Hans-Hermann Hoppe - 23.06.2021
Aşağıda, Mises Institut Deutschland’ın Hans-Hermann Hoppe ile aslen 3 Şubat 2016 yılında yapmış olduğu ve daha sonra Über den demokratischen Untergang und die Wege aus der Ausweglosigkeit: Reden, Aufsätze und Interviews wider den links-grünen Zeitgeist (Demokrasinin Çöküşü ve Umutsuzluktan Çıkış Yolları Üzerine: Zamanımızın Sol-Yeşil Ruhuna Karşı Konuşmalar, Denemeler ve Söyleşiler) adlı kitapta yayınlanan röportajı okuyacaksınız. Bay Hoppe, “klasik liberalizmin” son 150 yılına dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz?
İlk olarak, klasik liberalizmin hedefleri hakkında ve ardından başarı veya başarısızlık sorunu üzerine kısa bir not düşeyim.
Klasik liberalizmin temel amacı, tüm bireylerin hukuk önünde eşitliğini sağlamaktı. O sırada var olan tüm soylu veya feodal ayrıcalıkların aksine, herkes kanun önünde eşittir! Bunun mantıksal sonucu ise her bireyin, kendisi tarafından ilk edinim, üretim veya gönüllü mübadele yoluyla özel mülkiyet edinebilmesi, diğer bir deyişle ürettiği tüm mallar üzerinde özel mülkiyet hakkının yanı sıra sözleşme ve ticaret özgürlüğüdür.
Başarı ile ilgili olarak şunu ifade etmek gerekir: Hedefe ulaşma çabası tam anlamıyla başarısız olmuştur. Bugün bu klasik liberal hedeflere ulaşmaktan 150 veya 100 yıl öncesine göre daha uzaktayız. O zamandan beri meydana gelen büyük teknik ilerleme bu gerçeği fark etmemize engel olmamalıdır. Bir entelektüel hareket olarak liberalizmi üreten Batı dünyası, liberal hedeflere yaklaşmak yerine, tam tersine, komünistlerin özel mülkiyeti ortadan kaldırma ve bir “sosyal ekonomi” kurma hedefine daha da yaklaşmıştır.
Örneklendirmek gerekirse: 150 yıl önce Komünist Manifesto’daki talepler henüz duyulmamış ve saçma olarak kabul edilirdi. Örneğin, sınırsız genel oy hakkı talebi (21 yaş kaidesiyle), seçilmiş “temsilcilerin” gelirlerinin vergilerden ödenmesi talebi, “ücretsiz” yani vergilerle finanse edilen “kamu eğitimi” ve “adalet” talebi, devlet garantili asgari gelir talebi, bir devlet merkez bankası ve kâğıt para talebi, gelir ve varlıkların artan oranla vergilendirilmesi talebi veya miras hakkının kısıtlanması talebi...
Günümüzde, tüm bunlar gerçekleştirildi ve kesin olarak kabul edildi. FDP (Freie Demokratische Partei; Hür Demokratik Parti) gibi sözde liberal partilerin temsilcileri bile bugün istisnasız bir şekilde komünisttir.
Politikacılar bunu duymaktan hoşlanmayacaklar. Geriye dönüp bakıldığında, söylenecek olumlu hiçbir şey yok mudur?
Evet var. Liberalizmin pratikte giderek artan bariz başarısızlığı, temel bir teorik yenilenmeye ve modern liberteryenizm olarak klasik liberalizmin daha da gelişmesine yol açmıştır. Bu teorik gelişme, Jörg Guido Hülsmann’ın büyük Mises biyografisinde tanımladığı gibi, “liberalizmin son şövalyesi” olan Ludwig von Mises’ten Mises’in en önemli öğrencisi Murray Rothbard’a ve onun kurduğu yeni liberteryenizme geçiştir.
Eğer kişi bu amaca, yani hakların eşitliğine ve özel mülkiyetin korunmasına açık bir şekilde ulaşamıyorsa ve sistematik olarak ona yaklaşamıyorsa, bunun nedeni yanlış araçların seçilmiş olmasıdır. Rothbard ve onu takip eden entelektüel geleneğin gösterdiği gibi temel hata, basit olduğu kadar da önemli bir hatadır.
