir kişi politik olarak mülkiyet haklarının tutarlı bir savunucusu olabilirken, uygulamada çok sayıda liberteryen gibi bir beleşçi, bir dolandırıcı, küçük çaplı bir düzenbaz ve haydut olabilir. Mantıksal olarak bunları herkes yapabilse de, psikolojik, sosyolojik ve pratik olarak işler bu şekilde yürümüyor.
Murray N. Rothbard¹

Saf bir tümdengelim teorisi olarak liberteryenizm üzerine birkaç açıklamayla konuya girmek istiyorum.


Eğer dünyada kıtlık olmasaydı, insan çatışmaları da mümkün olmazdı. Kişiler arası anlaşmazlıklar her zaman ve her yerde kıt şeylerle ilgili anlaşmazlıklardır. Ben belirli bir şeyle X yapmak istiyorum ve siz de aynı şeyle Y yapmak istiyorsunuz.


Bu tür çatışmalar nedeniyle -ve birbirimizle iletişim kurabildiğimiz ve tartışabildiğimiz için- bu çatışmalardan kaçınmak amacıyla davranış normları ortaya koymaya çalışırız. Normların amacı anlaşmazlık ve çatışmalardan kaçınmaktır. Eğer çatışmalardan kaçınmak istemeseydik, davranış normları arayışı anlamsız olurdu. Sadece savaşır ve boğuşup dururduk.


Tüm çıkarlar arasında mükemmel bir uyum olmadığı sürece, kıt kaynaklara ilişkin çatışmalardan ancak tüm kıt kaynaklar belirli bir bireye özel, dışlayıcı, münhasır mülkiyet olarak tahsis edilirse kaçınılabilir. Ancak o zaman ben kendi eşyalarımla, siz de kendi eşyalarınızla iken birbirimizle çatışmaya girmeden, sizden bağımsız hareket edebilirim.


Ancak kim özel mülkiyeti olarak hangi kıt kaynağa sahiptir ve kim sahip değildir? İlk olarak, her insan sadece kendisinin sahip olduğu ve başka hiç kimsenin doğrudan kontrol edemediği ve özellikle de eldeki meseleyi tartışırken ve savunurken sadece kendisinin doğrudan kontrol edebildiği fiziksel bedenine sahiptir (senin bedenini ancak dolaylı olarak, yani öncelikle kendi bedenimi doğrudan kontrol ederek kontrol edebilirim, ya da tam tersi). Aksi takdirde, beden sahipliği dolaylı bir beden kontrolcüsüne devredilirse, doğrudan beden kontrolcüsü hayatta olduğu sürece kendi bedeni üzerindeki doğrudan kontrolünden vazgeçemeyeceği için çatışma kaçınılmaz hâle gelecektir; ve aksi takdirde, özellikle de herhangi bir mülkiyet anlaşmazlığında taraf olan iki kişinin, kimin iradesinin galip geleceği sorusunu tartışması ve münazara etmesi de imkânsız olacaktır; zira argüman ileri sürme ve münazara etme, her iki tarafın, yani savunan ve karşı tarafın da kendi bedenleri üzerinde münhasır kontrole sahip olduğunu ve dolayısıyla kavga etmeden (çatışmasız bir etkileşim biçiminde) kendi başlarına doğru karara varabilecekleri ön kabulüyle gerçekleşmektedir.


İkinci olarak, sadece dolaylı olarak kontrol edilebilen (doğuştan sahip olduğumuz, yani başkalarınca sahiplenilemeyen bedenimizle sahiplenmemiz gereken) kıt kaynaklar söz konusudur: Münhasır/dışlayıcı kontrol (mülkiyet), söz konusu kaynağı ilk sahiplenen kişi tarafından elde edilir ya da önceki sahibinden gönüllü (çatışmasız) mübadele yoluyla devralınır. Çünkü bir kaynağa yalnızca onu ilk sahiplenen (ve gönüllü mübadeleler zinciri yoluyla onunla bağlantılı olan sonraki tüm sahipler) çatışma olmaksızın, yani barışçıl bir şekilde bu kaynak üzerinde kontrol sahibi olabilir. Aksi takdirde, münhasır kontrol ilk sahiplenenler yerine sonradan gelenler tarafından üstlenilirse, çatışma önlenmez, aksine normların amacına aykırı olarak kaçınılmaz ve kalıcı hâle gelir.


Bu teoriyi esasen reddedilemez ve a priori doğru olarak gördüğümü vurgulamak isterim. Benim nazarımda bu teori, sosyal düşüncenin en büyük başarılarından birini, hatta en büyüğünü temsil etmektedir. Bu teori, her yerde barış içinde bir arada yaşamak isteyen tüm insanlar için değişmez temel kuralları formüle etmekte ve somutlaştırmaktadır.


Öte yandan bu teori bize gerçek hayat hakkında pek bir şey söylemez. Tabii ki, bize tüm gerçek toplumların, barışçıl ilişkilerle karakterize oldukları ölçüde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu kurallara bağlı olduklarını ve böylece rasyonel içgörü tarafından yönlendirildiklerini söyler. Ancak bize bunun ne ölçüde böyle olduğunu söylemez. Ayrıca, bu kurallara bağlılık tam olsa bile, insanların gerçekte nasıl bir arada yaşayabileceklerini de söylemez. Birbirlerine ne kadar yakın ya da uzak yaşadıklarını, ne zaman, ne sıklıkta ve ne kadar süreyle, hangi amaçlarla bir araya geldiklerini ve etkileşimde bulunduklarını ve benzeri şeyleri bize söylemez. Burada bir analoji kullanacak olursak, liberteryen teoriyi -barışçıl etkileşimlerin kurallarını- bilmek, mantık kurallarını -doğru düşünme ve akıl yürütme kurallarını- bilmek gibidir. Ancak, mantık bilgisi, doğru düşünme için ne kadar vazgeçilmez olsa da, bize gerçek insan düşüncesi, kullanılan ve elde edilen gerçek kelimeler, kavramlar, argümanlar, çıkarımlar ve sonuçlar hakkında hiçbir şey söylemediği gibi, barışçıl etkileşim mantığı, yani liberteryenizm de bize gerçek insan yaşamı ve eylemi hakkında hiçbir şey söylemez. Dolayısıyla, bilgisini iyi kullanmak isteyen her mantıkçının dikkatini gerçek düşünce ve muhakemeye yöneltmesi gerektiği gibi, liberteryen bir teorisyen de dikkatini gerçek insanların eylemlerine yöneltmelidir. Sadece bir teorisyen olmak yerine, aynı zamanda bir sosyolog ve psikolog olmalı ve “ampirik” sosyal gerçekliği, yani gerçekte olduğu gibi dünyayı dikkate almalıdır.


Bu da konuyu “Sol” ve “Sağ” meselesine sürüklüyor.


Paul Gottfried’in sık sık belirttiği gibi, Sağ ve Sol arasındaki fark, ampirik bir soruya ilişkin temel bir anlaşmazlıktır. Sağ, aslında, bireysel insan farklılıklarının ve çeşitliliklerinin varlığını tanıyıp bunları doğal kabul ederken, Sol bu tür farklılıkların ve çeşitliliklerin varlığını reddetmekte ya da bunları açıklamaya çalışmakta ve bunları her hâlükârda doğal bir insan eşitliği durumu tesis etmek için düzeltilmesi gereken doğal olmayan bir şey olarak görmektedir.


Sağ, sadece insan çevresinin ve bireysel insan bedeninin (boyu, gücü, ağırlığı, yaşı, cinsiyeti, cilt-saç veya göz rengi, yüz özellikleri, vesairesi gibi) fiziksel konumu ve yapısıyla sınırlı olmaksızın, tek tek her insanın bireysel farklılıklarının varlığını da kabul eder. Daha da önemlisi, Sağ, insanların zihinsel yapılarında, yani bilişsel kabiliyetlerinde, yeteneklerinde, psikolojik eğilimlerinde ve motivasyonlarında farklılıkların varlığını da kabul eder. Zeki ve donuk, akıllı ve aptal, dar ve ileri görüşlü, meşgul ve tembel, saldırgan ve barışçıl, uysal ve yaratıcı, fevri ve sabırlı, titiz ve dikkatsiz vb. insanların varlığını da kabul eder. Sağ, fiziksel çevre ve fiziksel insan bedeninin etkileşiminden kaynaklanan bu zihinsel farklılıkların hem çevresel hem de fizyolojik ve biyolojik faktörlerin sonucu olduğunu kabul eder. Sağ ayrıca, insanların hem coğrafî alanda fiziksel olarak hem de kan bağı (biyolojik ortaklıklar ve ilişkiler), dil ve din ile gelenek ve görenekler yoluyla duygusal olarak birbirlerine bağlı olduklarını (veya birbirlerinden ayrıldıklarını) kabul eder. Dahası, Sağ sadece bu farklılıkların ve çeşitliliklerin varlığını tanımakla kalmaz. Aynı zamanda girdilerin farklılığının sonuçlarının da farklı olacağının ve çok ya da az mülk sahibi, zengin ya da fakir, yüksek ya da düşük sosyal statü, rütbe, etki ya da otoriteye sahip insanlar yaratacağının farkındadır. Ve farklı girdilerin bu farklı sonuçlarını normal ve doğal olarak kabul eder.


