top of page

Harrison Bergeron

Kurt Vonnegut - 15.10.1961

Egaliteryenizm akli noksanlıktır.

Yıl 2081’di ve nihayet herkes eşitti. İnsanlar yalnızca Tanrı ve kanun önünde eşit olmakla kalmıyorlardı. Her türlü ve her bakımdan eşitlerdi. Kimse kimseden daha akıllı değildi. Kimse kimseden daha güzel değildi. Kimse kimseden daha güçlü ya da daha çevik değildi. Bütün bu eşitlik 211, 212 ve 213 numaralı anayasa değişikliklerinden ve Birleşik Devletler Genel Engellendirme Dairesi’nin bünyesinde çalışan ajanların kuş uçurtmamalarından kaynaklanıyordu.


Gerçi yine de yaşamda hâlâ düzgün gitmeyen şeyler vardı. Mesela Nisan ayının bir ilkbahar ayı gibi davranmayışı insanları hâlâ çileden çıkarıyordu. George ve Hazel Bergeron çiftinin on dört yaşındaki oğulları Harrison’ın Birleşik Devletler Genel Engellendirme Dairesi ajanları tarafından alınıp götürülüşü de bu yağışlı aya rastlamıştı.


Trajik bir olay olduğuna şüphe yoktu, ama George ile Hazel bu konuyu hiç enine boyuna düşünemiyorlardı. Hazel’ın son derecede vasat bir zekâsı vardı; bu da dolayısıyla kısa süreli anların ötesinde hiçbir şey düşünemediği anlamına geliyordu. George ise, zekâsı normalin hayli üstünde olmakla birlikte, kulağında küçük bir zihinsel engel telsizi taşırdı. Kanun gereği bu zihinsel engel telsizini hiç çıkarmamak üzere daima takmak zorundaydı. Telsiz, bir hükümet yayın vericisine ayarlıydı. Her yirmi saniyede bir, George gibi insanların beyinlerini adaletsiz biçimde kullanmalarını önlemek için vericiden keskin bir gürültü yayınlanırdı.


George ile Hazel televizyon seyrediyorlardı. Hazel’ın yanaklarından gözyaşları süzülüyordu ama neye ağladığını çoktan unutmuştu.


Televizyon ekranında balerinler vardı. George’un kafasının içinde bir zırlama çalmaya başladı. Düşünceleri, hırsız alarmından kaçan haydutlar gibi panik içinde kaçışmışlardı.


“Çok hoş bir danstı şu demin yaptıkları,” dedi Hazel.


“Ha?” dedi George.


“Şu dans diyorum -güzeldi,” dedi Hazel.


“Hıı,” dedi George. Balerinler hakkında biraz düşünmeyi denedi. Aslında çok da iyi sayılmazlardı -en azından başkalarının olabileceğinden daha iyi değillerdi. Kimse özgür ve zarif bir hareket ya da güzel bir yüz görerek kendini sıçan gibi hissetmesin diye üstlerinde ağırlıklar, içi metal bilye dolu torbalar taşıyorlardı ve yüzleri maskeliydi. Dansçıların belki de engelli olmamaları gerektiği yolunda muğlak bir düşünce, George’un aklını kurcalamaya başladı. Ama buna fazla kafa yoramadan, kulağına yerleştirilmiş telsizden bir gürültü daha kopup düşüncelerini darmadağın etti.


Bu yüzden George aniden irkilip yerinden sıçradı. Sekiz balerinden ikisi de aynen onun gibi yaptı.


Hazel onun sıçradığını gördü. Kendisinin hiç zihinsel engel telsizi bulunmadığından, son sesin ne olduğunu George’a sorarak öğrenebilirdi ancak.


“Topuzlu çekiçle bir süt şişesine vurulduğunda çıkan ses gibi bir sesti,” dedi George.


“Tüm o değişik sesleri işitmek gerçekten de ilginç olabilirdi bence,” dedi Hazel, biraz özenerek. “Neler neler icat ediyorlar...”


“Hııı,” dedi George.