Bu temel hata nedir?
Eğer kişi yasal eşitlik ve özel mülkiyetin korunmasını istiyorsa, o zaman asla ve asla bir devleti (bilhassa demokratik bir devleti) ve devlet vergilerini talep etmemeli veya desteklememelidir! Çünkü her ikisi de tanımları gereği hukuk önünde eşitlik ve mülkiyetin korunması ile bağdaşmamaktadır. Her iki kurum da mantıksal bir şekilde kaçınılmaz olarak bir toplumu daha yüksek rütbeli insanlar ile daha düşük rütbeli insanlar olmak üzere iki zıt hukuksal sınıfa böler. Yani, üst-insan ve alt-insan... Kanun koymaya ve kendi kendilerini yargılamasına izin verilen yöneticiler ile başkaları tarafından belirlenen yasaya (hukuka) tâbi olan ve onlar tarafından yargılanan yönetilenler... Aynı zamanda, başkalarının kazandıklarından alınan vergilerle geçinen ve bunları kendi amaçları için kullanmalarına izin verilen sömürenler/parazitler ve vergilendirilen bu gelirleri elde etmek zorunda olan ancak bunları kendi amaçları için kullanmasına izin verilmeyen sömürülenler/üreticiler...
Rothbard başka bir şey daha gösterdi. Liberalizm lehine faydacı argümanlar iyidir ve güzeldir. Aslında liberal bir toplum (veya daha liberal bir toplum), özellikle en fakir ve en az varlıklı olanlar için daha fazla refaha yol açar. Ancak bu tür argümanlar motive edici bir güç olarak yeterli değildir. İnsan ruhunu daha derinden etkileyen daha güçlü ahlâkî argümanlarla, yani adalete çağrıyla ve kim olursa olsun adaletsizliği yapanlara ve adaletsizliğe isyan ve haykırışla desteklenmeleri ve beslenmeleri gerekir. Bunun için her şeyden önce, devleti ahlâkî bir kötülük olarak ve devletin temsilcilerini de kanunları çiğneyen soyguncular ve onların yardakçılarından oluşan bir grup olarak görmek ve adlandırmak gerekir.
Bir hükümetin, bir devletin kendisini kısıtlamaya izin vermemesinin temel nedeni nedir?
Soru doğrudan yasal eşitlik konusunu ilgilendiriyor. Bir eylemin kısıtlanması yalnızca genel olarak geçerliyse, yani her birey için geçerliyse gerçek bir kısıtlamadır. Bu, genellikle çocuklukta öğrenilen bir özdeyiş için de bu şekildedir: “Birinin sana yapmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma.” Bu kural eylem üzerinde bir kısıtlama anlamına gelir ve evrenseldir. İstisnasız her insan için eşit derecede geçerlidir. Sadece bu sebeple gerçek bir sınırlamadır.
Eğer eylem için örneğin şöyle bir kural kabul edilirse mesele bambaşka bir hal alır ve kısıtlama kavramı tamamen farklı bir anlam kazanır (burada yine devlet konusuna geliyoruz): Kanunları yapmaya ve diğer insanları bu kanunlara göre yönetmeye sadece ve sadece sen yetkilisin. Veya: Başkalarından vergi talep etmeye ve bunları tahsil etmeye sadece sen yetkilisin. Veya: Senden başka hiç kimse kâğıt para basmaya ve bunu yasal ödeme aracı olarak kabul etmeye yetkili değildir.
Açıkçası burada yasal bir kural değil, bir ayrıcalık söz konusudur. Bu kurallar, ekonomik ve sosyal kaosa neden olmadan herkese eşit olarak yasa koyma, vergi alma veya para basma gibi yetkiler verilecek şekilde genelleştirilemez. Bunlar pratikte ancak özel veya istisnai kanunlar olarak, yani bir kişiyi veya bir grup insanı diğerlerine göre sistematik olarak kayıran ve tercih eden kanunlar olarak uygulanabilir.
Burada, bu ayrıcalıklı insanların takdir yetkilerini keyfî olarak kullanmalarının kolay olmadığı şeklinde bir itiraz gelebilir...