Öte yandan Sol, insanların temel eşitliğine, tüm insanların “eşit yaratıldığına” inanır. Elbette ki apaçık ortada olan çevresel ve fizyolojik farklılıkları, yani bazı insanların dağlarda bazılarının deniz kenarında yaşadığını ya da bazı erkeklerin uzun bazılarının kısa, bazılarının beyaz bazılarının siyah, bazılarının erkek bazılarının kadın vs. olduğunu inkâr etmez. Ancak Sol, zihinsel farklılıkların varlığını inkâr etmekte ya da bu farklılıklar tamamen inkâr edilemeyecek kadar belirgin olduğu ölçüde, bunları “tesadüfi” olarak açıklamaya çalışmaktadır. Yani, Sol bu tür farklılıkları salt çevresel olarak belirlenmiş olarak açıklar, öyle ki Sol’a göre çevresel koşullardaki bir değişiklik (örneğin bir kişiyi dağdan deniz kenarına ya da tam tersi bir yere taşımak ya da her bir kişiye doğum öncesi ve sonrası aynı ilgiyi göstermek) eşit bir sonuç doğuracaktır ve Sol, bu farklılıkların (aynı zamanda) bazı -nispeten zor- biyolojik faktörlerden kaynaklandığını reddetmektedir. Diğer yandan, biyolojik faktörlerin hayattaki başarı ya da başarısızlığı (para ve şöhret) belirlemede nedensel bir rol oynadığının inkâr edilemediği durumlarda, örneğin 1.50 metre boyundaki bir adamın 100 metre koşuda Olimpiyat altın madalyası kazanamaması ya da şişman ve çirkin bir kızın Kainat Güzeli olamaması gibi, Sol bu farklılıkları saf şans olarak değerlendirmekte ve sonuçta ortaya çıkan bireysel başarı ya da başarısızlığı hak edilmemiş olarak görmektedir. Her durumda, ister avantajlı ya da dezavantajlı çevresel koşullardan ister biyolojik özelliklerden kaynaklansın, Sol’a göre tüm gözlemlenebilir bireysel insan farklılıkları eşitlenmelidir. Dağları ve denizleri yerinden oynatamayacağımız, yani uzun bir adamı kısa yapamayacağımız ya da siyah bir adamı beyaz yapamayacağımız gibi, bu tür bir değişikliğin tam anlamıyla yapılamayacağı durumlarda, Sol, hak edilmemiş bir şekilde “şanslı” olanların “şanssız” olanları tazmin etmesi gerektiğinde ısrar eder ki böylece her insan, tüm insanların doğal eşitliğine uygun olarak “hayatta eşit bir konuma” sahip olsun.


Sağ ve Sol hakkındaki bu kısa tanımlamadan sonra liberteryenizm konusuna dönüyorum. Liberteryen teori Sağ’ın dünya görüşü ile uyumlu mudur? Ve ayrıca liberteryenizm sol görüşlerle uyumlu mudur?


Sağ’a gelince, cevap kesin bir “evet” olacaktır. Sosyal gerçekliğe az çok aşina olan her liberteryen, Sağcı dünya görüşünün temel gerçekliğini kabul etmekte zorluk çekmeyecektir. Sağ’ın insanın sadece fiziksel değil zihinsel eşitsizliğine ilişkin ampirik iddiasını kabul edebilir ve ampirik kanıtlar ışığında gerçekten de kabul etmelidir; ve özellikle de Sağ’ın “laissez faire” yönündeki normatif iddiasını, yani bu doğal insan eşitsizliğinin kaçınılmaz olarak eşitsiz sonuçlara yol açacağını ve bu konuda hiçbir şey yapılamayacağını veya yapılmaması gerektiğini de kabul edebilir.


Ancak burada önemli bir uyarıda bulunmak gerekir. Sağ, ister başlangıç noktalarında ister sonuçlarda olsun, tüm insan eşitsizliklerini doğal olarak kabul edebilirken, liberteryen sadece başlangıçta bahsedilen barışçıl insan etkileşiminin temel kurallarına uyarak ortaya çıkan eşitsizliklerin doğal olduğu ve bunlara müdahale edilmemesi gerektiği konusunda ısrar edecektir. Bununla birlikte, bu kuralların ihlal edilmesinin sonucu olan eşitsizlikler düzeltici eylem gerektirir ve giderilmeleri gerekir. Dahası, liberteryen, bu tür kural ihlallerinin sonucu olan sayısız gözlemlenebilir insan eşitsizliği arasında, servetlerini çok çalışmaya, öngörüye, girişimcilik yeteneğine ya da gönüllü bir hediye veya mirasa değil, ampirik bir gerçek olarak, soygun, dolandırıcılık veya devlet tarafından verilen tekelci ayrıcalığa borçlu olan zengin adamlar gibi bir azınlığın var olduğunda da ısrar edecektir. Ancak bu gibi durumlarda gerekli olan düzeltici eylem eşitlikçilikten değil, tazmin arzusundan kaynaklanmalıdır: soyulduğunu, dolandırıldığını veya yasal olarak dezavantajlı duruma düşürüldüğünü gösterebilen bir kişi (ve sadece o kişi), kendisine ve mülküne karşı bu suçları işleyen kişiler (ve sadece bu kişiler) tarafından, tazminatın daha da büyük bir eşitsizliğe yol açacağı durumlar da dâhil olmak üzere (fakir bir adamın zengin bir adamı dolandırması ve ona tazminat borçlu olması gibi), tazmin edilmelidir.


Öte yandan, Sol’a gelince, cevap aynı derecede kesin bir “hayır” olacaktır. Sol’un, bireyler arasında ve dolaylı olarak çeşitli insan grupları arasında önemli zihinsel farklılıklar bulunmadığı ve bu tür farklılıklar gibi görünen şeylerin yalnızca çevresel faktörlerden kaynaklandığı ve yalnızca çevre eşitlenirse ortadan kalkacağı yönündeki ampirik iddiası, tüm günlük yaşam deneyimleri ve dağlar kadar birikmiş ampirik toplumsal araştırmalarla çelişmektedir. İnsanlar eşit değildir ve eşitlenemez ve bu konuda ne yapılırsa yapılsın eşitsizlikler her zaman yeniden ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte, Sol’u liberteryenizmle bağdaşmaz kılan şey, bilhassa Sol’un ima ettiği normatiflik talebi ve aktivizm programıdır. Sol’un herkesi eşitleme ya da herkesin “hayattaki konumunu” eşitleme hedefi, ister kişinin bedeninde ister dışsal şeylerde olsun, özel mülkiyetle bağdaşmaz. Barışçıl işbirliği yerine, sonu gelmeyen çatışmalara yol açar ve kendileri haricindeki halkı eşitlenmesi gereken “materyaller” olarak gören kalıcı bir yönetici sınıfın kesinlikle eşitlikçi olmayan bir şekilde kurulmasına neden olur. Murray Rothbard’ın formüle ettiği gibi, “hiçbir insan doğada ya da gönüllü bir toplumun sonuçları bağlamında tek tip ya da ‘eşit’ olmadığından, böyle bir eşitliği sağlamak ve sürdürmek zorunlu olarak yıkıcı bir zorlayıcı güçle donanmış bir iktidar elitinin sürekli olarak dayatılmasını gerektirir.”²


Sayısız bireysel insan farklılığı vardır; ve farklı birey grupları arasında daha da fazla farklılık vardır, çünkü her birey sayısız farklı gruba dâhil olabilir. İster bireyler ister gruplar arasında olsun, bu farklılıklardan hangilerinin avantajlı ve şanslı ya da dezavantajlı ve şanssız (ya da önemsiz) sayılacağını belirleyen iktidar elitidir. Şanslı ve şanssızların “eşitlenmesinin” -sayısız olası yol arasından- nasıl yapılacağını, yani eşitliği sağlamak için şanslılardan neyin ve ne kadar “alınacağını” ve şanssızlara “verileceğini” belirleyen de iktidar elitidir. Özellikle de iktidar eliti, kendisini şanssız olarak tanımlayarak, şanslılardan neyi ve ne kadar alacağını ve kendine saklayacağını belirleyecektir. Ve böylece her türlü eşitlik sağlanmış olur: Sayısız yeni farklılık ve eşitsizlik sürekli olarak yeniden ortaya çıktığı için, iktidar elitinin eşitleme işi hiçbir zaman doğal bir sona ulaşamaz, bunun yerine sonsuza kadar devam etmek zorundadır.


Solun eşitlikçi dünya görüşü sadece liberteryenizmle uyumsuz değildir. Gerçeklikten o kadar kopuktur ki, birilerinin bunu nasıl ciddiye alabildiğini sorgulamadan edemezsiniz. Sokaktaki adam kesinlikle tüm insanların eşitliğine inanmamaktadır. Sağduyu ve sağlam önyargılar buna engel teşkil etmektedir. Ve ben, eşitlikçi doktrinin gerçek savunucularından hiç kimsenin, içten içe, eşitlikçiliğin beyan ettiği şeye gerçekten inanmadığından kesinlikle eminim. O hâlde nasıl oldu da Sol dünya görüşü çağımızın hâkim ideolojisi hâline gelebildi?


En azından bir liberteryen için cevap açık olmalıdır: eşitlikçi doktrin bu statüye doğru veya haklı olduğu için değil, yönetici elitin totaliter sosyal kontrol çabasına mükemmel bir entelektüel kılıf sağladığı için ulaşmıştır. Yönetici elit bu nedenle “entelijensiya”nın (ya da “geveze sınıf”ın) yardımına başvurmuştur. Bu sınıf, maaşa bağlanmış ya da başka bir şekilde sübvanse edilmiş ve karşılığında (yanlış olduğunu bildiği ancak kendi istihdam beklentileri için son derece faydalı olan) eşitlikçi mesaj siparişini yerine getirmiştir. Dolayısıyla eşitlikçi saçmalığın en hevesli savunucuları entelektüel sınıf arasında bulunabilmektedir.³


O hâlde, liberteryenizm ile Sol’un savunduğu eşitlikçiliğin açıkça birbiriyle bağdaşmadığı göz önüne alındığında, bugün kendilerini liberteryen olarak adlandıran pek çok kişinin Sol’un bir parçası olması ve kendilerini Sol’un bir parçası olarak görmesi şaşırtıcı gelmelidir - ve bu, yönetici elitlerin ve onların saray entelektüellerinin muazzam ideolojik güçlerinin bir kanıtıdır. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?


Bu sol-liberteryenleri ideolojik olarak bir arada tutan şey, çeşitli “ayrımcılık karşıtı” politikaları aktif olarak desteklemeleri ve “serbest ve ayrımcı olmayan” bir göç politikasını savunmalarıdır.


Rothbard’a göre bu “liberteryenler”,


her birey diğerleriyle “eşit” olmasa da, akla gelebilecek her grubun, etnik birliğin, ırkın, cinsiyetin veya bazı durumlarda türlerin aslında “eşit” olduğu ve “eşit” kılınması gerektiği, her birinin herhangi bir “ayrımcılık” biçimiyle kısıtlanmaması gereken “haklara” sahip olduğu fikrine hararetle bağlıdırlar.