“Ama Birleşik Devletler Genel Engellendirme Dairesi’nin başkanı ben olsaydım ne yapardım biliyor musun?” dedi Hazel. Aslına bakılırsa, Diana Moon Glampers adında bir kadın olan Genel Engellendirme Dairesi’nin başkanı ile Hazel arasında güçlü bir benzerlik vardı. “Ben Diana Moon Glampers olsaydım,” dedi Hazel, “pazar günleri çan çaldırırdım... sadece çan. Hani dine saygı olsun gibisinden.”


“Sırf çan çalsalardı düşünebilirdim,” dedi George.


“Eh... belki çanları çok yüksek sesle, biraz gürültülü çaldırırdım,” dedi Hazel. “Bence ben iyi bir Genel Engelleme Dairesi başkanı olurdum.”


“Başka herkes kadar iyi,” dedi George.


“Normalin ne olduğunu benden iyi kim bilebilir?” dedi Hazel.


“Doğru,” dedi George. Şimdi hapiste olan anormal oğlu Harrison’ı bölük pörçük düşünmeye başladı ama kafasının içinde patlayan yirmi bir pare top atışı, bu düşüncelere derhâl son verdi.


“Vay anasını!” dedi Hazel. “Bu seferki ne biçimdi ama, değil mi?”


Bu seferki öylesine ne biçimdi ki, George beti benzi atmış bir halde tir tir titriyordu. Kızarmış gözlerine yaşlar dolmuştu. Sekiz balerinden ikisi de stüdyo zeminine yığılmış, şakaklarını tutuyordu.


“Birden çok bitkin görünmeye başladın,” dedi Hazel. “Neden kanepeye uzanmıyorsun? Böylece engel torbanı yastıkların üstüne koyup biraz dinlenebilirsin hayatım.” Branda bezinden yapılmış bir torbanın içindeki yirmi iki kilo metal bilyeyi kastediyordu. Torba asma kilitle George’un boynuna asılmıştı. “Hadi uzan da azıcık dinlen,” dedi Hazel. Bir süreliğine benimle eşit olmamana aldırmam ben.”


George torbayı elleriyle tutup tarttı. “Benim için sorun değil,” dedi. “Artık onu hiç fark etmiyorum. Bir parçam oldu âdeta.”


“Son zamanlarda çok yoruldun... tükendin sanki,” dedi Hazel. “Torbanın dibine küçük bir delik açıp o metal bilyelerden birkaç tanesini çıkarıvermenin bir yolu olsaydı keşke. Sadece birkaç tanesini.”


“Çıkarttığım her metal bilye için ikişer yıl hapis ve ikişer bin dolar para cezası,” dedi George. “Pek akıl kârı sayılmaz.”


“Bari işten eve geldiğinde birkaç tanesini çıkarsan ne olur sanki?” dedi Hazel. “Yani... burada kimseyle rekabet etmiyorsun ki! Evin içindesin ve oturuyorsun nasılsa.”


“Eğer ben böyle bir şey yapıp paçayı kurtarmaya çalışırsam,” dedi George, “başkaları da aynısını yapar... ve çok geçmeden herkesin herkesle rekabete giriştiği karanlık çağlara geri dönüveririz. Bunu istemezsin, değil mi?”


“Korkunç olurdu,” dedi Hazel.


“Ha şöyle,” dedi George. “İnsanlar kanunları çiğnemeye başlar başlamaz topluma ne olur dersin?”


Hazel bu soruya bir yanıt bulamamış olsaydı, George da yanıtlayamayacaktı. Zira kafasının içinde bir siren çalmaya başlamıştı.


“Paramparça olurdu herhalde,” dedi Hazel.


“Paramparça olan ne?” dedi George, boş bakışlarla.


“Toplum,” dedi Hazel, tereddütle. “Demin öyle dememiş miydin sen?”


“Kim bilir?” dedi George.


Televizyon programı, bir son dakika haberi için aniden kesildi. Başlangıçta son dakika haberinin ne hakkında olduğu anlaşılamadı; çünkü spikerin, diğer tüm spikerlerde de olduğu gibi, ciddi bir konuşma engeli vardı. Yaklaşık yarım dakika boyunca, son derece heyecanlı bir sesle, “Bayanlar ve baylar...” demeye çalıştı spiker.


Sonunda pes edip okuması için son dakika haberinin bültenini bir balerine uzattı.


“Canı sağ olsun...” dedi Hazel, spikeri kastederek. “Denedi. Önemli olan da bu. Tanrı ne verdiyse kullanarak elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Bu gayret karşılığında iyi bir zammı hak etti bence.”