Elbette bu ayrıcalıklı kişi veya kişi grupları daha sonra kendilerini belirli kısıtlamalara tâbi tutabilirler. Örneğin, bir anayasa oluşturup vergi ve merkez bankasıyla ilgili kanunları çıkarabilirler. Ancak bu anayasanın ve kanunların yorumlanması, anayasaya veya hukuka aykırı bir ihlalin olup olmadığı ve gerekirse bunun nasıl ele alınacağı ile ilgili kararları verme yetkisi her zaman, sadece ve sadece önceden belirlenmiş bu ayrıcalıklı kesime aittir. Bu tür bir kendini kısıtlama keyfîdir ve her zaman keyfî olacaktır. En iyi ihtimalde bu, imtiyazlı kişilerin (yönetici sınıfın) imtiyazlı olmayan diğer tüm kişilere (tebaa sınıfına) kanun koyma, vergilendirme ve para basma konularında çok da kötü şeyler yapmayacaklarına dair vaatten başka bir şey olamaz.
Ayrıcalıklı bir kişinin veya kurumun ayrıcalığını kendi çıkarları için kullanmaya (ve sürekli yeni yasalar çıkarmaya, vergileri sürekli olarak artırmaya ve sürekli daha fazla para basmaya) yönelik doğal dürtüsü üzerindeki tek gerçek kısıtlama, bu ayrıcalıklı kişinin kontrolü dışındaki dışsal, sosyal veya ekonomik olaylardır. Herhangi bir keyfîlik, ekonomik ve sosyal yasaların etkinliği ile sınırlıdır. Bazı şeyler başarı beklentisiyle istenemez. Çok fazla yasa yapmak veya mevcut yasalarda çok fazla değişiklik yapmak ayaklanmalara yol açabilir. Çok yüksek bir vergi oranı, vergi gelirinin düşmesine neden olabilir. Çok fazla para arzı hiperenflasyona yol açabilir. Tüm bunlardan mümkünse “devlet aklı” nedeniyle, yani var olan ayrıcalıkları korumak amacıyla kaçınılmalıdır.
Ancak mesele şudur: Bütün bu “kısıtlamaların”, az önce bahsi geçen Altın Kural’da ifade edilen eylem üzerindeki evrensel, genel olarak uygulanabilir kısıtlamalarla kesinlikle ve kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur. İster kendi kendini sınırlayan keyfîlik olsun, ister doğanın sınırlamış olduğu keyfîlik olsun, mesele bir hukuk meselesi değil, her zaman subjektif keyfîliktir.
Yakın zamanda yayınlanan Mythos Anarchokapitalismus kitabında yazarlar, liberalizm ve anarşizmin temelde zıt olduğunu ve aynı hedefler için savaşamayacaklarını söylüyorlar. 1970’lerin anarşist terörist gruplarını [muhtemelen burada RAF (Rote Armee Fraktion; Kızıl Ordu Fraksiyonu) kastediliyor] anarko-kapitalistlerin “dindaşları” olarak tanımlayacak kadar ileri gidiyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Sorunun ikinci kısmıyla başlayalım. Başta Komünist Manifesto’ya atıfta bulunarak belirttiğim gibi, FDP ve benzeri günümüzün sözde liberal partilerinin “doğal olarak” vergiyle finanse edilen görevlilerini komünist olarak adlandırmak için aslında iyi nedenler varken, RAF (Baader-Meinhof-Ensslin) ile anarko-kapitalizmi (Rothbard) dindaş olarak kabul etmek o kadar yanlış, hatta düpedüz o kadar absürttür ki, kitabın yazarlarına ya tam cehalet ya da algılama eksikliği atfedilmesi gerekir.
Liberalizm ile genel olarak anarşizm arasındaki ilişki söz konusu olduğunda durum şudur: Her şeyden önce, her iki doktrinin amaçları arasında temel bir çelişki kurmaya çalışmak yanlıştır. Her ikisinin de hak eşitliği, yani tüm bireylerin eşit özgürlüğü amacı vardır. Her ikisi de yönetenler ve yönetilenler arasındaki sınıf farkını ortadan kaldırmak istemektedir. İki öğreti arasındaki bu temel yakınlık, fikirler tarihinde tekrar tekrar kurulmuştur.
Peki o zaman aralarındaki farklılık nedir?