Ancak bu ayrımcılık karşıtı duruşu, tüm liberteryenlerin felsefelerinin temel taşı olarak gördükleri ve sonuçta münhasır/dışlayıcı mülkiyet anlamına gelen ve dolayısıyla mantıksal olarak ayrımcılığı ima eden özel mülkiyetle bağdaştırmak nasıl mümkün olabilir?


Geleneksel solcuların elbette böyle bir sorunu yoktur. Onlar özel mülkiyeti düşünmez ya da önemsemezler. Herkes herkese eşit olduğu için, dünya ve üzerindeki ve içindeki her şey herkese eşit derecede aittir -tüm mülkiyet “ortak” mülkiyettir- ve dünyanın eşit ortak sahibi olarak herkes elbette her yere ve her şeye eşit “erişim hakkına” sahiptir. Ancak tüm çıkarlar arasında mükemmel bir uyum olmadığı sürece, kalıcı bir çatışmaya yol açmadan herkesin eşit mülkiyete ve her şeye ve her yere eşit erişime sahip olmasını sağlayamazsınız. Dolayısıyla, bu çıkmazdan kaçınmak için bir Devlet, yani nihai karar verme yetkisine sahip bölgesel bir tekel kurmak gerekir. Yani “ortak mülkiyet” bir Devlet gerektirir ve “Devlet mülkiyeti” hâline gelmelidir. Sadece kimin neye sahip olduğunu değil, aynı zamanda tüm insanların mekânsal dağılımını da nihai olarak belirleyen Devlettir: kimin nerede yaşayacağını, kimin kiminle buluşup görüşebileceğini belirleyen de Devlettir -ve bu durumda özel mülkiyetin de canı cehenneme. Ne de olsa Devleti kontrol edecek olanlar onlar, yani Solculardır.


Ancak bu kaçış rotası kendine liberteryen diyen hiç kimseye açık değildir. Liberteryen, özel mülkiyeti ciddiye almalıdır.


Psikolojik ya da sosyolojik olarak, ayrımcılık karşıtı politikaların liberteryenleri cezbetmesi, uyumsuzlara ve aykırılara karşı sözde ‘hoşgörüsü’ nedeniyle liberteryenizmin cazibesine kapılan ve şimdi onu, günlük yaşamda tipik olarak kendi benzerlerine uygulanan tüm ayrımcılıklardan kurtulmak için bir araç olarak kullanmak isteyen çok fazla sayıdaki liberteryenin uyumsuz ya da basitçe tuhaf -ya da Rothbard’ın tanımıyla, “hedonist, libertin, ahlâk düşmanı, militan din düşmanı beleşçiler, dolandırıcılar, küçük çaplı düzenbazlar ve haydutlar”- olmalarıyla açıklanabilir. Peki bunu “mantıklı bir zeminde” nasıl gerçekleştiriyorlar? Sol-liberteryenler, yufka yürekli (bleeding-heart) liberteryenler ve insancıl-kozmopolit liberteryenler sadece solcu değildir. Özel mülkiyetin taşıdığı hayati önemi bilirler. Ancak özel mülkiyet kavramını, ayrımcılık karşıtı politikaları desteklemeleriyle ve özellikle de ayrımcılık içermeyen bir göç politikasının propagandasını yapmalarıyla görünüşte mantıklı bir şekilde nasıl bağdaştırabilirler?


Bunun kısa cevabı, mevcut tüm özel mülkiyeti ve bunun farklı insanlar arasındaki dağılımını ahlâkî şüphe altına almaktır. Bu taleple sol-liberteryenler, liberteryen olmayan sağın düştüğü hatanın tersi bir hataya düşmektedirler. Önceden de belirtildiği gibi, liberteryen olmayan Sağ, özellikle Devletin mülkiyeti de dâhil olmak üzere, mevcut tüm mülkiyeti (ya da en azından neredeyse tüm mülkiyeti) doğal, meşru ve âdil olarak görme hatasına düşmektedir. Bunun tam tersine, bir liberteryen mevcut bazı mülkiyetlerin ve tüm (ya da en azından pek çok) Devlet mülkiyetinin açıkça doğal, meşru ve âdil olmadığını ve bu nedenle iade ya da tazminat gerektirdiğini kabul eder ve bunda ısrar eder. Bunun tersine, sol-liberteryenler sadece tüm ya da çoğu Devlet mülkiyetinin doğal, meşru ve âdil olmadığını değil (ki sadece bu kabulden ‘liberteryen’ unvanını devşirirler), aynı zamanda tüm ya da çoğu özel mülkiyetin de doğal, meşru ve âdil olmadığını iddia ederler. Ve bu son iddiayı desteklemek için, mevcut tüm özel mülkiyet sahipliklerinin ve bunların çeşitli insanlar arasındaki dağılımının önceki Devlet eylemi ve mevzuatı tarafından etkilendiği, değiştirildiği ve çarpıtıldığı ve bu tür önceki Devlet müdahaleleri olmasaydı her şeyin farklı olacağı ve hiç kimsenin şu anda bulunduğu yerde ve konumda olmayacağı gerçeğine işaret ediyorlar.


Hiç şüphesiz bu gözlem doğrudur. Devlet, uzun tarihi boyunca bazı insanları zenginleştirmiş, bazılarını ise aksi takdirde olabileceklerinden daha fakir duruma düşürmüştür. Bazı insanları öldürmüş ve diğerlerinin hayatta kalmasına izin vermiştir. İnsanları bir yerden başka bir yere taşımıştır. Bazı meslekleri, endüstrileri ya da bölgeleri desteklemiş ve diğerlerinin gelişimini engellemiş ya da geciktirmiş ve değişikliğe uğratmıştır. Bazı insanları ayrıcalıklar ve tekellerle ödüllendirirken, diğerlerine karşı yasal olarak ayrımcılık yapmış ve onları dezavantajlı duruma düşürmüştür ve bu böyle çeşitlenerek sürüp gitmiştir. Geçmişteki adaletsizliklerin, kazananların ve kaybedenlerin, faillerin ve mağdurların listesi sonsuzdur.


Ancak bu tartışılmaz gerçekten, mevcut mülkiyetlerin tamamının ya da çoğunun ahlâkî açıdan şüpheli ve tasfiye ile ıslaha tâbi tutulması gerektiği sonucuna varılamaz. Elbette, Devlet mülkiyeti iade edilmelidir, çünkü haksız bir şekilde elde edilmiştir. Doğal sahiplerine, yani kendi özel mülklerinin bir kısmını Devlete teslim ederek bu tür bir ‘kamu’ mülkünü ‘finanse etmeye’ zorlanan insanlara (veya mirasçılarına) iade edilmelidir. Ancak ben burada bu spesifik “özelleştirme” meselesiyle ilgilenmeyeceğim. Daha ziyade, burada, geçmişteki adaletsizliklerin mevcut tüm özel mülkiyetleri de ahlâkî açıdan şüpheli hâle getirdiğine dair daha kapsamlı bir iddia söz konusudur ki bu iddia kesinlikle doğru değildir. Aslına bakılırsa, geçmişine bakılmaksızın çoğu özel mülkiyet muhtemelen meşru ve âdildir -tabii belirli bir iddia sahibinin meşru ve âdil olmadığını kanıtlayabileceği durumlar hariç. Ancak ispat yükü, mevcut mülkiyete ve tanzime itiraz eden kişinin üzerindedir ve söz konusu mülkün mevcut sahibinden daha eski bir tapuya sahip olduğunu göstermelidir. Aksi takdirde, iddia sahibi bunu kanıtlayamazsa, her şey şu anda olduğu gibi kalacaktır.


Ya da daha spesifik ve gerçekçi olmak gerekirse: Peter ya da Paul’ün ya da ebeveynlerinin, akla gelebilecek herhangi bir insan grubunun üyeleri olarak, geçmişte öldürülmüş, yerlerinden edilmiş, soyulmuş, saldırıya uğramış ya da yasal olarak ayrımcılığa uğramış olmaları ve geçmişteki bu adaletsizlikler olmasaydı şu anki mülklerinin ve sosyal konumlarının farklı olacağı gerçeğinden, bu grubun şu anki herhangi bir üyesinin (ne kendi grubunun içinden ne de dışından) başka birinin şu anki mülküne karşı (tazminat için) haklı bir talebi olduğu sonucu çıkmaz. Aksine, her bir vakada, Peter ya da Paul’ün birbiri ardına, belirli bir mülk parçası üzerinde mevcut, adı ve kimliği belirlenmiş bir mal sahibi ve iddia edilen failden daha eski bir unvana sahip olduğu için kişisel olarak daha iyi bir iddiaya sahip olduğunu göstermesi gerekecektir. Kuşkusuz, bunun yapılabildiği ve iade veya tazminata hak kazanıldığı önemli sayıda dava mevcuttur. Ancak aynı şekilde, mevcut herhangi bir mülkiyet dağılımına itiraz eden herhangi bir kişinin üzerindeki bu ispat yükü ile, ayrımcı olmayan-eşitlikçi herhangi bir gündem için çok fazla yol alınamaz. Aksine, “pozitif ayrımcılık” yasalarıyla dolu çağdaş Batı dünyasında, çeşitli “korunan gruplara”, diğer çeşitli korunmayan ve ayrımcılığa uğrayan gruplar pahasına yasal ayrıcalıklar tanınması durumunda, adaletin gerektirdiği gibi, mağduriyetine ilişkin bu tür bireyselleştirilmiş kanıtlar sunabilen herkesin Devlet tarafından bunu yapmasına ve dava açmasına ve mağdur eden kişiden tazminat talep etmesine gerçekten izin verilirse, daha az değil de daha fazla ayrımcılık ve eşitsizlik ortaya çıkacaktır.


Ancak sol-liberteryenler -yufka yürekli ve insancıl-kozmopolit liberteryenler- “pozitif ayrımcılığa” karşı mücadele eden “savaşçılar” olarak bilinmezler. Aksine, ulaşmak istedikleri sonuca varabilmek için, mağduriyet iddiasında bulunan bir kişinin mağduriyetine dair bireyselleştirilmiş kanıt sunma zorunluluğunu gevşetir ya da tamamen ortadan kaldırırlar. Tipik olarak, sol-liberteryenler liberteryen sıfatlı entelektüel statülerini korumak için bunu sessizce, gizlice ve hatta bilmeden yaparlar, ve pratikte, adaletin bu temel gerekliliğinden vazgeçerek, özel mülkiyet, mülkiyet hakları ve hak ihlalleri yerine “medeni haklar” ve “medeni hak ihlalleri” ve bireysel haklar yerine “grup hakları” gibi bulanık kavramları koyarlar ve böylece gizli sosyalistler hâline gelirler. Devletin, tüm özel mülkiyet sahipliklerini ve dağılımlarını bozduğu ve çarpıttığı göz önüne alındığında, yine de mağduriyetin bireyselleştirilmiş kanıtı gerekmeksizin, herkes ve akla gelebilecek her grup kolayca ve çok fazla entelektüel çaba sarf etmeden bir şekilde başka herhangi birine veya başka bir gruba karşı “mağduriyet” iddia edebilir.