Balerin, “Bayanlar ve baylar...” deyip haberi okumaya başladı. Olağanüstü güzel olmalıydı; çünkü yüzüne taktığı maske iğrenç bir şeydi. Tüm diğer dansçıların en güçlüsü ve en zarifi olduğunu anlamak da çok kolaydı; çünkü engel torbaları doksan kiloluk adamlar tarafından takılanlar kadar büyüktü.


Ağzını açar açmaz sesi için özür dilemek zorunda kaldı; çünkü bir kadın tarafından kullanılamayacak derecede adaletsiz bir sesi vardı. Sıcacık, berrak ve eşsiz bir melodiydi âdeta. “Affedersiniz...” dedikten sonra, sesine kesinlikle rekabetten uzak ton verip tamamen iddiasız bir hâle getirerek baştan aldı.


Karga gaklaması gibi bir sesle, “On dört yaşındaki Harrison Bergeron,” dedi, “hükümeti devirmeye yönelik planlar yaptığı şüphesiyle gözaltında tutulduğu hapishaneden az önce kaçmıştır. O bir dâhi ve bir atlettir, yeterince engellendirilmemiştir ve son derece tehlikeli olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.”


Harrison Bergeron’ın polis tarafından çekilmiş bir fotoğrafı ekranda hızla belirip kaybolmaya başladı -önce tepetaklak, sonra yana devrik, sonra tekrar tepetaklak, sonra düzgün olarak. Fotoğraf, metre ve santimetre cinsinden derecelendirilmiş bir fon önünde duran Harrison’ı baştan ayağa gösteriyordu. Oğlan tamı tamına iki metre on üç santim boyundaydı.


Boyu bir kenara bırakıldığında Harrison, aslında Cadılar Bayramı’na hazırlanmış seyyar bir nalbur dükkânı gibi görünüyordu. Şimdiye dek başka kimseye onunkilerden daha ağır engeller takılmamıştı. Engeller yeterliliklerini o kadar çabuk yitiriyordu ki, Birleşik Devletler Genel Engellendirme Dairesi’nin adamları Harrison’a engel icat etmeye yetişemiyorlardı. Zihinsel engel olarak kullanılan küçük kulak radyolarından biri yerine kocaman bir çift kulaklık ve kalın, dalgalı camları olan bir gözlük takmıştı. Gözlük, onu yarı kör yapmakla kalmayıp bir yandan da bıçak gibi saplanan baş ağrılarına sebep olmak üzere tasarlanmıştı.


Her tarafından hurda metal parçaları sarkıyordu. Güçlü insanlara uygulanan engellerin genellikle belli bir simetrisi, askeri bir intizamı olurdu; oysa Harrison ayaklı bir araba mezarlığını andırıyordu. Harrison, bu hayat yarışında yüz elli kilo ağırlık taşıyordu.


Güzel fiziğini ve yakışıklılığını örtüp dengelemek içinse burnuna her zaman kırmızı bir lastik top takması, kaşlarını sürekli tıraş etmesi ve inci gibi beyaz dişlerinden bazılarını siyaha boyayarak aralarında çürük ya da eksikler varmış gibi göstermesi, Birleşik Devletler Genel Engellendirme Dairesi’nin adamları tarafından şart koşulmuştu.


“Eğer bu çocuğu görürseniz,” dedi balerin,“sakın -tekrar ediyorum, sakın- ona laf anlatmaya kalkışmayın.”


Bir kapının menteşelerinden sert ve ani bir şekilde ayrılmakta olduğuna işaret eden “gaarç” diye bir çatırtı duyuldu.


Televizyondan çığlıklar ve dehşet dolu feryatlar yükseldi. Harrison Bergeron’ın ekrandaki fotoğrafı, adeta bir depremin temposuna uyarak dans edercesine zıp zıp zıpladı.


George Bergeron, bu depremin ne olduğunu hemen kavradı; zaten bunu ondan iyi kim tanıyabilirdi ki -zira kendi evi de pek çok defa aynı yıkıcı tempoya uyarak dans etmişti. “Aman Tanrım...” dedi George. “Bu Harrison olmalı!”


