top of page

Koloni Dönemi Amerikasında Liberteryen Düşünce

Liberteryen Düşüncenin Gelişimi


Murray N. Rothbard - 01.07.1975

Stirnerci hayvanla tokalaştıktan sonra haklı olarak elini yıkayan köpek

18. yüzyıl Amerikasında liberteryen görüşlerin büyümesine, özellikle dinî doktrinler ve kurumlarla ilgili olarak değinmiştik. Bu son derece dikkate şayan gelişim, Avrupa ve Amerika sahnesinde aniden patlak veren bir devrim değildi. J. H. Hexter, Reappraisals in History (Tarihte Yeniden Değerlendirmeler) adlı muazzam eserinde, “Whig” ve Marksistler tarafından farklı şekillerde benimsenen doğrusal bir tarih görüşünün tehlikeli cazibesine karşı bizi uyarmaktadır. Doğrusal görüş geçmişten günümüze istikrarlı bir ilerleyiş olduğunu varsayar; Hexter “yükselen orta sınıflar” kavramına atıfta bulunur. Hexter, tarihçilerin İngiliz orta sınıflarının 19. yüzyılda baskın olduğunu, Orta Çağ’da ise neredeyse hiç bulunmadığını belirttiklerine dikkat çeker. Dolayısıyla, orta sınıfların yüzyıldan yüzyıla istikrarlı bir şekilde yükseldiği yönündeki doğrusal varsayım, Hexter’in de belirttiği gibi gerçeklerden uzaktır. Ancak burada önemli olan nokta, tarihin çoğu zaman düzgün doğrusal bir eğilimle değil, karşıt eğilimler tarafından parçalanan eğilimlerin yükseliş ve düşüşlerinin değişken örüntüleriyle hareket ettiğidir.


18. yüzyıl Amerikasında liberteryen düşüncenin büyümesinin, kolonileri üzerindeki kültürel etkinin ana kaynağı olan İngiltere’deki önceki büyümeden büyük ölçüde etkilendiği kesindir. Ancak bu gelişim örüntüsü o kadar yalın değildir. Çünkü Amerika’nın bazı bölgelerinin, örneğin, Rhode Island, Kuzey Carolina ve Pennsylvania’nın 17. yüzyılda tamamen liberteryen kurumlara sahip olduğu unutulmamalıdır. Bu liberteryenizm tecrübeleri büyük ölçüde dile getirilmemiştir. Kısacası, geniş bir bölgede verimli bakir toprakların bolluğu, bireyciliğin birçok alanda tam anlamıyla filizlenmesini ve serpilmesini mümkün kılmıştı. Ne var ki, yalnızca Roger Williams ve Anne Hutchinson’ınki gibi önemli vakalarda liberteryenizmin pratiği teorik olarak dile getirilmiş ve temellendirilmişti. Elbette bu, teorik bir gerekçenin var olmadığı anlamına gelmez. Nitekim, Püriten devriminin doruğa ulaştığı dönemde büyük bir patlama yaşanmıştır; Roger Williams ve devrimin liberteryen kanadındaki arkadaşları bu doktrinlerin geliştirilmesinde birbirlerine yardımcı olmuşlardır.


Ancak 17. yüzyılın ortalarına ait asıl önemli olgu, devrimin yenilgisi ve karşı devrimin zaferiydi. İngiltere’de bu karşı devrim zaferi Oliver Cromwell’in sağa kayması ve belki de o zamana kadarki en iyi liberteryen hareket olan Leveller’ları bastırmasında görülebilir. Roger Williams’ın liberteryen ilkeler ve onlara duyduğu tutkudan sürekli olarak geri çekilmesi, Cromwellci karşı devrimin cesaret kırıcı zaferine dayandırılabilir. Liberalizme karşı benzer bir karşı devrim Avrupa’nın diğer bölgelerinde de yaşanmıştır: Mesela, Fransa’da 16. yüzyılın sonlarında Kutsal Birlik’in (Prostestanlara karşı Fransa ve Roma’nın Katolik İttifakı) ve 17. yüzyılda popüler Frondeur hareketlerinin yenilgisi; Hollanda’da Orange yanlılarının Cumhuriyetçilere karşı zaferi gibi. İç savaş ve dış savaşlar, 17. yüzyılın sonuna kadar İngiltere’nin dikkatini Amerikan kolonilerine çevirmesini engelledi. Sonunda dikkatini bu yöne çevirdiğinde ise gücünü Amerika’da var olan özgürlükçü gerçekliği ezmek için kullandı. Böylece İngiltere, Pennsylvania ve New Jersey’deki neredeyse liberteryen koşullara bir karşı devrim dayattı ve birçok yönden en gerici koloni olan New York’a karşı mücadele etmek zorunda kalan liberal eğilimli Leislerian devrimini tersine çevirdi. Güney’deki liberal eğilimli isyanlar (örneğin Virginia’daki Bacon İsyanı) bastırıldı ve gerici politikalar yerleşti ya da derinleşti. Amerika’nın pek çok bölgesinin özgürlüğe doğru çeşitli şekillerde mücadele ettiği 17. yüzyılın sonlarındaki şiddetli kargaşa ve çalkantılardan sonra, İngiltere tarafından kolonilere oldukça kasvetli bir tekdüzelik dayatıldı. 18. yüzyılın ilk yarısı, artık genel olarak Kraliyet ve ayrıcalıklı oligarşiden oluşan karşıt güçler ile halkın geri kalanı arasında giderek artan bir siyasî çıkmaza sahne oldu. Bu duraklama dönemi Britanya’da kurumlarda olduğu kadar düşünce ve görüşlerde de kendini göstermiştir. 18. yüzyılın ilk yarısında İngiltere, orta yolcu bir Whig yapılanmasına razı oldu; radikal-liberal düşünce neredeyse yeraltına çekilmişti ve yalnız bağımsız düşünürler tarafından zayıf seslerle ifade ediliyordu. Bu liberaller 17. yüzyıl Cumhuriyetçi liberalizminin meşalesini canlı tuttular; radikal-liberal hareket 18. yüzyılın sonlarında İngiltere’de bir kez daha siyasî bir güç olarak ortaya çıktığında, tamamen yeni bir olgu olarak değil, 17. yüzyıl radikal modellerinin bir rönesansı olarak ortaya çıktı.