Bireyselleştirilmiş mağduriyet kanıtı yükümlülüğünden kurtulan sol-liberteryenler, kendi ön kabulleri olan eşitlikçi varsayımlara uygun olarak yeni “mağdurlar” ve “mağdurlaştırıcılar” ‘keşfetme’ konusunda esasen sınırsızdırlar. Haklarını teslim etmek gerekirse, Devlet’i kurumsal bir mağdurlaştırıcı ve özel mülkiyet haklarının işgalcisi olarak kabul etmektedirler (yine ‘liberteryen’ olma iddiaları da buradan kaynaklanmaktadır). Ancak, mevcut dünyada sadece Devletin işlediği ve neden olduğu ve tüm Devlet varlıklarının ve işlevlerinin küçültülmesi ve nihayetinde parçalanması ve özelleştirilmesiyle çözülecek ve düzeltilecek olan adaletsizlik ve çarpıklıklardan çok daha fazla kurumsal ve yapısal adaletsizlik ve sosyal çarpıklık, çok daha fazla mağdur ve mağduriyet ve çok daha fazla iade, tazminat ve buna eşlik eden mülkiyetin yeniden dağıtımına ihtiyaç olduğunu görüyorlar. Onlara göre Devlet ortadan kaldırılsa bile, uzun zaman önceki varlığının veya Devlet öncesi bazı koşulların geç ve kalıcı etkileri olarak, âdil bir toplum yaratmak için düzeltilmesi gereken başka kurumsal çarpıklıklar yerinde kalacaktır.


Sol-liberteryenlerin bu konudaki görüşleri tamamen tek tip değildir, ancak genellikle kültürel Marksistlerin savunduklarından çok az farklılık gösterirler. Herhangi bir ampirik destek olmaksızın ve hatta aksi yöndeki ezici kanıtlara rağmen, büyük ölçüde ‘düz’ ve ‘yatay’ bir ‘eşitler’ toplumunu, yani az ya da çok benzer sosyal ve ekonomik statü ve konuma sahip, esasen evrensel ve dünya çapında homojen, benzer fikir ve yeteneklere sahip insanları ‘doğal’ olarak varsayarlar ve bu modelden tüm sistematik sapmaları ayrımcılığın sonucu ve bir tür tazminat ve iade gerekçesi olarak görürler. Buna göre, geleneksel ailelerin hiyerarşik yapısı, cinsiyet rolleri ve iş bölümünün erkekler ve kadınlar arasında olması doğal kabul edilmemektedir. Gerçekten de, tüm sosyal hiyerarşiler ve dikey otorite dereceleri, reisler ve klan şefleri, koruyucular, soylular, aristokratlar ve krallar, piskoposlar ve kardinaller, genel olarak ‘patronlar’ ve onların astları ya da yardımcıları şüpheyle karşılanmaktadır. Benzer şekilde, ‘ekonomik güç’ olarak adlandırılan tüm büyük veya ‘aşırı’ gelir ve servet eşitsizlikleri ve hem ezilen bir alt sınıfın hem de süper zengin insanlardan ve ailelerden oluşan bir üst sınıfın varlığı doğal görülmemektedir. Aynı şekilde, büyük sanayi ve finans şirketleri ve holdingler de Devletin yapay yaratıkları olarak kabul edilmektedir. Ayrıca sınıf, cinsiyet, ırk, etnik köken, soy, dil, din, meslek, çıkarlar, gelenekler veya göreneklere dayalı olsun olmasın, tüm ayrıcalıklı dernekler, topluluklar, cemaatler, kiliseler ve kulüpler ile tüm bölgesel ayrımlar, ayrılıklar ve ayrılmalar da şüpheli, doğal olmayan ve onarılması gereken unsurlardır.


Bu açıdan bakıldığında, ‘mağdur’ gruplar ve onları ‘mağdur edenler’ kolayca tespit edilebilir. Görünüşe göre, ‘mağdurlar’ insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. İnsanlığın geleneksel burjuva aile hayatı yaşayan beyaz (Kuzey Asyalılar da dâhil) heteroseksüel erkeklerden oluşan küçük bir kısmı hariç, herkes ve akla gelebilecek her grup ‘mağdur’dur. Onlar, özellikle de aralarındaki en yaratıcı ve başarılı olanlar (ilginç bir şekilde sadece zengin spor veya eğlence ünlüleri hariç), diğer herkesin ‘kurbanıdır’.


İnsanlık tarihine ilişkin bu görüş, tam da bu azınlık ‘mağdurlaştırıcılar’ grubundan kaynaklanan şaşırtıcı uygarlık başarıları ışığında insana tuhaf gelse de, kültürel Marksistler tarafından da propagandası yapılan mağduriyet teorisiyle neredeyse tamamen örtüşmektedir. Her iki grup da sadece bu benzer şekilde tanımlanan, tarif edilen ve üzüntü duyulan ‘yapısal mağduriyet durumunun’ nedeni konusunda farklılık göstermektedir. Kültürel Marksistler için bu durumun nedeni özel mülkiyet ve özel mülkiyet haklarına dayalı dizginlenmemiş kapitalizmdir. Onlar için, verilen zararın nasıl onarılacağının cevabı açık ve kolaydır. Gerekli tüm tazmin, telafi ve yeniden dağıtım, muhtemelen kontrol ettikleri Devlet tarafından yapılmalıdır.


Sol-liberteryenler için bu cevap işe yaramamaktadır. Onların özel mülkiyetten ve Devlet mülkiyetinin özelleştirilmesinden yana olmaları gerekir. Tazminatı devlete yaptıramazlar, çünkü liberteryenler olarak devleti parçalamaları ve nihayetinde ortadan kaldırmaları gerekir. Yine de tüm sözde kamu mülkiyetinin özelleştirilmesinden kaynaklanandan daha fazla tazminat istemektedirler. Zira âdil bir toplum yaratmak için Devleti ortadan kaldırmak onlar için yeterli değildir. Mağdurların az önce bahsedilen büyük çoğunluğunu tazmin etmek için daha fazlasına ihtiyaç duymaktadırlar.


Ama ne için? Ve hangi gerekçelerle? Mağduriyetin bireyselleştirilmiş kanıtı olduğunda, yani bir A kişisi, B kişisinin kendi mülkünü işgal ettiğini veya aldığını ya da tam tersini kanıtlayabiliyorsa, sorun yoktur! Durum açıktır. Ancak böyle bir kanıtın yokluğunda, ‘mağdurlaştırıcıların’ ‘mağdurlarına’ borçlu oldukları başka ne vardır ve hangi gerekçelere dayanmaktadır? Kimin kime ne kadar ve ne borçlu olduğu nasıl belirlenir? Ve bir Devletin yokluğunda ve dolayısıyla başkalarının özel mülkiyet haklarını çiğnemeden bu iade ve tazmin planı nasıl uygulanabilir? Bu, kendini sol-liberteryen olarak tanımlayan herkes için temel entelektüel sorunu ortaya koymaktadır.


Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu meydan okumaya verdikleri cevap kaçamak ve belirsizdir. Toparlayabildiğim kadarıyla, bunlar birer nasihat ve ikazdan öteye gitmiyor. Entelektüel ortamın keskin bir gözlemcisinin özetlediği gibi: “Nazik olun!” Daha doğrusu: Siz, sizi küçük ‘mağdurlaştırıcılar’ grubu, ‘mağdurların’ büyük çoğunluğunun tüm üyelerine, yani beyaz heteroseksüel erkekler dışındaki herkesin uzun ve alışıldık listesine karşı her zaman bilhassa ‘nazik’, bağışlayıcı ve kapsayıcı olmalısınız! Ve uygulamaya gelince: Bazı mağdur sınıfı üyelerine gereken saygıyı göstermeyen tüm ‘mağdurlaştırıcılar’, yani ‘kaba’, merhametsiz veya dışlayıcı olan ya da onlar hakkında ‘kaba’ veya saygısız şeyler söyleyen mağdurlaştırıcılar, itaat etmeleri için kamuoyu önünde dışlanmalı, aşağılanmalı ve utandırılmalıdır!


İlk bakışta ya da işitildiğinde, nasıl telafi edileceğine dair bu öneri - ‘nazik’ insanlardan beklenebileceği gibi - iyi, iyi niyetli, zararsız ve düpedüz ‘nazik’ görünebilir. Ancak, aslında bu ‘nazik’ ve zararsız bir nasihat değildir. Yanlış ve tehlikelidir.


İlk olarak, belirli fiziksel araçlar (mallar) üzerindeki özel mülkiyet haklarına saygı duymak dışında neden bir kimse bir başkasına özellikle nezaket göstersin? Nazik olmak bilinçli, yani üzerine düşünülmesi gereken bir eylemdir ve tüm eylemler gibi çaba gerektirir. Fırsat maliyetleri vardır. Aynı çaba başka etkiler için de harcanabilir. Gerçekten de, faaliyetlerimizin çoğu olmasa da birçoğu, yemeğimizi hazırlarken, arabamızı sürerken ya da okuyup yazarken olduğu gibi, başkalarıyla doğrudan etkileşime girmeden, tek başımıza ve sessizlik içinde gerçekleştirilir. ‘Başkalarına karşı nazik olmaya’ ayrılan zaman, muhtemelen daha değerli başka şeyler yapmak için kaybedilen zamandır. Dahası, nezaket gerekçelendirilmelidir. Bana kötü davranan insanlara neden iyi davranayım ki? Nezaket hak edilmelidir. Ayrım gözetmeksizin yapılan nezaket, erdemli ve hatalı davranışlar arasındaki ayrımı azaltır ve nihayetinde ortadan kaldırır. Hak etmeyen insanlara çok fazla, hak edenlere ise çok az nezaket gösterilecek ve sonuç olarak genel nezaketsizlik seviyesi yükselecek ve kamusal yaşam giderek daha tatsız bir hâl alacaktır.