İki düşünce okulu arasındaki farklardan biri, hedefe ulaşmak için önerilen araçlardır.
Klasik liberalizmin bu konudaki hatasından daha önce bahsetmiştim: Demokratik bir vergi devleti kurarak bu amaca ulaşmaya çalışmak baştan saçmadır.
Buna karşılık, Avrupa kökenli klasik anarşizmin (Mikhail. Bakunin, Pyotr Kropotkin, vb.), bir devlet kurumunu kategorik olarak reddetmesi (ve aynı zamanda ortodoksçu, Marksist sosyalizme yönelik parlak eleştirisi) başlangıçta haklıydı. Ancak klasik anarşizmin içinde bulunduğu temel iki yanılgı, Lysander Spooner ve Benjamin Tucker gibi öncü Amerikan anarşistleriyle bağlantılı olarak, Rothbard’ın çalışmaları ve onun kurduğu modern anarko-kapitalizm ve liberteryenizmin düşünce geleneği tarafından temelden açıklığa kavuşturuldu ve yenilgiye uğratıldı.
Yanılgılardan ilki, klasik anarşizmin devleti ortadan kaldırmaya çalışırken meşru veya yasal (dolayısıyla defansif) güç ile gayrimeşru veya yasa dışı (dolayısıyla saldırgan) güç arasında net bir ayrım yapabilen gelişmiş bir hukuk teorisinden (bir özgürlük teorisinden) yoksun olmasıydı. Bu eksikliğin sonucu, kötü şöhretli-bombacı-kundakçı anarşistler oldu ve öyle olmaya da devam ediyor. Bunun sonucunda, toplumun bilincinde anarşizmin gerçek sebeplerine yönelik ciddi hasarlar meydana geldi.
Klasik anarşizmin ikinci yanılgısı ise tüm insanların büyük ölçüde doğal eşitliğine ve birey menfaatleri arasındaki uyumuna olan yanlış inanç idi. Bu yanlış inanç, anarşizmin her türlü özel mülkiyeti olmasa da en azından topraktaki özel mülkiyeti reddetmesine yol açtı. “En azından toprakta ortak mülkiyet olmalıdır.” Ancak ortak mülkiyet, yalnızca tüm malikler arasında değişmez bir çıkar uyumu olduğu sürece işleyebilir. İyi bilindiği üzere, evli çiftler arasında bile bu garanti edilemez. Bununla birlikte, iki veya daha fazla kişinin mülkleriyle ne yapacakları konusunda farklı fikirleri olduğunda bir çatışma ortaya çıkar. Yani, ya savaş ya da bir kişinin diğerine hükmetmesi. O zaman yine anarşizmin sözde ortadan kaldırmak istediği şeye sahip olursunuz: Toplumun birbirine düşman iki sınıfa bölünmesine. Bundan kaçınmak için her zaman ortak mülkiyeti bağımsız özel mülkiyete ayırma olasılığı bulunmalıdır. Anarko-kapitalizmin ya da özel mülkiyet anarşizminin temel mantığı budur. Evlilik durumunda da mücadele ve tahakkümün genel olarak ortadan kaldırılabilmesi için boşanma ve mal ayrılığı ihtimalinin bulunması gerekir.
Liberalism adlı kitabında Mises, “Liberal bir hükümet kendi içinde çelişkilidir” diye yazar. Aynı kitapta Mises, her bireye bir devletin birliğinden ayrılmak için kendi kaderini tayin etme hakkı verir. Bu hakkı göreceleştirir, çünkü bireylerin ayrılmasını mümkün görmez. Mises’in bir devletin, bir hükümetin kısıtlanamayacağına dair şüpheleri mi vardı? Pek çok kişi burada Mises’in özünde bir anarko-kapitalist olduğu çıkarımını yaptı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İşte burada ayrılma konusuna gelmiş bulunuyoruz. Yalnız bu sefer ayrılma, “Secession” olarak ele alınacaktır. Evet, prensipte sınırsız bir ayrılma hakkını kabul etmesiyle, Mises temel olarak klasik liberal minarşist bir çizgiden anarko-kapitalist çizgiye geçmiştir. Rothbard bu şekilde görmüştü ve ben de böyle görüyorum. Çünkü sınırsız ayrılmaya izin veren bir devlet, artık bir devlet değil, katılabileceğiniz ve ayrılabileceğiniz gönüllü bir dernektir.