18. yüzyılın ilk yarısında Amerika, İngiliz liberalizminin geçmişinden ve çağdaşından bir şeyler öğrenmeye İngilizlerden daha hevesliydi. Zira İngiltere kolonilerdeki en önemli kültürel ve ideolojik etkendi ve Amerikalılar da öğrenmeye hevesliydi. Ayrıca Amerika, 17. yüzyılın son yarısındaki fiilen liberteryen devrimler çağının mirasına sahipti; İngiltere’nin Amerika’yı kıskaca alması için çok uzun bir süre geçmesi gerekti. Dahası Amerika, İngiliz liberallerinin karşılaştığı özgürlük üzerindeki muazzam engellerle, yani yaygın ve baskıcı bir feodal toprak sistemiyle -ki bu sistem Amerika’da geniş bakir topraklar, mülkiyete dayalı kâr güdüsü ve Amerikalıların quitrents (derebeyine ödenen ve her türlü görevden muaf tutan kira) ödemeyi reddetmesiyle kırılmıştı-, yerleşik bir kilise hiyerarşisiyle, büyük bir merkezî devlet aygıtıyla ve tamamen oligarşik bir yönetimle karşı karşıya değildi. Amerikalılar, her kolonide farklı derecelerde olmak üzere bu hastalıklardan bir nebze muzdaripti. Özellikle Güney’in tarım bölgelerindeki kölelik ve Hudson Vadisi’ndeki yarı-feodal toprak mülkiyeti gibi uygulamalar, Büyük Britanya’nın yaşattığı ölçüde olmasa da büyük sorunlara yol açıyordu. Her şeyden önce, feodal bir toprak sistemini dayatma girişimlerinin hızla çökmesi, Amerikan yaşamının açık arazilerini ve alanlarını Avrupa’nın henüz deneyimleyemediği bir hareketliliğe ve fırsata dönüştürdü. Amerikan kolonilerinin çoğunda İngiltere’dekinden çok daha fazla demokrasi olması bu çöküşün bir yansımasıydı. Batı dünyasında özgürlüğe ulaşılacaksa, 18. yüzyılda Amerika’nın öncülük etmesi ve İngiltere’de üretilen bir teorinin meyvelerini pratikte elde etmesi gerektiği açıktı.


Koloni dönemi Amerikan düşüncesi üzerindeki temel etkilerden biri, Protestan ve Püriten kültür mirasından iki zıt geleneğin ortaya çıkmış olmasıydı. Bunlardan biri, Massachusetts Körfezi’nde ve Hollanda Orange Partisi’nde zirveye ulaşan aşırı bağnaz teokratik zulüm geleneğiydi. Diğeri ise iyimser, bireyci, liberteryen ve hatta deistti ve bu gelenek Leveller’larda, Anne Hutchinson ve Roger Williams gibi Massachusetts’ten kaçanlarda ve daha sonra Charles Chauncy ve Jonathan Mayhew’de yansımasını buldu.


Kadim yazarların yanı sıra, 18. yüzyıl Amerikasında, özellikle de yüzyılın ilk yarısında, en sık atıfta bulunulan ve alıntı yapılan üç kaynak vardı: Algernon Sidney, John Locke ve Trenchard ile Gordon’dan Cato’s Letters. Her biri Amerika’da liberteryen düşüncenin büyümesine ve gelişmesine derin katkılarda bulunmuştur.


Algernon Sidney 17. yüzyıl İngilteresinde Cumhuriyetçi hareketin önde gelen teorisyenlerinden biriydi. Özellikle, ölümünden sonra yayınlanan Discourses Concerning Government (Hükümet Üzerine Söylevler) adlı eserinde açıkladığı doktrinler, şehit edildiği koşullar nedeniyle insanların zihnine damgasını vurmuştur. 1680’lerin başında tutuklanan Sidney, 1683’ün sonlarında Kraliyet tarafından öldürüldü ve böylece Cumhuriyetçi ve liberteryen davayı çarpıcı bir şekilde canlandırdı. Sidney’in temel önemi devrim hakkına yaptığı vurguydu. Sidney’e göre devrim ve özgürlük birbiriyle yakından ilişkiliydi. İnsanların özgürlükleri tehdit edildiğinde ya da saldırıya uğradığında, isyan etme hakları, hatta görevleri vardı. Herkes meşru bir şekilde bir tiranı öldürebilir ve tiranlığa karşı bireylerin haklarını savunmak için pek çok gerekçe vardır. Sidney için devrim bir kötülük değil, tiranlığı devirmek ve halkın kendi yönetim haklarını kullanması için halkın en büyük silahıydı. Hükümetlerle ilgili kutsal hiçbir şey yoktu, aksine gerektiğinde değiştirilmeliydi. Bir ülkede gerekli olan hukuk türleri, insan doğasının temel yasalarını araştıran insan aklı tarafından belirlenmeliydi. Sidney, hükümdarın keyfî kaprislerine karşı hukuku “Yazılı Akıl” adıyla ve yaşamın, özgürlüğün ve mülkiyetin savunulması olarak benimsedi: “Eğer bir krallıkta Prens’in iradesinden başka bir yasa yoksa, özgürlük diye bir şey de yoktur. Mülkiyet de özgürlüğün bir eklentisidir; ve eğer bir insanın özgürlüğü yoksa ve hayatından sadece bir başkasının keyfine göre zevk alıyorsa, topraklar ya da mallar üzerinde bir hakka sahip olması, bunlardan mahrum bırakıldığında her ikisinden de zevk alması kadar imkânsızdır.”


Sidney monarşiye karşı halk hükümetini savunsa da, Parlamento’nun sınırsız haklarına inanan biri değildi. Aksine, Parlamento halkın bireysel haklarına boyun eğmeliydi. İktidarın kaçınılmaz olarak yozlaştırdığı ve her türlü kurumsal güce karşı korunulması gerektiği uyarısında bulundu. Sidney’e göre hükümet, yönetenler ile yönetilenler arasındaki bir sözleşmeye dayanıyordu. Bu sözleşmeye göre, hükümet halka hizmet etme rolünü yerine getiremediğinde görevden alınmayı hak eder. Bir halk ne özgürlüklerinden kalıcı olarak vazgeçebilir ne de geçmişin ölü eliyle hükümete tutsak edilebilir. Sidney, Ölmeden Önceki Son Sözler’inde, “Tanrı’nın uluslara kendilerini en iyi memnun edecek hükümetleri kurma özgürlüğünü bıraktığını” ilân etti. “Gerçeği ihanetle bir tutan bir çağda” artık gerçeğin ve tiranlığa karşı özgürlüğün “Kadim Dava”sının tanığı ve savunucusu olduğu için Tanrı’ya şükretti.


Liberal bir Cumhuriyetçi ve Sir Henry Vane’in (Anne Hutchinson’ın Massachusetts destekçisi) arkadaşı olan Sidney, Cromwell’in tiranlığa dönüşünden memnun değildi ve Cumhuriyet yıllarını emeklilikte geçirmişti. Daha sonra Restorasyon yıllarının büyük bölümünü idamına kadar sürgünde geçirmek zorunda kalmıştı. Sidney’in gözündeki en büyük klasik ilham kaynağı Brutus ve onun heyecan verici sloganı Manus haec inimica tyrranis’ti (John Quincy Adams’ın çevirisiyle, “Bu el her zaman tiranlara düşmanlık yemini etmek için kalkmıştır.”)