Dahası, her liberteryenin kabul etmek zorunda kalacağı gibi, gerçek özel mülk sahiplerine kötü şeyler yapan gerçekten kötü insanlar da vardır, ki bunların en başlıcası Devlet aygıtının başındaki yönetici elitlerdir. Onlara karşı iyi davranmak gibi bir zorunluluğumuz yoktur! Yine de, ‘mağdurların’ büyük çoğunluğu ekstra sevgi, özen ve ilgiyle ödüllendirilirse, aslında bu nezaketi en çok hak edenlere daha az zaman ve çaba harcanmış olunacağından, sonuç kabalık olacaktır. Dolayısıyla Devletin gücü evrensel ‘nezaket’ ile zayıflamayacak, aksine güçlenecektir.


Ve neden özellikle beyaz heteroseksüel erkeklerden oluşan küçük bir azınlık ve özellikle de bu azınlığın en başarılı üyeleri, diğer tüm insanların büyük çoğunluğuna ekstra nezaket borçludur? Neden tam tersi olmasın? Ne de olsa, şu anki yaşam standartlarımızın ve konforumuzun büyük ölçüde ve kesin olarak bağlı olduğu, her yerde ve herhangi bir yerde kullanılan tüm teknik icatlar, makineler, aletler ve aygıtların büyük çoğunluğu onlar tarafından ortaya çıkarılmıştır. Diğer tüm insanlar, genel olarak, sadece onların ilk icat ve inşa ettiklerini taklit etmişlerdir. Geri kalan herkes, mucitlerin ürünlerinde somutlaşan bilgiyi bedavaya miras aldı. Baba, anne, onların müşterek çocukları ve müstakbel mirasçılarından oluşan tipik beyaz hiyerarşik aile yapısı ve onların ‘burjuva’ davranış ve yaşam tarzı -yani Sol’un küçümsediği ve kötülediği her şey- en büyük sermaye malları (servet) birikimi ve en yüksek ortalama yaşam standartları ile dünyanın gördüğü ekonomik açıdan en başarılı toplumsal örgütlenme modeli değil midir? Ve sadece bu ‘mağdurlaştırıcılar’ azınlığının büyük ekonomik başarıları sayesinde, giderek artan sayıda ‘mağdur’ dünya çapında bir iş bölümü ağıyla bütünleşip bu ağın avantajlarına ortak olabilmiş değil midir? Geleneksel beyaz, burjuva aile modelinin başarısı sayesinde sözde ‘alternatif yaşam tarzları’ ortaya çıkabilmiş ve zaman içinde sürdürülebilmiş değil midir? O hâlde bugünün ‘mağdurlarının’ çoğu, hayatlarını ve mevcut yaşamlarını, sözde ‘mağdurlaştırıcılarının’ başarılarına borçlu değiller midir?


Neden ‘mağdurlar’ kendilerini ‘mağdurlaştıranlara’ özel bir saygı göstermiyor? Neden başarısızlıktan ziyade ekonomik kazanım ve başarıya özel bir itibar tanınmasın ve neden kendi varlığının devamı için gerekli bir koşul olarak ‘normal’ yaşam tarzlarına sahip ‘normal’ insanlardan oluşan, önceden var olan baskın bir çevre toplumu gerektiren herhangi bir anormal alternatif yerine geleneksel, ‘normal’ yaşam tarzlarına ve davranışlara özel bir övgüde bulunulmasın?


Bu retorik soruların görünürdeki cevabına birazdan geleceğim. Ancak öncesinde, sol-liberteryenlerin ‘tarihî mağdurlara’ yönelik özel nezaket tavsiyelerindeki ikinci -stratejik- bir hataya kısaca değinmek gerekir.


İlginçtir ki, hem sol-liberteryenler hem de kültürel Marksistler tarafından tanımlanan ‘mağdur’ gruplar, Devlet tarafından da ‘yoksun’ ve tazmin edilmesi gereken gruplar olarak tanımlanan gruplardan çok az farklılık göstermektedir. Bu durum kültürel Marksistler için bir sorun teşkil etmezken ve Devlet aygıtı üzerinde ne ölçüde kontrol sahibi olduklarının bir göstergesi olarak yorumlanabilirken, sol-liberteryenler için bu tesadüf entelektüel bir endişe kaynağı olmalıdır. Devlet neden ‘mağdurların’ ‘mağdurlaştırıcılar’ tarafından ‘ayrımcılığa uğramaması’ gibi sol-liberteryenlerin de farklı yöntemlerle bile olsa ulaşmak istedikleri aynı ya da benzer bir amacın peşinden gitsin ki? Sol-liberteryenler tipik olarak bu sorudan bihaberdir. Oysa biraz sağduyusu olan herkes için cevap açık olmalıdır.


Devlet, her bir birey üzerinde tam kontrole ulaşmak için bir böl ve yönet (divide et impera) politikası izlemelidir. Diğer tüm rakip toplumsal otorite merkezlerini zayıflatmalı, sarsmalı ve nihayetinde yok etmelidir. En önemlisi, karılar ve kocalar, çocuklar ve ebeveynler, kadınlar ve erkekler, zenginler ve yoksullar arasındaki çatışmaları besleyerek ve yasalaştırarak özerk karar alma merkezleri olan geleneksel, ataerkil aile hanesini ve özellikle de bağımsız olarak varlıklı aile hanesini zayıflatmalıdır. Aynı şekilde, vatandaşlık statüsü ve pasaport sahibi olarak belirli bir Devlete bağlılık dışında, tüm hiyerarşik düzenler ve sosyal otorite dereceleri, tüm özel dernekler ve -belirli bir aile, topluluk, etnisite, kabile, ulus, ırk, dil, din, gelenek veya göreneğe- tüm kişisel sadakat ve bağlılıklar zayıflatılmalı ve nihayetinde yok edilmelidir.


Tüm bunları yapmanın ayrımcılık karşıtı yasalar çıkarmaktan daha iyi bir yolu var mıdır?!


Nitekim, cinsiyet, cinsel yönelim, yaş, ırk, din, ulusal köken, vesaire temelli tüm ayrımcılıkların yasaklanmasıyla, çok sayıda insan Devlet onaylı ‘mağdur’ ilân edilmektedir. O hâlde ayrımcılık karşıtı yasalar, tüm ‘mağdurlara’ kendi ‘favori’ ‘baskıcıları’, özellikle de aralarındaki daha varlıklı olanlar ve onların ‘baskıcı’ entrikaları, yani ‘cinsiyetçilikleri’, ‘homofobiklikleri’, ‘şovenistlikleri’, ‘yerlicilikleri’, ‘ırkçılıkları’, ‘yabancı düşmanlıkları’ ya da başka şeyler hakkında kusur bulmaları ve Devlete şikâyette bulunmaları ve Devletin bu tür şikayetlere ‘baskıcıları’ güçsüz düşürerek, yani onları mülklerinden ve otoritelerinden ardı ardına mahrum bırakarak ve buna bağlı olarak giderek zayıflayan, parçalanan, bölünen ve homojenliğini yitiren bir toplum karşısında kendi tekelci gücünü genişletip güçlendirerek yanıt vermesi için yapılan resmî bir çağrıdır.


Böylece, ironik bir şekilde, devleti küçültmek ve hatta ortadan kaldırmak istediklerini iddia eden sol-liberteryenler, kendilerine özgü eşitlikçi mağduriyetçilikleriyle devletin suç ortağı hâline gelmekte ve onun gücünün artmasına etkin bir şekilde katkıda bulunmaktadırlar. Gerçekten de sol-liberteryenlerin ayrımcılığın olmadığı çok kültürlü bir toplum vizyonu, Peter Brimelow’un deyimiyle, Devlet için Viagra’dır.


Bu da son konuya gelmeme vesile oluyor.


Sol-liberteryenizmin Devletin Viagrası olarak oynadığı rol, giderek daha da şiddetlenen göç sorunu karşısındaki tutumları düşünüldüğünde çok daha belirgin hâle gelmektedir. Sol-liberteryenler özellikle ‘serbest ve ayrımcı olmayan’ bir göç politikasının ateşli savunucularıdır. Devletin göç politikasını eleştiriyorlarsa, bunu giriş kısıtlamalarının yanlış kısıtlamalar olduğu, yani yerli vatandaşların mülkiyet haklarını korumaya hizmet etmediği için değil de, göçe herhangi bir kısıtlama getirdiği için yaparlar.


Ancak hangi gerekçeyle kısıtlamasız, “serbest” göç hakkı olmalıdır? Hiç kimse, hâlihazırda başkası tarafından iskân edilmiş bir yere, o yeri iskân eden kişi tarafından davet edilmediği sürece taşınma hakkına sahip değildir. Ve eğer tüm yerler zaten iskân edilmişse, tüm göçler sadece davetle yapılan göçler olacaktır. “Serbest” göç hakkı sadece bakir topraklar için, yani sınırlar dışında kalan çıplak yerleşim yerleri için söz konusudur.


Bu sonucun etrafından dolaşmanın ve hâlâ “serbest” göç kavramını ayakta tutmanın sadece iki yolu vardır. Birincisi, mevcut tüm iskâncıları ve onların yerleşim yerlerini ahlâkî şüphe altına almaktır. Bu amaçla, mevcut tüm iskâncıların daha önceki Devlet eylemleri, savaşları ve fetihlerinden etkilendiği gerçeğinden çokça bahsedilmektedir. Devlet sınırları tekrar tekrar çizilmiş, insanlar yerlerinden edilmiş, sürülmüş, öldürülmüş ve yeniden yerleştirilmiş ve devlet tarafından finanse edilen altyapı projeleri (yollar, toplu taşıma imkânları, vs.) neredeyse tüm mekânların değerini ve göreceli fiyatını etkilemiş ve bunlar arasındaki seyahat mesafesini ve maliyetini değiştirmiştir. Ancak, daha önce biraz farklı bir bağlamda açıklandığı üzere, bu tartışılmaz gerçekten, mevcut herhangi bir yerin sakininin başka bir yere göç etme hakkı olduğu sonucu çıkmaz (tabii ki o yerin sahibi olduğu veya mevcut sahibinden izin aldığı durumlar hariç). Dünya herkese ait değildir.