Harrison’ın stüdyoyu bastığı gerçeğini fark etti etmesine ama kafasının içinde çarpışan otomobillerin çıkardığı gürültü, söz konusu gerçeği anında silip attı.


George gözlerini tekrar açabilecek duruma geldiğinde Harrison’ın fotoğrafı kaybolmuştu ama şimdi de canlı, nefes alan bir Harrison dolduruyordu ekranı.


Harrison, kıpırdadıkça şıngırdayan dev bir palyaço gibi stüdyonun ortasında dikiliyordu. Yerinden sökülmüş stüdyo kapısının tokmağı hâlâ elindeydi. Balerinler, teknisyenler, müzisyenler ve spikerler önünde diz çökmüş, ölmeyi bekliyorlardı.


“Ben imparatorum!” diye bağırdı Harrison. “Duyuyor musunuz? Ben imparatorum! Herkes emirlerimi derhâl yerine getirmek zorunda!” Ayağını hızla yere vurunca stüdyo beşik gibi sallandı.


“Burada böyle dikilirken...” diye kükredi, “engellendirmelerle sakatlanmış, topallaştırılmış, hasta edilmiş bu hâlimle bile... dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hükümdarıyım! İstersem neler yapabileceğimi izleyin ve görün şimdi!”


Harrison, engel koşumlarını, ıslak tuvalet kâğıdıymış gibi bir çırpıda yırtıp attı; kesin olarak iki bin beş yüz kilo taşıyabilecek güçteki bantları söküp çıkardı.


Harrison’ın hurda demirden yapılmış engelleri büyük bir gürültüyle yere çakıldı.


Harrison, kafa koşumunu sağlama alan asma kilidin halkasına başparmaklarını geçirdi. Halka, kereviz gibi çatırdayarak koptu. Harrison kulaklıklarını ve gözlüğünü hışımla duvara fırlatıp tuz buz etti. Burnuna takılı lastik topu da çıkarıp atınca, Nordik Yıldırım Tanrısı Thor’u bile huşuyla dize getirecek bir adam çıktı ortaya.


“Şimdi imparatoriçemi seçeceğim!” dedi, önünde diz çökmüş duran insanlara bakarak. “Ayağa kalkmaya cesaret edecek ilk kadın, karım olarak tahta çıkmaya hak kazanacak.”


Aradan bir an geçmişti ki, bir balerin selvi gibi salınarak doğruldu.


Harrison kadının kulağından zihinsel engelini çekip çıkardı, fiziksel engellerini de harikulade bir özenle vücudundan ayırdı. Son olarak maskesini kaldırdı.


Göz kamaştırıcı bir güzelliği vardı kadının.


“Şimdi de...” dedi Harrison, kadının elini tutarak, “insanlara dans sözcüğünün ne anlama geldiğini göstermeye ne dersin?” diye sordu ve “Müzik!” diye emretti.


Müzisyenler telaşla yerlerine oturdular ve Harrison onları da engellerinden arındırdı. “Olabildiğince iyi çalarsanız,” dedi onlara, “sizleri baron, dük ve kont yaparım.”


Müzik başladı. Başlangıçta gayet normaldi -yani ucuz, bayağı, sahte ve yanlıştı. Ama Harrison müzisyenlerden ikisini tutup bir hamlede kaldırdı ve çalınmasını istediği müziği mırıldanırken, onları bir çift baget gibi salladı. Sonra da gerisingeri yerlerine oturttu.


Müzik yeniden başladığında öncekinden çok daha iyiydi.


Harrison ve imparatoriçesi bir süre için yalnızca müziği dinlediler -sanki kalp atışlarını onunla eşlemek istiyorlarmışçasına, ciddiyetle kulak verdiler.


Bedenlerinin ağırlıklarını ayaklarının başparmaklarına verdiler.


Harrison, kocaman ellerini kızın incecik beline koyup az sonra tadacağı yerçekimi yokluğunu hissetmesini sağladı.


Ardından, bir coşku ve zarafet patlamasıyla havaya sıçradılar!


Ülke kanunları çiğnenmekle kalmamış, yerçekimi kanununa ve hareket kanunlarına da karşı gelinmişti.


Kaydılar, büküldüler, savruldular, dolandılar, salındılar, hopladılar, zıpladılar, fırıl fırıl döndüler.