Algernon Sidney’in 18. yüzyıl boyunca Amerika üzerindeki genişleyen etkisi, Massachusetts Cemaati’nin büyük liberal papazları Andrew Eliot ve Jonathan Mayhew’i etkilemiştir. Eliot, bu “sivil özgürlük şehidinin” kendisine ilk âdil hükümet ilkelerini öğreten kişi olduğunu ifade etmiştir. Gerçekten de şehit Sidney’in devrimi savunması Amerikalılar için ürkek John Locke’un savunmasından çok daha ilham vericiydi. Sidney’i saygıyla anarak onurlandıran tarihî kişiler, yurttaşlarının tiranlardan kurtulmasına yardım etmiş olanlardan oluşuyordu. Sidney’e göre adaletsizlik bir hükümeti yasadışı kılardı. “Kılıçlar, köle olmayıp onları nasıl kullanacaklarını bilmeyenlere verildi” ve “incitmeyi yasaklayan yasa, ona itaat etmeyenlere ceza verilmedikçe hiçbir işe yaramazdı.” Sidney sözlerini şöyle bitirdi: “İnsanların canları, elleri, silahları ve bunları kullanacak cesaretleri olduğu sürece tehlike asla bu kadar büyük olamadığında güvende yaşamak da olasıdır; ancak kötü bir yargıcın adaletsizliği, zalimliği ve art niyetiyle ... kendilerine baskı yapılmasına uysalca katlanan insanlar kesinlikle yok olacaktır...”¹


Algernon Sidney ile şehitlik mertebesindeki kahramanını bulan özgürlük, ünlü filozof John Locke’un Essay Concerning Civil Government adlı eserinde de ayrıntılı sistematik savunmasını bulmuştur. Bugün artık biliyoruz ki bu Essay, 1680’lerin başında Sidney’in Discourses’u ile hemen hemen aynı zamanda, yani Locke da Stuart Hanedanı yönetimine karşı devrimci bir komplocu iken yazılmıştır; sanıldığı gibi 1688 Şanlı Devrimi’nin muhafazakâr bir ex post facto gerekçesi olarak değil


Locke’un Essay’inde bireyci ve özgürlükçü ile muhafazakâr ve çoğunlukçu olmak üzere iki akım vardır ve bu akımlar arasında tutarsızlığa ve söz sakınmaya dair örnekler bulmak kolaydır. Elbette bireyci görüş felsefî argümanın özünü oluştururken, çoğunlukçu ve devletçi görüş daha çok teorinin sonraki, uygulamalı kısımlarında ortaya çıkmaktadır. Dahası, Locke’un siyasî meseleler hakkında, eleştirinin sürgün ve ölümle sonuçlanabildiği ve sonuçlandığı bir çağ için bile olağanüstü ketum ve çekingen bir yazar olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, Locke’taki muhafazakâr eğilimin onun pozisyonunun radikal özgürlükçü özü için bir kamuflaj olduğunu varsaymak mantıksız değildir; bu öze odaklanmak ve onu özgürlükçü bir inancın temeli olarak kabul etmek kesinlikle kolay olmuştur. Ve Locke’un Essay’i, İngiliz özgürlüğünden, geleneksel ayrıcalıklardan ve örfi hukuktan, insanın doğasına dayanan evrensel ve soyut bir siyaset felsefesi sayesinde zaman ve mekâna ilişkin o zamanın alışılagelmiş sığlıktaki dar görüşlü kaygılarının ötesine geçmesi bakımından özellikle değerliydi.


Locke analizine -tarihsel bir hipotez olarak değil, mantıksal bir kurgu olarak- “doğa durumu” kavramıyla, yani devletin asli temelini bulmak için hükümetin olmadığı bir dünya ile başlamıştır. Doğa durumunda, doğal bir olgu olarak her insan kendi şahsı üzerinde tam bir sahipliğe ya da mülkiyete sahiptir. Bu kişiler kullanılmayan doğal kaynaklarla ya da “topraklarla” karşı karşıyadır ve “emeklerini toprağa karıştırarak” varlıklarını sürdürebilir ve ilerleyebilirler. Bu karıştırma yoluyla, o zamana kadar sahipsiz ve kullanılmayan doğal kaynaklar, karıştıran bireyin mülkü hâline gelir. Birey böylece hem kendi üzerinde hem de emeğiyle kullanıma soktuğu ve dönüştürdüğü toprak üzerinde mülkiyet hakkına sahip olur.³ O hâlde birey bu mülkü elinde tutabilir, başkalarının mülküyle takas edebilir ya da mirasçılarına bırakabilir.⁴ Bu mülk üzerinde “doğal hakkı” vardır ve onu başkalarının işgaline karşı savunabilir. Locke’a göre hükümetin varlığının ahlâkî gerekçesi bu mülkiyet haklarını savunmaktır. Eğer hükümet bu işlevi yerine getiremez ve kendisi de mülkiyet haklarına zarar verir duruma gelirse, o zaman halkın böyle bir hükümete karşı ayaklanma ve onun yerine kendi haklarını savunacak bir hükümet kurma hakkı vardır.⁵ Böylece Locke, insan doğasının yasalarını araştırırken aklı kullanarak, bireyin kendisi ve mülkiyeti üzerindeki doğal hakları doktrinini, yani hükümetten daha öncelikli olan ve hükümetin savunmakla yükümlü olduğu, aksi takdirde haklı bir şekilde onu devirebileceğinin sabit olduğu hakları ortaya koymuştur.


Locke, saldırganlığın ve bir başkasının hakkına tecavüzün mülkiyet ya da yönetim için meşru bir unvan oluşturamayacağı ve bunun küçük suçlular için olduğu kadar büyük devlet başkanları için de geçerli olacağı konusunda nettir: “Saldırı suçu, ister bir kraliyet tacı giyen kişi tarafından isterse küçük bir cani tarafından işlensin, aynı derecede suçtur. Suçlunun unvanı ve yandaşlarının sayısı, suçu ağırlaştırmak dışında hiçbir fark yaratmaz. Aradaki tek fark, büyük soyguncuların küçükleri cezalandırarak itaat etmelerini sağlamalarıdır; ama büyükler, bu dünyada adaletin cılız elleri için fazla büyük olduklarından ve suçluları cezalandıracak güce sahip olduklarından şan ve şerefle ödüllendirilirler.” Yasama organına gelince,


İnsanların topluma dâhil olmalarının nedeni mülkiyetlerini korumaktır; yasama organını seçmelerinin ve yetkilendirmelerinin nedeni de, toplumun tüm üyelerinin mülklerini korumak için yasalar yapılması ve kurallar konulmasıdır... Yasa koyucular ne zaman halkın mülkünü elinden almaya ve yok etmeye ya da keyfî bir güç altında köleleştirmeye kalkışırlarsa, kendilerini halkla savaş durumuna sokmuş olurlar; bunun üzerine halk daha fazla itaat etmekten kurtulur ve Tanrı’nın, cebir ve şiddete karşı tüm insanlar için sağladığı ortak sığınağa döner.