İkinci olası yol, kamu mülkiyeti olarak adlandırılan tüm mülklerin, yani yerel, bölgesel veya merkezî hükümet tarafından kontrol edilen mülklerin serbest ve sınırsız erişime açık yerleşim yerleri olduğunu iddia etmektir. Ancak bu kesinlikle hatalıdır. Devlet mülkiyetinin önceden yapılan kamulaştırmalara dayandığı için gayrimeşru olduğu gerçeğinden, sahipsiz ve herkese açık olduğu sonucu çıkmaz. Yerel, bölgesel, ulusal ya da federal vergi ödemeleri yoluyla finanse edilmiştir ve tüm kamu mülklerinin meşru sahipleri bu vergileri ödeyenlerdir, başka hiç kimse değil. Bu mülkleri üzerindeki haklarını -Devlet tarafından gasp edildiği için- kullanamazlar ancak meşru sahipleri onlardır.


Tüm yerleşim yerlerinin özel mülkiyete ait olduğu bir dünyada göç sorunu da ortadan kalkar. Göçmenlik hakkı diye bir şey yoktur. Sadece çeşitli yerlerin ticaretini yapma, satın alma ya da kiralama hakkı vardır. Peki ya yerel, bölgesel ya da merkezî devlet hükümetleri tarafından yönetilen kamu mülklerinin bulunduğu gerçek dünyada göç ne olacak?


İlk olarak, eğer Devlet, yapması gerektiği gibi, vergi mükelleflerinin sahip olduğu kamu mülkünün emanetçisi olarak hareket etseydi, göç politikaları nasıl olurdu? Devlet, bir konut derneği ya da kapalı sitenin üyeleri tarafından ortaklaşa sahip olunan ve finanse edilen ortak mülkün yöneticisi gibi hareket etseydi göç nasıl olurdu?


En azından prensipte cevap nettir. Bir emanetçinin göçle ilgili kılavuzu “tam maliyet” ilkesi olacaktır. Yani, göçmen veya onu davet eden yerel sakin, göçmenin varlığı sırasında tüm kamu malları veya tesislerinden yaptığı kullanımın tam maliyetini ödemelidir. Yerleşik vergi mükellefleri tarafından finanse edilen ortak mülkiyetin maliyeti göçmenlerin varlığı nedeniyle artmamalı ya da kalitesi düşmemelidir. Aksine, eğer mümkünse, bir göçmenin varlığı yerleşik mal sahiplerine ya daha düşük vergiler ya da topluluk harçları şeklinde ya da topluluğa ait ortak mülkün daha yüksek kalitesi (ve dolayısıyla her yönüyle daha yüksek mülk değerleri) şeklinde bir kâr sağlamalıdır.


Tam maliyet ilkesinin ayrıntılı olarak nasıl uygulanacağı tarihsel koşullara, yani özellikle de göç baskısına bağlıdır. Eğer baskı düşükse, kamu yollarına ilk giriş tamamen ‘yabancılar’ için sınırsız olabilir ve göçmenlerle ilgili tüm maliyetler, yerel kâr beklentisiyle yerel sakinler tarafından tamamen absorbe edilir. Bundan sonraki tüm ayrımcılıklar, bireysel yerleşim yeri sahiplerine bırakılacaktır ki bu, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Batı dünyasında var olan durumdur. Ancak o zaman bile, aynı cömertlik büyük olasılıkla göçmenlerin kamu hastanelerini, okulları, üniversiteleri, konutları, havuzları, parkları ve benzerlerini kullanmaları şeklinde genişletilmeyecektir. Bu tür tesislere giriş göçmenler için “ücretsiz” olmayacaktır. Aksine, göçmenler bu tesislerden yararlanırken, yerel vergi yükünü azaltmak amacıyla, bu tesisleri finanse eden yerel sakinlerden daha yüksek bir ücret ödeyeceklerdir. Ve eğer geçici bir ziyaretçi-göçmen daimî ikamet sahibi olmak isterse, ortak mülklerinin fazladan kullanımı için tazminat olarak mevcut mal sahiplerine havale edilmek üzere bir giriş ücreti ödemesi beklenecektir.


Öte yandan, eğer göç baskısı yüksekse -şu anda tüm Batılı, beyaz, heteroseksüel erkek egemen dünyada olduğu gibi- aynı amaç doğrultusunda, yerel sakinlerin özel ve ortak mülklerini korumak için daha kısıtlayıcı önlemlerin alınması gerekebilir. Bilinen suçluları ve diğer istenmeyen ayak takımını dışarıda tutmak için sadece giriş limanlarında değil, aynı zamanda yerel düzeyde de kimlik kontrolleri yapılabilir. Ayrıca, çeşitli özel mülklerinin kullanımıyla ilgili olarak bireysel yerleşim yeri sahipleri tarafından ziyaretçilere uygulanan özel kısıtlamaların yanı sıra, daha genel yerel giriş kısıtlamaları da olabilir. Özellikle cazip bazı topluluklar, her ziyaretçi için (ikamet edenlerin davet ettiği misafirler hariç) ikamet edenlere havale edilmek üzere bir giriş ücreti talep edebilir veya tüm ortak mülklerle ilgili belirli bir davranış kuralları belirleyebilir. Ve bazı topluluklar için daimî mülkiyet-ikamet gereklilikleri oldukça kısıtlayıcı olabilir ve bugün bazı İsviçre topluluklarında olduğu gibi yoğun bir tarama ve ağır bir giriş ücreti içerebilir.


Ancak tabii ki Devletin yaptığı bu değildir. ABD ve Batı Avrupa gibi en yüksek göç baskısıyla karşı karşıya olan Devletlerin göç politikaları, bir emanetçinin eylemleriyle çok az benzerlik göstermektedir. Tam maliyet ilkesini takip etmezler. Göçmene esasen “parasını öde ya da git” demezler. Aksine, ona “bir kez girdikten sonra kalabilir ve ödeme yapmasan bile sadece tüm yolları değil, her türlü kamu tesisi ve hizmetini ücretsiz veya indirimli fiyatlarla kullanabilirsin” derler. Yani, göçmenleri sübvanse ederler -ya da daha açık ifade etmek gerekirse, yerli vergi mükelleflerini onları sübvanse etmeye zorlarlar. Özellikle de daha ucuz yabancı işçi ithal eden yerli işverenleri sübvanse ederler. Çünkü bu tür işverenler, istihdamları ile ilgili toplam maliyetlerin bir kısmını -yabancı çalışanlarının tüm yerleşik kamu malları ve tesislerinden ücretsiz olarak yararlanmasını- diğer yerli vergi mükelleflerinin üzerine yıkabilirler. Ve ayrımcılık yasağı yasaları yoluyla sadece tüm dâhilî ve yerel giriş kısıtlamalarını değil, aynı zamanda ve giderek artan bir şekilde tüm yerel özel mülkiyete giriş ve kullanımla ilgili tüm kısıtlamaları yasaklayarak, yerleşik vergi mükellefleri pahasına göçü (iç göçü) daha da sübvanse ederler.


Göçmenlerin ister ziyaret ister yerleşim amaçlı ilk girişlerine gelince, Devletler bireysel özellikler temelinde, yani bir emanetçinin yapması gerektiği gibi ve her özel mülk sahibinin kendi mülkü ile ilgili olarak yapacağı şekilde ayrımcılık yapmazlar, ancak gruplar veya insan sınıfları temelinde, yani milliyet, etnik köken vb. temelinde ayrımcılık yaparlar. Göçmenin kimliğini kontrol etmek, hakkında bir tür güven kontrolü yapmak ve muhtemelen bir giriş ücreti talep etmek gibi tek tip bir kabul standardı uygulamazlar. Bunun yerine, bazı yabancı sınıflarına, sanki geri dönen sakinlermiş gibi, herhangi bir vize şartı olmaksızın ücretsiz giriş izni verirler. Böylece, örneğin, tüm Rumenler veya Bulgarlar, bireysel özelliklerine bakılmaksızın, Almanya’ya veya Hollanda’ya göç etmekte ve orada kalıp tüm kamu mallarından ve tesislerinden yararlanmakta serbesttirler, her ne kadar para ödemeseler ve masrafları Alman veya Hollandalı vergi mükelleflerine ait olsa da. ABD ve ABD vergi mükellefleri karşısında Porto Rikolular ve ayrıca davetsiz ve kimliği belirsiz izinsiz girenler olarak ABD’ye yasadışı yollardan girmelerine fiilen izin verilen Meksikalılar için de benzer bir durum söz konusudur. Öte yandan, diğer yabancı grupları da zahmetli vize kısıtlamalarına tâbidir. Bu nedenle, örneğin, yine bireysel özelliklerinden bağımsız olarak, tüm Türkler korkutucu bir vize prosedüründen geçmek zorundadır ve davet edilmiş olsalar ve orada bulunmalarıyla ilgili tüm masrafları karşılayacak yeterli paraya sahip olsalar bile Almanya veya Hollanda’ya seyahat etmeleri tamamen engellenebilir.


Yerleşik mülk sahibi vergi mükellefleri bir yandan ödeme yapamayacak olsalar bile bazı göçmen sınıfları ayrım gözetmeksizin ülkeye alınarak, diğer yandan da ödeme yapabilecek olsalar bile diğer göçmen sınıfları ayrım gözetmeksizin dışlanarak iki kez zarar görmektedir.


Ancak sol-liberteryenler bu göç politikasını, nihai olarak özel yerel mülk sahibi vergi mükelleflerine ait olan bir kamu mülkünün emanetçisininkine aykırı olduğu için, yani tam maliyet ilkesini uygulamadığı ve dolayısıyla yanlış ayrımcılık yaptığı için değil, ayrımcılık yaptığı için eleştirmektedir. Onlar için serbest ve ayrımcı olmayan göç, vizesiz girişin ve daimî ikametin herkese, yani her potansiyel göçmene, bireysel özelliklerine veya kalış masraflarının tamamını ödeme gücüne bakılmaksızın eşit koşullarda sunulması anlamına gelmektedir. Örneğin herkes Almanya, Hollanda, İsviçre veya ABD’de kalmaya ve tüm yerel kamu tesis ve hizmetlerinden ücretsiz yararlanmaya davet edilir.