Ayda dolaşan geyikler gibi sıçradılar.


Stüdyonun tavanı dokuz metre yükseklikteydi; ama dansçılar her zıplayışlarında tavana biraz daha yaklaşıyorlardı.


Besbelli, tavanı öpmeye niyetliydiler. Ve öptüler.


Sonra da, yerçekimini aşkla, iradeyle ve katıksız bir arzuyla nötralize ederek tavanın birkaç santim aşağısında havada asılı kaldılar ve uzun, çok uzun bir süre öpüştüler.


Birleşik Devletler Genel Engellendirme Dairesi Başkanı Diana Moon Glampers, işte tam o sırada çift namlulu on kalibrelik bir av tüfeğiyle stüdyoya daldı. İki el ateş etti ve imparator ile imparatoriçe daha yere düşemeden can verdi.


Diana Moon Glampers tüfeğini tekrar doldurdu. Onu müzisyenlere doğrulttu ve engellerini yeniden kuşanmak için on saniyeleri olduğu ültimatomunu verdi.


Bergeron’ların televizyonlarının tüpü işte o anda yandı ve yayın son buldu.


Hazel, ekranın kararması hakkında bir şey söylemek üzere George’a döndü. Ama George bir kutu bira almak için mutfağa gitmişti.


George elinde birasıyla döndüğünde, engel telsizinin ani bir sinyaliyle sarsıldığı için bir an duraksadı. Sonra tekrar yerine oturdu. “Ağladın mı sen?” dedi Hazel’a.


“Evet,” dedi Hazel.


“Neden peki?” dedi George.


“Unuttum,” dedi Hazel. “Televizyonda çok hüzünlü bir şey vardı galiba.”


“Neydi o?” diye sordu George.


“Kafamda her şey birbirine karıştı sanki,” dedi Hazel.


“Hüzünlü şeyleri unut,” dedi George.


“Hep öyle yaparım zaten,” dedi Hazel.


“Aferin sana,” dedi George. İrkilip sıçradı. Kafasında bir perçin tabancasının gürültüsü vardı.


“Vay anasını... bu seferki bu seferki ne biçimdi ama!” dedi Hazel.


“Sen onu bir de bana sor,” dedi George.


“Vay anasını...” dedi Hazel, “bu seferki ne biçimdi?”


 

İtaatsiz mizahın ve toplum eleştirisinin en güçlü kalemlerinden olan Kurt Vonnegut, Jr., 11 Kasım 1922’de ABD’nin Indiana eyaletinde doğmuş ve o pek öyle anılmak istemese de en iyi bilimkurgu yazarlarından biri olmuştur. Tam da çocukluğunun en önemli yaşlarında, ailesi dolayısıyla Büyük Buhran döneminin finansal krizlerinden ve toplumun ekonomik çöküşünden derin şekilde etkilenmiştir. Almanya kökenli bir ailenin çocuğu olan Vonnegut, disiplinli bir ahlâk anlayışına ve kültürel değerlere sahip bir ortamda yetişmiştir; ancak savaş sonrası dünyada gördüğü ve deneyimlediği şeyler, onun giderek hem toplumsal kurumlara hem de iktidarın sınırsız gücüne şüpheyle yaklaşmasına neden olmuştur. Vonnegut’ın kariyeri, özgür düşüncenin bir nevi sembolü olarak şekillenmiştir. Özellikle Mezbaha No. 5 ve Gece Ana gibi romanlarında, savaşın acımasızlığını ve devlet gücünün birey üzerindeki baskısını alaycı ve mizahi bir dille ele almıştır. Vonnegut’ın eserleri, bireyin özgürlüğüne yönelik devlet müdahalelerini ve kurumsallaşmış şiddeti alaya alması bakımından oldukça dikkate şayandır. Özellikle bir savaş esiri olarak tam ortasında kaldığı Dresden Bombardımanı’nı ele alış biçimi, devletin savaş aracılığıyla bireyin yaşamına ve özgürlüğüne nasıl kast ettiğini ve değersizlik atfettiğini vurgulamaktadır.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, Kurt Vonnegut’ın Welcome to the Monkey House [Maymun Evi’ne Hoş Geldiniz] isimli öykü derlemesindeki “Harrison Bergeron” başlıklı öyküsünün tercümesidir.
108 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page