Locke’un devrim teorisini eleştirenlere verdiği cevap da çok keskindi: Devrim hakkına çalkantılı ve yıkıcı olduğu gerekçesiyle karşı çıkanlar, “aynı gerekçeyle, dürüst insanların soygunculara ya da korsanlara karşı çıkamayacağını, çünkü bunun kargaşaya ya da kan dökülmesine yol açabileceğini de söyleyebilirler; bu gibi durumlarda herhangi bir kötülük ortaya çıkarsa, bu, kendi hakkını savunan kişiye değil, komşusunun hakkını işgal eden kişiye aittir.”


Teorisinin sürekli devrime izin verdiği yönündeki itiraza Locke, “bu tür devrimler kamu işlerindeki her küçük kötü yönetimden sonra gerçekleşmez. Yöneten kesimin büyük hataları, birçok yanlış ve uygunsuz yasa ve insanî zaafların tüm kusurları halk tarafından isyan ya da homurdanma olmaksızın karşılanacaktır. Ama hepsi aynı yöne giden uzun bir suiistimaller, oyalamalar ve dalavereler silsilesi halkın gözüne görünür hâle gelirse... o zaman ayaklanmalarına şaşmamak gerekir.” diye cevap verir.


Amerika üzerindeki üçüncü büyük etki ve belki de kolonilerde en çok atıfta bulunulan kaynak, John Trenchard ve Thomas Gordon’un çalışmaları, özellikle de onların Cato’s Letters (Cato’nun Mektupları) adlı eserleriydi. 1720’lerin başında yazılan bu mektupların basın özgürlüğü üzerindeki etkisinin yanı sıra Trenchard ve Gordon ile aynı dönemde yayınlanan Independent Whig serisinin güçlü etkisine de daha önce değinmiştik. Trenchard ve Gordon, 18. yüzyıl boyunca liberal Cumhuriyetçi ilkelerin meşalesini taşıyan küçük bir İngiliz grubunun parçasıydı. Bu grup çeşitli şekillerde “Commonwealthmen”, “Real Whigs” ya da “hakiki Whigler” olarak adlandırılmıştır.


Cato’s Letters’ın esas önemi, varlıklı John Trenchard ve genç çırağı Thomas Gordon’un bu mektuplarda Locke’un özgürlükçü inancının etkisini büyük ölçüde radikalleştirmiş olmalarıdır. Bunu, Locke’un ilkelerini hükümetin somut doğasına ve sorunlarına uygulayarak, sık sık alıntılanan, yeniden basılan ve Amerikan kolonileri boyunca yaygın olarak okunan bir dizi güçlü tartışmalı ve sert makalede yaptılar. Cato’s Letters, Locke’un doktrinini yeniden anlatmaktan daha fazlasını yapmıştır. “Cato”, halkın özgürlüğü yok eden bir hükümete karşı isyan etme hakkı olduğu görüşünden hareketle, hükümetin her zaman ve her yerde halkın hak ve özgürlüklerine karşı potansiyel ya da fiilî saldırgan olduğunu büyük bir kararlılıkla savunmaya devam etti. Uygarlığın ve insan mutluluğunun tüm meyvelerinin kaynağı olan özgürlük, savaşın, zorbalığın ve yoksullaşmanın kaynağı olan hükümetin, iktidarın saldırılarına ve tecavüzlerine maruz kalmaya her zaman yatkındır. İktidar her zaman özgürlüğe karşı komplo kurmaya hazırdır ve tek kurtuluş halkın hükümeti kesin sınırlar içinde tutması ve hükümet gücünün özgürlüğe tecavüz etme yönündeki kaçınılmaz eğilimlerine karşı her zaman dikkatli, ihtiyatlı ve düşmanca davranmasıdır.


Locke doktrinini genişleten “Cato” bunu şöyle ifade eder:


Tüm insanlar özgür doğar; Özgürlük Tanrı’dan aldıkları bir armağandır; suç işleyerek onu kaybedebilirler ama rızaları ile ondan vazgeçemezler... Yargıcın gücü, yalnızca bireylerin kendilerini savunma, zararlara karşı koyma ve bunları yapanları cezalandırma hakkından kaynaklanmaktadır: bu güç, toplum tarafından kamu temsilcisine devredilmişse, o da bunu toplumun yararı ve güvenliğinden daha ileri götüremez. Görevini ihlal ettiğinde, eylemleri, yasadışı bir yetkiyi gasp eden herhangi bir özel memurunki gibi hukuk dışıdır; yani geçersizdir; ve her insan yaptığı yanlıştan sorumludur. İyilik yapma yetkisi asla kötülük yapmak için bir gerekçe olamaz.

“Cato” özgürlüğü şöyle tanımlar: “Her insanın kendi eylemleri üzerinde sahip olduğu güç ve bu yolla topluma ya da toplumun herhangi bir üyesine zarar vermediği, herhangi bir üyeden bir şey almadığı ya da kendisinin yararlandığı şeyden onun yararlanmasını engellemediği sürece emeğinin, sanatının ve sanayisinin meyvelerinden yararlanma hakkı. Bir insanın dürüst çalışmalarının meyveleri, doğal ve ebedî hakkaniyetin kendisine verdiği adil ödüllerdir; tıpkı bunları uygun gördüğü şekilde kullanma hakkı gibi: Ve böylece, yukarıdaki sınırlamalarla birlikte, her insan kendi özel eylemlerinin ve mülkiyetinin tek efendisi ve karar merciidir.”


Diğer tüm nimetler özgürlükten kaynaklanır:


Gerçekten de özgürlük tüm insan mutluluğunun ilâhî kaynağıdır. Çalışmalarımızın ürünlerine güven içinde sahip olmak, çalışkan olmak için en güçlü ve makul teşviktir: Ve çocuklarımızın geçimini sağlayabilmek ve sahip olduğumuz her şeyi onlara bırakabilmek, onları yetiştirmek için en iyi güdüdür. Ancak mülkiyetin güvencesiz olduğu yerde, emek zayıflayacaktır. İstediğimizi düşünme, söyleme ve yapma ayrıcalıkları ve tüm bunlarla ne halka ne de birbirimize zarar vermememiz dışında başka hiçbir kısıtlama olmaksızın olabildiğince zengin olma ayrıcalıkları, özgürlüğün görkemli ayrıcalıklarıdır; ve bunun etkileri, serbestçe, bolluk ve güvenlik içinde yaşamaktır.