Tabii, sol-liberteryenler bu politikanın günümüz dünyasında doğuracağı bazı sonuçların farkındadırlar. Yurtiçindeki kamu mülklerinin ve hizmetlerinin kullanımına ilişkin başka, dâhilî veya yerel giriş kısıtlamalarının olmaması ve giderek artan bir şekilde yurtiçindeki özel mülkiyetin kullanımına ilişkin tüm giriş kısıtlamalarının da olmaması (sayısız ayrımcılık karşıtı yasa nedeniyle), öngörülebilir sonuç, üçüncü ve ikinci dünyadan ABD ve Batı Avrupa’ya büyük bir göçmen akını ve mevcut yurtiçi ‘kamu refahı’ sisteminin hızla çökmesi olacaktır. Vergiler sert bir şekilde arttırılmak zorunda kalınacak (üretken ekonomi daha da daralacak) ve kamu malları ve hizmetleri dramatik bir şekilde kötüleşecektir. Benzeri görülmemiş büyüklükte bir mali kriz ortaya çıkacaktır.


Peki bu, kendine liberteryen diyen biri için neden arzu edilen bir hedef olsun ki? Doğru, vergilerle finanse edilen kamu refah sistemi tümüyle yok edilmelidir. Ancak “serbest” bir göç politikasının yol açacağı kaçınılmaz kriz bu sonucu doğurmaz. Aksine, tarihe biraz aşina olan herkesin bileceği gibi, krizler genellikle Devletler tarafından kendi güçlerini daha da arttırmak için kullanılır ve genellikle kasıtlı olarak üretilir. Ve elbette “serbest” bir göç politikasının yaratacağı kriz olağanüstü bir kriz olacaktır.


Sol-liberteryenlerin öngörülebilir krize yönelik soğukkanlı ve hatta sempatik değerlendirmelerinde tipik olarak göz ardı ettikleri şey, çöküşe neden olan göçmenlerin çöküş gerçekleştiğinde hâlâ fiziksel olarak burada bulunmaya devam edecekleri gerçeğidir. Sol-liberteryenler için, eşitlikçi önyargıları sayesinde, bu gerçek bir sorun anlamına gelmemektedir. Onlar için tüm insanlar az ya da çok eşittir ve dolayısıyla göçmen sayısındaki bir artışın, daha yüksek bir doğum oranı yoluyla yerli nüfusun artmasından daha fazla bir etkisi yoktur. Ancak her sosyal realist için, hatta sağduyu sahibi herkes için, bu önerme açıkça yanlış ve potansiyel olarak tehlikelidir. Almanya’da yaşayan bir milyon daha fazla Nijeryalı ya da Arap ya da ABD’de yaşayan bir milyon daha fazla Meksikalı ya da Hutu ya da Tutsi, bir milyon daha fazla yerli Alman ya da Amerikalıdan oldukça farklı bir şeydir. Kriz patlak verdiğinde ve maaş çekleri gelmeyi bıraktığında milyonlarca üçüncü ve ikinci dünya ülkesinden gelen göçmenle birlikte, barışçıl bir sonucun ortaya çıkması ve doğal, özel mülkiyete dayalı bir toplumsal düzenin oluşması pek olası değildir. Bunun yerine iç savaş, yağma, vandalizm ve kabile ya da etnik çete savaşlarının patlak vermesi çok daha muhtemel ve hatta neredeyse kesin olacak ve güçlü bir tek adam rejimi çağrısı giderek daha belirgin hâle gelecektir.


Bu durumda, Devletin neden sol-liberteryen “serbest” göç politikasını benimsemediği ve öngörülebilir krizin kendi iktidarını daha da güçlendirmek için sunduğu fırsatı değerlendirmediği sorulabilir. Devlet, hem ülke içindeki ayrımcılık karşıtı politikaları hem de mevcut göç politikaları aracılığıyla, ülke nüfusunu parçalamak ve böylece kendi gücünü artırmak için zaten çok şey yapmıştır. “Serbest göç” politikası, ayrımcı olmayan “multikültüralizme” devasa bir boyut daha ekleyecektir. Toplumsal homojenleşme, bölünme ve parçalanma eğilimini daha da güçlendirecek ve “Batı” ile ilişkilendirilen geleneksel, beyaz, heteroseksüel erkek egemen “burjuva” toplumsal düzenini ve kültürünü daha da zayıflatacaktır.


Ancak “neden olmasın?” sorusunun cevabı basit görünmektedir. Sol-liberteryenlerin aksine, yönetici elitler, Devletin büyümesi için büyük fırsatların yanı sıra, öngörülebilir krizin aynı zamanda bazı hesaplanamaz riskleri de beraberinde getireceğini ve kendilerinin iktidardan süpürülüp yerlerine başka, ‘yabancı’ elitlerin geçmesine neden olabilecek boyutlarda toplumsal ayaklanmalara yol açabileceğini kabul edecek kadar gerçekçidirler. Dolayısıyla, yönetici elitler “ayrımcı olmayan multikültüralizm” yolunda sadece adım adım ilerlemektedirler. Yine de sol-liberteryen “serbest göç” propagandasından memnunlar, çünkü bu propaganda Devletin mevcut divide et impera (böl ve yönet) rotasında kalmasına yardımcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu rotada hızlanarak ilerlemesini sağlıyor.


Böylece, kendi devlet karşıtı söylemlerinin ve iddialarının aksine, sol-liberteryenlerin kendine özgü mağduriyet bilimi ve bunun, özellikle potansiyel göçmenler olarak tüm yabancılar da dâhil olmak üzere, tarihsel “mağdurların” uzun ve bilindik listesine karşı ayrım gözetmeyen bir nezaket ve kapsayıcılık talebi, aslında devlet iktidarının daha da büyümesi için bir formül olarak ortaya çıkıyor. Kültürel Marksistler bunu biliyor ve bu nedenle aynı mağduriyet bilimini benimsiyorlar. Görünüşe göre sol-liberteryenler bunu bilmiyorlar ve bu nedenle totaliter toplumsal kontrole doğru yürüyüşlerinde kültürel Marksistlerin kullanışlı aptalları hâline geliyorlar.


Sonuca gelirken liberteryenizme ve Sol ve Sağ konusuna geri dönmeme izin verin -ve böylece nihayetinde solcuların kendine özgü mağduriyeti ve bunun önemine ilişkin daha önceki retorik sorularıma da yanıt vermiş olayım.


Tutarlı bir sol-liberteryen olunamaz, çünkü sol-liberteryen doktrin, kasıtlı olmasa bile, Devletçiliği, yani liberteryen olmayan amaçları teşvik eder. Buradan hareketle pek çok liberteryen, liberteryenizmin ne Sol ne de Sağ olduğu sonucuna varmıştır. Bu sadece “zayıf” bir liberteryenizmdir. Ben bu sonucu kabul etmiyorum. Görünüşe göre, Murray Rothbard da, ilk başta sunulan alıntıyı şöyle bitirdiğinde kabul etmedi: “ama psikolojik, sosyolojik ve pratik olarak işler bu şekilde yürümüyor.” Gerçekten de kendimi bir sağ-liberteryen -ya da kulağa daha cazip geliyorsa gerçekçi ya da sağduyulu bir liberteryen- ve hatta tutarlı bir liberteryen olarak görüyorum.


Doğrudur, liberteryen doktrin tamamen a prioristik ve tümdengelimsel bir teoridir ve bu nedenle Sağ ve Sol’un insan eşitsizliklerinin varlığı, kapsamı ve nedenlerine ilişkin rakip iddiaları hakkında hiçbir şey söylemez veya ima etmez. Bu ampirik bir sorudur. Ancak bu konuda Sol büyük ölçüde gerçekçi değildir, yanılmaktadır ve sağduyudan yoksundur; Sağ ise gerçekçidir ve esasen doğru ve mantıklıdır. Sonuç olarak, barışçıl insan işbirliğinin nasıl mümkün olduğuna dair doğru bir a prioristik teorinin gerçekçi, yani temelde sağcı bir dünya tanımına uygulanmasında yanlış bir şey olamaz. Çünkü ancak insan hakkındaki doğru ampirik varsayımlara dayanarak liberteryen bir toplumsal düzenin pratikte uygulanması ve sürdürülebilirliği konusunda doğru bir değerlendirmeye varmak mümkündür.


O hâlde gerçekçi bir sağ-liberteryen, fiziksel ve zihinsel yeteneklerin her toplumdaki çeşitli bireyler arasında eşit olmayan bir şekilde dağıldığını ve buna bağlı olarak her toplumun sayısız eşitsizlik, sosyal tabakalaşma ve çok sayıda başarı ve otorite sıralaması ile karakterize edileceğini kabul etmekle kalmaz. Ayrıca, bu tür yeteneklerin dünya üzerinde bir arada yaşayan birçok farklı toplum arasında eşit olmayan bir şekilde dağıldığını ve neticede bir bütün olarak dünyanın da bölgesel ve yerel eşitsizlikler, uyumsuzluklar, tabakalaşma ve rütbe sıralamaları ile karakterize edileceğini kabul etmektedir. Tıpkı bireyler gibi, tüm toplumlar da birbirleriyle eşit ve aynı seviyede değillerdir. Ayrıca, hem herhangi bir toplum içinde hem de farklı toplumlar arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmış bu becerilerin yanında, barışçıl işbirliğinin gerekliliklerini ve faydalarını fark etme zihinsel becerisinin de bulunduğunu tespit eder. Ve farklı toplumlardan ortaya çıkan çeşitli bölgesel veya yerel Devletlerin ve onların ilgili iktidar elitlerinin davranışlarının, bu tür toplumlarda liberteryen ilkelerin tanınmasından sapmanın çeşitli dereceleri için iyi bir gösterge olarak hizmet edebileceğini fark eder.