Ne yazık ki daha önceki çalışmalarının aksine (sadece Liberalism’de değil, daha önce Nation, State and Economy’de de) Mises, daha sonraki büyük eserlerinde, özellikle Human Action’da ayrılma konusunu tamamen görmezden geldi ve dolayısıyla bu konuları basitçe bastırdığı söylenmelidir. Orada Mises (fark edilebilir bir şekilde, isteksizce ama yine de net bir şekilde) her zaman devlete ve anarşist olmayanlara bağlıdır. (Not: Bir yazarın sonraki çalışması her zaman tutarlı veya her bakımdan önceki çalışmasına göre bir ilerleme değildir. Aynı zamanda entelektüel gerileme olasılığı da vardır. Söz konusu meselede, sonraki Mises önceki Mises’in gerisinde kalır.)
Elbette soruda daha önce belirtildiği gibi, eski Mises’in anarko-kapitalizme yönelik net bir atılım yapmadığını ve dolayısıyla tutarlı bir devletçi Mises yorumu için büyük bir boşluk bıraktığını da eklemek gerekir. Çünkü Mises, en azından bireysel hanelerin mümkün olan en geniş şekilde ayrılmasının (toplumun tümünün ayrılmasının aksine) pratikte uygulanamaz olduğunu beyan ettiği sürece sınırsız ayrılma hakkı ilkesini kısıtlar. Mises, bu iddiayı sistematik bir şekilde meşrulaştırmaz. Birkaç anahtar kelime yeterlidir. Bu ifade Mises’e açık ve bariz görünüyor. Ama neden?
Aslında, daha yakından incelendiğinde, bu ifadenin bir hata ve aldanma olduğu ortaya çıkıyor.
Bireysel hanelerin ayrılmasının uygulanabilmesine yönelik görünüşte en ciddi itirazı kısaca ele alalım. İtiraz şudur ki ayrılan bu haneler daha sonra o bölgedeki belediye veya eyalet toprakları içine girmekte ve bu topraklarla çevrelenmektedir. Bu itirazı ele almak için, her gayrimenkul alımında geçit hakları, irtifak hakları ve benzeri hakların fiilen aynı anda kazanıldığını ve bu erişim ve çıkış haklarının doğal olarak ayrılmadan sonra bile bundan etkilenmeden devam ettiğini açıkça belirtmek gerekir. Geçit haklarının gelişimi, bu hakların özel hukukta düzenlenmesi ve ele alınmasıyla ilgili özgürlükçü perspektifle yapılacak olan bir araştırma, değerli bir tez konusu olacaktır.
Son bir soru. Bunun biraz spekülatif olduğunu biliyorum ama sizce Mises devletlerin ve hükümetlerin nasıl canavarca kurumlara dönüştüğünü görebilseydi bugün farklı düşünür müydü?
Kesinlikle düşünürdü. Elbette eşsiz bir yalınlıkla sunduğu ve açıkladığı iktisadî yasaların etkinliği açısından değil. Ancak Mises, “Batı dünyasının” siyasî elitlerinin bu iktisadî yasalara karşı gelebileceklerini düşündükleri gerçek boyuta, kısacası, siyasî aptallığın ve ihmalkârlığın bu denli büyümesine kesinlikle şaşırırdı. İşte bu yüzden onun demokrasiye bakışı o zamana göre kesinlikle çok farklı ve çok daha şüpheci olurdu.
Mevcut durum göz önüne alındığında, Mises alenen anarko-kapitalist olur muydu? Bu muhtemelen, dirilen Mises’i daha genç mi yoksa daha yaşlı bir adam olarak mı hayal ettiğinize bağlı. Daha yaşlı olan ve kendi kendilerine karar alan insanlar yeni bir şeyi kabul edip benimsemeye nadiren razıdır. Öte yandan daha genç, farklı ve yeni fikirlere daha açık olan insanlar açısından minarşizmden anarko-kapitalizme geçiş için yarım saatlik yoğun, önyargısız düşünme yeterli olacaktır.
Çok teşekkürler Bay Hoppe.
Comentários