Dahası, “Cato” dile getirdiği hak ve özgürlüklerin çoğunluğa ait değil, bireye ait olduğunu açıkça belirtmiştir. Çoğunluğun despotizmi, bir ya da birkaç kişinin tiranlığı kadar kötü olabilir:


Hükümette sadece çoğunluğun çıkarına danışılması gerektiği düşüncesi yanlıştır, çünkü toplumda her insan kendi özel mülkünü kullanırken ve savunurken herkesin yardımını alma hakkına sahiptir; aksi takdirde büyük sayı küçük sayıyı satabilir ve mülklerini kendi aralarında paylaşabilirler; ve böylece, tüm barışçıl insanların korunduğu bir toplum yerine, çoğunluğun azınlığa karşı bir komplosu hâline gelir. Aynı hakkaniyetle, bir adam herkesi ahlâksızca yok sayabilir ve şiddet salt İktidar tarafından kutsallaştırılabilir.

Ancak bu özgürlük cennetinde daima ve her zaman iktidarın, hükümetin tecavüzleri ve saldırıları tehdidi de vardır:


Ulusları özgür kılan yalnızca yargıçlar üzerindeki denetimdir; ve yalnızca bu denetimin yokluğu onları köle yapar. Yargıçlarının halk tarafından belirlenen kesin sınırlar içine hapsedildiği yerlerde özgürdürler... Yargıçların kendi kurallarını seçtiği, şehvet ve huylarına kapıldığı yerlerde ise köledirler; bundan daha korkunç bir lanet hiçbir halkın başına gelemez... Bu nedenle dünyadaki ulusların çoğu mahvolmuştur ve yalnızca yöneticilerini dizginleyen uluslara pranga vurulmamıştır.

Yönetenler bir kez gücü ele geçirdiklerinde, onu korumak ve genişletmek için ellerinden geleni yapacaklardır:


Sayısız örnek ve deneyimle biliyoruz ki, iktidar sahibi olan insanlar, ondan ayrılmaktansa, onu ellerinde tutmak için her şeyi, hatta en kötüsünü ve en karanlığını bile yaparlar; ve yeryüzünde neredeyse hiç kimse, her şeyi kendi istediği gibi yürütebildiği sürece iktidarı bırakmamıştır .... Şurası kesin görünüyor ki, dünyanın ya da halklarının iyiliği, ne iktidarı sürdürme ne de bırakma nedenlerinden biri değildi. İktidarın doğasında sürekli olarak belirli zamanlarda ve belirli vesilelerle verilen her olağanüstü gücü, her zaman ve hiçbir vesile yokken kullanılacak sıradan bir güce dönüştürmek ve her zaman her hakka tecavüz etmek vardır; iktidar hiçbir avantajdan isteyerek vazgeçmez.

“Cato” için özgürlük insan mutluluğunun kaynağıysa, iktidarın tiranlığı da büyük insan sefaletinin kaynağıdır:


Tiranlar... insanoğlunu hayvan durumuna düşürür ve Tanrı’nın onlara verdiği aklı onlar için işe yaramaz hâle getirir: Onları doğanın nimetlerinden bile mahrum ederler, bolluğun ortasında aç bırakırlar ve yeryüzünün insanlara olan doğal cömertliğini boşa çıkarırlar; böylece Doğa, tiranlığın kaşlarını çattığı yerde nafile çabalar: İnsanların Doğa tarafından kendilerine destek olmaları için verilen elleri, tiranlarca, onların berbat angarya işlerinde ya da yıkıcı savaşlarda çalıştırılarak, iğrenç efendilerinin şehvetini ve kibrini tatmin etmek için sefaletlerinin araçları hâline getirilir ... Tiranlar ... genel yıkımla desteklenirler; insanlığın yıkımıyla yaşarlar; ve sahtekârlık ve kötülük ve her tür şiddet ve zalimlik tahtlarının destekleri olduğu gibi; kendi mutluluklarını, güvenliklerini ve güçlerini halkının sefaleti ve zayıflığıyla değerlendirirler... Tebaaları arasında dağılan, ticarette dolaşan ve onları çalıştıracak, artıracak ve zenginleştirecek olan zenginlik ... halktan barbarca çalınır ve bu zalimler tarafından gasp edilir ... Ne yazık ki! İktidar, çok açık bir başarı ile her gün Özgürlüğe tecavüz ediyor; ve aralarındaki denge neredeyse kayboldu. Tiranlık neredeyse tüm dünyayı ele geçirdi ve insanlığı tepeden tırnağa kemirerek dünyayı bir mezbahaya çevirdi; ve kesinlikle yok etmeye devam edecek, ta ki ya kendisi yok olana ya da büyük olasılıkla yok edecek başka bir şey bulamayana kadar.

İnsan doğasındaki yozlaşma ve iktidar arzusu, iktidarın saldırgan doğasının nedenidir ve bu nedenle iktidarın tecavüzlerine karşı ebedî bir ihtiyat gerektirir:


İnsan doğasında her zaman sürekli ve kesin bir yozlaşma ve kötücüllük kaynağı öylesine mevcuttur ki, görüşleri ve mutluluğu iştahlarının, en kötü iştahlarının, lüksünün, gururunun, açgözlülüğünün ve güç arzusunun tatmininde odaklanmayan ve kendisine verilen herhangi bir kamu güvenini, bu tür asi ve tehlikeli arzuları doyurma aracı olarak görmekten başka bir bakış açısıyla değerlendirmeyen bir insan bulmak çok zor olmuştur! Ve bu, Büyük Adamlar ve egemenlik peşinde koşanlar için son derece geçerlidir. Onlar önce halkın iyiliği için, daha sonra da onun zararına büyümüşlerdir. Ve eğer ılımlı hainler olmakla yetinselerdi, insanlık yine de ılımlı bir şekilde mutlu olurdu; ama hırsları ve hainlikleri hiçbir derece ve sınır gözetmedi, zavallı insanların hissetmediği hiçbir alçaklık ve sefalet derecesi kalmadı. Bu nedenle insanların, özellikle de Büyük Adamların iştahları dikkatle gözlemlenmeli ve dizginlenmelidir, aksi takdirde kendilerini asla dizginleyemezler. Her çağın deneyimi bizi, insanları ne yapmaları gerektiğine göre değil, ne yapacaklarına göre yargılamamız konusunda ikna eder; ve tüm tarih, kendilerine büyük bir güç emanet edilen insanların bunu bolca imkânları varken kötüye kullanmadıklarına dair çok az örnek sunar.