Daha spesifik konuşmak gerekirse, liberteryenizmin entelektüel bir sistem olarak ilk kez beyaz erkeklerin egemen olduğu Batı dünyasında, beyaz erkekler tarafından geliştirildiğini ve en ileri düzeyde detaylandırıldığını gerçekçi bir şekilde fark eder. Yani liberteryen ilkelere bağlılığın en yüksek olduğu ve bu ilkelerden sapmaların en az olduğu toplumlar (nispeten daha az kötü ve gaspçı Devlet politikalarının gösterdiği gibi) beyaz, heteroseksüel erkek egemen toplumlardır. En büyük yaratıcılığı, sanayiyi ve ekonomik beceriyi gösterenler beyaz heteroseksüel erkeklerdir. En fazla sermaye malını üretip biriktiren ve en yüksek ortalama yaşam standartlarına ulaşan toplumlar, beyaz heteroseksüel erkeklerin ve özellikle de bunlar arasında en başarılı olanların egemen olduğu toplumlardır.


Bu bilgiler ışığında, bir sağ-liberteryen olarak, elbette öncelikle çocuklarıma ve öğrencilerime şunu söylerdim: başkalarının özel mülkiyet haklarına her zaman saygı gösterin ve bunları ihlal etmeyin ve Devleti bir düşman ve hatta özel mülkiyetin anti-tezi olarak kabul edin. Ancak bunu bu kadarla bırakmazdım. Bu gerekliliği yerine getirdiğinizde “her şey serbesttir” demezdim (ya da sessizce ima etmezdim). ‘Zayıf’ liberteryenlerin söylediği de hemen hemen budur! Çoğu “zayıf” liberteryenin en azından dolaylı olarak yaptığı gibi kültürel görececi olmazdım. Bunun yerine (en azından) şunu eklerdim: sizi ne mutlu ediyorsa onu olun ve onu yapın, ancak dünya çapındaki iş bölümünün ayrılmaz bir parçası olduğunuz sürece, varlığınızın ve refahınızın kesin olarak başkalarının varlığının devamına ve özellikle de beyaz heteroseksüel erkek egemen toplumların, onların ataerkil aile yapılarının ve burjuva ya da aristokrat yaşam tarzlarının ve davranışlarının devamına bağlı olduğunu daima aklınızda tutun. Dolayısıyla, bunda herhangi bir rolünüz olmasını istemeseniz bile, yine de bu standart “Batılı” toplumsal örgütlenme modelinden faydalandığınızı kabul edin ve dolayısıyla, kendi iyiliğiniz için, bunu baltalamak adına hiçbir şey yapmayın, bunun yerine saygı duyulması ve korunması gereken bir şey olarak destekleyici olun.


Ve uzun ‘mağdurlar’ listesine şunu söylemek isterim: kendi işinizi yapın, kendi hayatınızı yaşayın, yeter ki bunları barışçıl bir şekilde ve başkalarının özel mülkiyet haklarına tecavüz etmeden gerçekleştirin. Eğer uluslararası iş bölümüne entegre olursanız, kimseye tazminat borcunuz olmadığı gibi kimsenin de size herhangi bir tazminat borcu olmayacaktır. Sözde ‘mağdurlaştırıcılarınızla’ bir arada yaşamanız karşılıklı olarak faydalıdır. Ancak unutmayın ki ‘mağdurlaştırıcılar’ daha düşük bir yaşam standardında olsalar bile siz olmadan da yaşayabilir ve idare edebilirken, bunun tersi doğru değildir. ‘Mağdurlaştırıcıların’ ortadan kalkması sizin kendi varlığınızı tehlikeye atacaktır. Bu nedenle, kendinizi beyaz erkek kültürünün sunduğu örnek üzerinden modellemek istemeseniz bile, tüm alternatif kültürlerin mevcut yaşam standartlarında sürdürülebilmesinin ancak bu modelin varlığını sürdürmesi sayesinde mümkün olduğunu ve küresel manada etkili bir Leitkultur (baskın kültür) olarak bu “Batılı” modelin ortadan kalkmasıyla birlikte, tüm “mağdur” hemcinslerinizin olmasa bile birçoğunun varlığının tehlikeye gireceğini unutmayın.


Bu, “Batılı”, beyaz erkek egemen dünyaya karşı eleştirel olmamanız gerektiği anlamına gelmez. Sonuçta, bu modeli en yakından takip eden bu toplumlarda bile, sadece kendi yerel mülk sahiplerine karşı değil, aynı zamanda yabancılara karşı da kınanacak saldırganlık eylemlerinden sorumlu olan çeşitli Devletler vardır. Ancak ne sizin yaşadığınız yerde ne de başka bir yerde Devlet “halk” ile karıştırılmamalıdır. Totaliter sosyal kontrole doğru ilerleyen “kendi” yöneticileri tarafından giderek daha ağır bir saldırı altında olan “Batılı” Devlet değil, Batılı “halkın” “geleneksel” (normal, standart, vb.) yaşam tarzı ve davranışları saygınızı asıl hak edenlerdir ve siz de bu halktan ve gelenekselliğinden istifade etmektesiniz.


Dipnotlar:

1. Murray Rothbard, “Big-Government Libertarians”, Lew Rockwell, ed., The Irrepressible Rothbard (Auburn, Alabama: Mises Enstitüsü, 2000), s. 101

2. Murray N. Rothbard, “Egalitarianism and the Elites”, Review of Austrian Economics 8, no. 2 (1995): s. 45.

3. Murray Rothbard bunları listelemiştir: “akademisyenler, kanaat önderleri, gazeteciler, yazarlar, medya elitleri, sosyal hizmet uzmanları, bürokratlar, danışmanlar, psikologlar, personel danışmanları ve özellikle de giderek hızlanan yeni grup-eşitlikçiliği için gerçek bir ‘terapistler’ ve duyarlılık eğitmenleri ordusu. Ayrıca, elbette, eşitlikçi kılınması gereken yeni gruplar hayal edecek ve keşfedecek ideologlar ve araştırmacılar.” (A.g.e., s. 51)

4. Günümüzün sözde liberteryenleri arasında kimin solcu sayılacağına ilişkin bir turnusol testi var: ulusal ve hatta uluslararası ilgi ve tanınırlık kazanmış en saf liberteryen olan Dr. Ron Paul’un son başkanlık ön seçimlerinde aldığı pozisyon. Cato Enstitüsü, George Mason Üniversitesi, Reason Dergisi ve ‘Kochtopus’un (her yeri ahtapot gibi saran eli uzun Koch Biraderlerin) diğer çeşitli kuruluşlarının çevresindeki Washington D.C. liberteryenleri Ron Paul’u dışlamış, reddetmiş, hatta “ırkçılığı” ve toplumsal “duyarlılık” ve “hoşgörü” eksikliği nedeniyle, yani kısaca örnek bir kişisel ve profesyonel yaşam süren namuslu bir “sağcı burjuva” olduğu için ona saldırmışlardır.

5. Rothbard, “Egalitarianism and the Elites”, s. 102.

6. Bu konuda bakınız Hans-Hermann Hoppe, “Of Private, Common and Public Property and the Rationale for Total Privatization”, Libertarian Papers 3, no.1 (2011).

7. Karakteristik olarak, liberteryenizmin ‘medeni haklar’ gibi kafa karıştırıcı bir kavram aracılığıyla gizli sosyalizme dönüşmesi, Murray Rothbard tarafından on yıllar önce tespit edilmiştir. Kendisinden alıntı yapmak gerekirse: “[Sol-liberteryenlerin] Resmî Liberteryen Hareketi boyunca, ‘medeni haklar’ sorgusuz sualsiz benimsenmiş ve gerçek özel mülkiyet haklarının tamamen önüne geçmiştir. Hatta bazı durumlarda ‘ayrımcılığa uğramama hakkı’ açıkça sahiplenilmiştir. Diğer durumlarda ise, liberteryenler yeni buldukları ilkeleri eski ilkeleriyle bağdaştırmak istediklerinde ve safsatadan ve hatta saçmalıktan kaçınmadıklarında, American Civil Liberties Union’ın (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) açtığı daha sinsi yolu takip etmişlerdir: Bu yola göre, ister kamuya açık caddelerin kullanımı isterse vergi mükelleflerinin bir miktar finansmanı olsun, en ufak bir devlet müdahalesi söz konusu olduğunda, sözde ‘eşit erişim’ ‘hakkı’ özel mülkiyetin ya da her türlü sağduyunun önüne geçmelidir.” Rothbard, “Egalitarianism and the Elites”, ss. 102-103.


 

Hans-Hermann Hoppe 2 Eylül 1949’da Batı Almanya’nın Peine kentinde doğmuş, Saarbrücken’deki Saarlandes Üniversitesi’nde, Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nde ve Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nde Felsefe, Sosyoloji, Tarih ve Ekonomi alanlarında eğitim görmüştür. 1974’te Felsefe alanında doktorasını ve 1981’de Sosyoloji ve Ekonomi alanlarında Habilitasyon’unu Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli Alman üniversitelerinin yanı sıra Bologna, İtalya’daki Johns Hopkins Üniversitesi Bologna İleri Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde ders vermiştir. 1986 yılında Murray Rothbard’ın yanında çalışmak üzere Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edip Rothbard’ın Ocak 1995’teki vefatına kadar yakın çalışma arkadaşı olarak kalmıştır. Avusturya Okulu’na mensup bir ekonomist ve liberteryen/anarko-kapitalist bir filozof olan Profesör Hans-Hermann Hoppe, Las Vegas Nevada Üniversitesi’nde (UNLV) Emeritus Ekonomi Profesörlüğü’nün ardından Alabama’nın Auburn kentinde bulunan Mises Enstitüsü’nde Seçkin Kıdemli Öğretim Üyeliği, Property and Freedom Society’nin (Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti) kuruculuğu ve başkanlığı, 2005 ve 2009 yılları arasında The Journal of Libertarian Studies’in (Liberteryen Çalışmalar Dergisi) baş editörlüğü ve Royal Horticultural Society’nin (Kraliyet Hortikültür Cemiyeti) ömür boyu üyeliği gibi onur ve unvanlara sahiptir. Profesör Hoppe, ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. Felsefe, ekonomi, tarih, politika ve sosyal bilimler üzerine hem Alman hem de İngiliz dillerinde sayısız makale ve kitabın yazarı olan Profesör Hoppe ile irtibata geçmek için HansHoppe.com’u ziyaret edebilir veya direkt e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Arda Uludağ & Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Hans-Hermann Hoppe’nın 28 Eylül 2018’de yayınlanan Getting Libertarianism Right adlı eserinin Mises.org sitesinde paylaşılan “A Realistic Libertarianism” başlıklı birinci bölümünden tercüme edilmiştir.
337 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page