“Cato”, okuyucularına, halkın zalim hükümete karşı devrim hakkını çok sık ya da tedbirsizce kullanması gibi bir tehlike olmadığına dair güvence vermiştir; hükümetin propagandası ve gücünün yanı sıra yerleşik alışkanlıklar nedeniyle tehlike tam tersidir:


Bu doktrinin toplum için zararlı olabileceğini söylemek, en azından aksi doktrin savunulduğunda dünyanın başına gelmesi gereken ve gelen vahşi yıkım ve ölümcül felaketlerle orantılı olarak aptalcadır: Çünkü kendi öz varlıklarıyla ya da ticaret ve sanayilerinin kazançlarıyla geçinen bütün insan toplulukları, hesaplarını o kadar rahat ve huzur içinde yaparlar ve haklı olarak, hoşlandıkları her şeyi yok eden sivil kargaşalardan o kadar korkarlar ki, bir tanesine karşılık vermeden önce her zaman binlerce yaraya katlanırlar ve dayanabildikleri sürece yüklerin altında kalırlar ... Eğitimin gücüyle, insanlara öğretilen ve her zaman prenslere göstermeye alışık oldukları saygıyla; dalkavukların sürekli nutuklarıyla, İktidarın şatafatlı gösterişi, dış görünüşü ve gözlerinde her zaman parıldayan yaldızlı sancaklarıyla; yalnızca prensin emriyle uygulanan yasalarla; tüm koltuğu sağlam yargıçlar, görkemli muhafızlar ve daimî birliklerle; emrindeki müstahkem kentler, toplar ve tüm savaş cephanelikleriyle; ayrıca yaptığı her şeyi desteklemek ve yardım etmek için çok sayıda yandaş ve bağımlı kişiler ve büyük bütçelerle otoriteye itaat o kadar iyi sağlanmıştır ki, halkın şikayetleri o kadar büyük, baskı o kadar şiddetli ve hoşnutsuzluk o kadar evrensel hâle gelene kadar, yerleşik bir Devleti rahatsız edebilecek kadar çetin herhangi bir sayıda insanın bir araya gelip onu devirmeyi umabileceğini hayal etmek çılgınlıktır; hatta felaketlerinin gerçek mi yoksa hayalî mi olduğu ve yargıçın halkını koruduğu mu yoksa yok etmeye mi çalıştığı konusunda hiçbir soru akıllara gelmez.⁶

Amerikalı koloniciler Trenchard ve Gordon’dan sadece Locke’un Profesör Bernard Bailyn tarafından gayet yerinde bir şekilde “fevkalâde okunabilir” olarak nitelendirilmiş bireysel özgürlük ve hükümete karşı devrim hakkı doktrinini değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, özgürlük ve iktidar arasındaki ikilemi ve hükümet tiranlığının ebedî saldırı ve tecavüzlerinin halkın hayati özgürlüklerine yönelik sürekli tehdidini de hevesle öğrenmişlerdir. Daha da somut olarak, Trenchard ve Gordon kendi dönemlerinin görece özgür İngilteresinde hükümetin ve bürokrasinin yozlaşmasına ve artan gücüne işaret etmekten çekinmiyorlardı. Bu, Amerikalı kolonicilerin hevesle dikkate alacakları bir uyarıydı.⁷


Özgürlükçü İngiliz görüşleri aynı zamanda büyük liberal Massachusetts papazı Jonathan Mayhew tarafından dramatik bir ivmeyle Amerika’ya taşındı. Bu deist üniteryenin Harvard’da Locke’u nasıl okuduğunu ve daha sonra Locke ve Algernon Sidney’in onun üzerindeki etkisinden nasıl övgüyle söz ettiğini görmüştük. Mayhew 1750 yılının başlarında, I. Charles’ın idamının yüzüncü yıldönümü kutlamaları çerçevesinde en ünlü siyasî vaazını vermişti: Bu vaaz A Discourse Concerning Unlimited Submission and Non-Resistance to the Higher Powers (Yüksek Güçlere Sınırsız Boyun Eğme ve Direnmeme Üzerine Bir Söylev) adını taşıyordu.


“[Amerikan] Devrimi’nin uyarı ateşi” olarak adlandırılan bu vaaz, 18. yüzyıl Amerikasında zalim hükümete karşı kutsal direniş hakkının ilk ifadesiydi. Mayhew’e göre akıl, toplumsal emniyet için hükümete itaatin yararlı olduğunu telkin eder; ancak hükümet baskıcı hâle geldiğinde, halkı soyduğunda ve mahvettiğinde, o zaman “Tanrı’nın vekili ve hizmetkârı olmaktan derhâl çıkarlar ve bu yüce vasfı sıradan korsanlardan ve haydutlardan daha fazla hak etmezler. Yöneticiler,” diye devam etti Mayhew, “Tanrı’dan kötülük yapma yetkisine sahip değildir ve yurttaşlar ise çok büyük genel baskı durumlarında ... doğal ve yasal haklarını savunmak, tiranlığın boyunduruğunu kırmak ve kendilerini ve gelecek nesilleri utanç verici kölelik ve yıkımdan kurtarmak için ‘yasadışı’ otoriteye itaatsizlik etme hakkına sahiptir.” Locke ve “Cato”yu takip eden Mayhew, önemsiz nedenlerle devrim tehlikesinin çok az olduğuna işaret etti, çünkü “insanlar genel olarak ... itaatkâr, pasif ve hükümet altında uysal olma eğilimine sahiptir...”


Mayhew ayrıca her insanın “özel muhakeme” hakkı ve görevi olduğunu vurgulamış ve bunu da insanın doğasına, yani akıl kapasitesi ve hareketlerini seçme özgürlüğüne dayandırmıştır. Ve seçim kriteri olarak, bireyin “şeylerin doğasında” ebediyen kök salmış olan hakikat ve doğruluk bilgisine sahip olduğunu belirtmiştir.


Massachusetts’li Rahip Elisha Williams’ın 1744 tarihli eseri The Essential Rights and Liberties de baştan sona Locke’çuydu. Williams şöyle yazıyordu:


Aklın bize söylediği gibi, herkes doğal olarak eşit doğar, yani kendi varlıkları üzerinde eşit hakka sahiptirler; aynı şekilde varlıklarını koruma konusunda da eşit hakka sahiptirler ... ve her insan kendi bedeni üzerinde bir mülkiyete sahiptir, vücudunun emeği ve ellerinin çalışması tam anlamıyla kendisine aittir ve buna kendisinden başka kimsenin hakkı yoktur; bu nedenle, herhangi bir şeyi doğanın sağlayıp kendi hâline bıraktığı durumdan çıkardığında, ona emeğini katmış ve ona kendisine ait olan bir şeyi eklemiş ve böylece onu kendi mülkü hâline getirmiş olur ... Böylece her insan kendi bedeni üzerinde ve mülkiyet dediğimiz kendi eylemleri ve malları üzerinde doğal bir hakka sahiptir [ya da bunların sahibidir]; bundan kesinlikle şu sonuç çıkar ki, hiç kimse bir başkasının bedeni ya da malı üzerinde bir hakka sahip olamaz. Ve eğer her insanın kendi bedeni ve mülkü üzerinde bir hakkı varsa, aynı zamanda onları savunma hakkı da vardır... ve dolayısıyla kendi bedeni ve mülküne yönelik tüm saldırıları cezalandırma hakkı da vardır.

Sonuç olarak, doğal ve anayasal hakları ihlal eden bir yasa gerçek bir yasa değildir ve itaat gerektirmez. Özel muhakemenin doğal hakkı, 1757’de Massachusetts’ten Rahip William Rand ve üç yıl sonra Connecticut’tan Rahip Joseph Fish tarafından da onaylanmıştır.


Bu dönemde, Protestanların bir kolu olan New Light’ın birçok vaizi, çeşitli kolonilerdeki yerleşik zulmün baskısı altında, liberteryen bir pozisyona doğru ilerlemeye başladı. Elisha Williams bir New Light’tı. Güney New Side Presbiteryenleri’nin lideri Rahip Samuel Davies, 1751 yılında insanların “kendi yargılarını takip etmek için doğal olduğu kadar meşru bir hakka” sahip olduklarını ve hükümet otoritesini doğal adaletin büyük ilkelerine göre yargılamaları gerektiğini beyan etti. Davies’in odak noktası elbette özgürlüğün dinî yönleriydi. New Light hareketinin eğitim yeri olan Princeton kısa sürede liberteryen bir merkez konumuna yükseldi. Princeton’ın 1759’dan 1761’e kadar başkanı olan Davies, İngiliz Püriten Devrimi’ni övdü ve dinleyicilerini özgürlükleri için gerekirse savaşmaya teşvik etti. Onun selefi olan Rahip Aaron Burr, devlette ve kilisede “hem sivil hem de dinî özgürlüğün büyük bir dostu” olarak tanınıyordu.


“Ayrılıkçılar” -Massachusetts ve Connecticut’ta devlet düzeninden kesin bir şekilde ayrılmakta ısrar eden New Light mensupları- dinî özgürlük ve kilise vergilerinden muafiyet için yoğun bir şekilde dilekçe verdiler, ancak bu dilekçeler hükümet tarafından neredeyse her zaman reddedildi. Mansfield’dan Daniel Hovey, kilise vergisini ödemeyi reddettiği için 1747’de hapse atıldı ve vicdan özgürlüğünün “her akıl sahibi yaratığın yabancılaştırılamaz hakkı” olduğu gerekçesiyle yardım için dilekçe gönderdi. Canterbury Ayrılıkçıları bunun ötesine geçerek özgürlük ve mülkiyet hakkını da dâhil ettiler. 1749 tarihli dilekçelerinde, Tanrı’nın yasasının hükümetin işlevlerini “dinî meselelerdeki farklı görüşlerine bakılmaksızın, yaşam, özgürlük ve mülkiyetin serbestçe kullanılması ve geliştirilmesinde herkesi başkalarının güç, şiddet ve dolandırıcılığına karşı savunmak” ile sınırladığını ileri sürdüler. Canterbury Ayrılıkçıları aynı zamanda cemaat üyelerinin muhalif olma ve onlardan ayrılma konusundaki doğal haklarında da ısrar ediyordu ki bu o dönem için ya da aslında her dönem için hoş bir tutarlılıktı. Bir diğer önde gelen liberteryen dilekçe 1743-1744 yıllarında Exeter, Massachusetts’ten geldi. Dilekçede şöyle soruluyordu: “Özgürlük her insanın eşit derecede hakkı değil midir...?” Exeter Ayrılıkçıları, özel muhakeme hakkını, ayrılma hakkını ve dinî bir kuruluş için vergiden muaf olma hakkını ileri sürdüler. Reddedilmelerine rağmen on bir yıl sonra tekrar dilekçe verdiler.


İngiltere 18. yüzyıl Amerikasında entelektüel etkinin en büyük kaynağı olmasına karşın, Fransa da yüzyılın ilk yarısında dahi, genellikle sanıldığından çok daha fazla önem taşıyordu. Kolonilerde en çok okunan Fransız yazar, büyük Fransız liberali ve deisti François Voltaire’di. Amerika’da Roma Katolikliği ve Fransa’ya karşı muazzam bir önyargı olmasına rağmen Voltaire, deist ve iyimser düşüncenin bir temsilcisi ve özellikle de John Locke’un açık bir öğrencisi olarak kendi yolunu açmayı başardı. Çünkü 18. yüzyıl Fransasındaki liberalizm, 17. yüzyıl İngilteresindeki liberalizmin ve özellikle de John Locke’un mirasıydı. Genç Voltaire 1720’lerin sonunda İngiltere’de üç yıllık bir sürgün hayatı geçirmiş ve orada dinî özgürlüklerin, ifade ve basın özgürlüğünün ve bunların felsefî temelini oluşturan Locke’un sıkı bir savunucusu olmuştu. Dolayısıyla Voltaire’in liberteryen görüşleri ilham ve içerik olarak İngiliz’di.


Voltaire bu liberalizmi 1733’te İngilizce ve 1734’te Fransızca olarak yayınlanan Philosophical Letters on the English (İngiltere Mektupları) adlı eseriyle Fransa’ya taşıdı. Mektuplar’da Lockeçu mesajı Kıta’ya yaymıştı. Ayrıca Quakerları savaşı kınadıkları için övmüştü. İngiltere sürgünü Voltaire’i modern Avrupa tarihini yazması konusunda da etkiledi. Popüler eseri History of Charles XII, insanların “fetih çılgınlığından kurtulması” için yayımlanmıştır.


Birçok yazar, İngiliz liberalizminin ılımlı, pragmatik ve ihtiyatlı olmasına karşın Fransız liberalizminin yıkıcı, mutlakiyetçi ve devrimci olduğuna inanır. Gerçek ise neredeyse tam tersidir. Liberalizm, 17. yüzyıl İngilteresinde tutarlı bir doktrin, tam ve yetkin bir güç olarak ortaya çıkmıştır ve bu güç tam anlamıyla devrimci bir güçtür. Bir sonraki yüzyılda Fransız liberalizmi, İngiliz liberal düşüncesinin Whig “uzlaşmacılığı” tarafından neredeyse boğulduğu bir dönemde de olsa, açık bir şekilde İngiltere’den alınmıştır. Ancak Fransız liberalleri, İngiltere’ye kıyasla Fransa’ya çok daha katı bir şekilde bağlanmış olan feodalizmin ve kraliyet mutlakiyetçiliğinin gücüne karşı devrimi körükleme ihtimalinden korkuya kapılmışlardır. Bu nedenle 18. yüzyıl Fransız liberalleri, kraliyet iktidarını, halka karşılıksız bir armağan olarak özgürlüğü vermeye teşvik etmek gibi nafile bir çabayla yetindiler. Beyhude bir beklentiydi. Tarihte ne zaman bir yönetici elit, aşağıdan gelen şiddetli ve ısrarlı bir muhalefetin baskısı altında kalmadan, iktidarını ve yönetimini karşılıksız bir hediye olarak gönüllü bir şekilde teslim etmiştir ki?


Dipnotlar:

1. Stuart Hanedanı döneminin bir başka şehidi olan Cromwellci Albay Richard Rumbold’un son sözleri de Thomas Jefferson gibi devrimci Amerikalılara ilham kaynağı olmuştur: “Eminim insanlar ne sırtlarında eyerlerle, ne de Tanrı’nın lütfuyla meşru bir şekilde eyerlere binmeye hazır, çizmeli ve mahmuzlu seçilmiş bir azınlıkla birlikte doğmuştur.”

2. John Locke, Two Treatises of Government’ın Peter Lasiett baskısına bakınız (Cambridge: At the University Press, 1960).

3. Locke, kullanılmayan kendi hâlindeki toprağın insanlığa ortak olarak verildiği ve daha sonra bireysel emekle bu ortak stoktan çıkarıldığı şeklindeki ilginç, teolojik yönelimli görüşü benimsemiştir. Aslında, kullanılmayan kendi hâlindeki toprak bu nedenle bireysel ya da toplumsal hiç kimse tarafından sahiplenilmemiştir. Bazı tarihçiler tarafından iddia edilenin aksine, Locke’un “emek mülkiyet teorisi”nin Karl Marx ve diğer sosyalist yazarların “emek değer teorisi” ile hiçbir ilişkisi olmadığını belirtmek gerekir.

4. Macpherson, Locke’un doğa durumunun, parasal mübadeleler de dâhil olmak üzere, mülkiyetin mübadelesi için serbest bir piyasa içerdiğini ve tüm bunların mantıksal olarak hükümetten önce geldiğini göstermiştir (C. B. Macpherson, The Political Theory of Possessive Individualism [Oxford: Clarendon Press, 1962], s. 208 vd.)

5. Locke’u “mülkiyet haklarını” “insan haklarının” üstünde tutmakla suçlamak bir yanılgıdır. Çünkü bu ikisi birbirine bağlıdır: mülkiyet hakları bireyin kendi bedenine sahip olma hakkını da içerir.

6. John Trenchard ve Thomas Gordon, Cato’s Letters, D. L. Jacobson, ed., The English Libertarian Heritage (Indianapolis: Bobbs-Merrill Co., 1965) içinde, ss. 108-109, 114-115, 118-119, 127-129, 133-134, 193-194, 196, 256-257.

7. Cato’s Letters ve Amerika’daki büyük etkisi hakkında bakınız Bernard Bailyn, The Origins of American Politics (New York: Random House, 1969), ss. 35-44, 54; ve Bailyn, The Ideological Origins of the American Revolution (Cambridge: Harvard University Press, Belknap Press, 1967), ss. 35-37, 43-45, ve muhtelif pasajlar.


 

Murray Newton Rothbard, 2 Mart 1926’da New York’ta doğmuş ve 7 Ocak 1995’te aynı şehirde hayatını kaybetmiş bir Amerikan ekonomist, tarihçi, filozof, yazar, hukuk ve siyaset teorisyenidir. Özellikle Anarko-kapitalizm felsefesini harmanladığı Avusturya İktisat Okulu ile ilişkilendirilir. Rothbard, Ludwig von Mises’in en önde gelen öğrencisi olarak Avusturya İktisat Okulu’nun üçüncü jenerasyonunun da başını çekmiş ve Mises’in öğretilerine sadık kalarak, serbest piyasa ekonomisi, bireysel özgürlük ve devletsizlik gibi temel etik ilkelere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Rothbard, Mises’in magnum opus’u olan Human Action (İnsan Eylemi) adlı eserindeki fikriyatı genişlettiği 1962 tarihli Man, Economy, and State (İnsan, İktisat ve Devlet) adlı eseriyle Avusturya İktisat Okulu’nun fikirlerini daha geniş kitlelere tanıtmıştır. Bu eserinin içine daha sonra kattığı Power and Market (İktidar ve Piyasa) adlı kapsamlı ek ile Anarko-kapitalizmin felsefî temellerini kurmuştur. Rothbard, bu kitapta, piyasanın her türlü faaliyeti barışçıl ve sorunsuz yönetebileceğini ve devletin müdahalesinin, hatta salt varlığının piyasanın işleyişini bozduğunu savunmuştur. Ayrıca Rothbard, ABD’deki Liberteryen Parti’nin kurucuları arasındaydı ve birçok kesimden insanı etkileyerek liberteryenizme kazandırdı. Ancak, Rothbard’ın felsefesi ve özellikle Anarko-kapitalizm yaklaşımı, eleştirmenleri tarafından radikal ve uygulanamaz olarak nitelendirilmiştir. Yine de Rothbard’ın radikalizmi, onun temel felsefesi olan özgürlükçü düşüncenin sonuçlarından kaynaklanmaktaydı ve özgürlükçü bir düzenin ancak radikal bir şekilde uygulanmasıyla gerçekleşebileceğine inanmaktaydı. En önemli çalışmalarından olan “Anatomy of the State” (“Devletin Anatomisi”) adlı makalesinde de belirttiği üzere devletin özgürlüklere müdahalesini sınırlandırmak için sadece belirli düzenlemeler yapmak yeterli değildi; devletin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Nitekim devletin varlığı bile özgürlükleri sınırlandırmak ve gasp etmek anlamına geliyordu.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, Murray Rothbard’ın beş ciltlik Birleşik Devletler Koloni Dönemi tarih çalışması olan Conceived in Liberty’nin, cilt 2, kısım 2, bölüm 33’teki “The Growth of Libertarian Thought” adlı makalesinin Mises.org tarafından “Libertarian Thought in Colonial America” başlığıyla yeniden yayınlanmış hâlinin tercümesidir.
171 görüntüleme1 yorum

Harrison Bergeron

1 Comment


Guest
Jul 08

Bu kitabı çok önemli bir kaynaktı. Keşke tamamen Türkçeleştirseniz.

Like
bottom of page