Ludwig von Mises - 15.09.1949
Bu makale Bettina Bien Greaves’in notları arasında bulunmuş ve 1949 tarihli Plain Talk dergisinin editörü Isaac Don Levine’in az sonra okuyacağınız yorumuyla yeniden basılmıştır:
Şu anda Sarı Deniz’in sınırlarından Yunanistan’ın dağlarına kadar eylem hâlinde olan milyonlarca cahil ve yarı cahil silahlı adam, Karl Marx adında bir Alman düşünür tarafından yaklaşık bir asır önce yazılmış, oldukça zor anlaşılan ve az okunan bir iktisat çalışması olan Das Kapital tarafından harekete geçirilmiştir. Marksist teorinin dünyanın yarısını demir bir yumruk gibi avucunun içine aldığı ve diğer yarısının da entelektüel bir çölde kaybolduğu günümüzde, Ludwig von Mises’in hayatının eseri olan Human Action (İnsan Eylemi) adlı bin sayfalık iktisat incelemesinin yayınlanması, Marksist akıntıyı tersine çevirme konusunda çığır açıcı bir olay olabilir. Devlet sosyalizminin çağdaş bir eleştirmeni olarak Profesör von Mises’in bir benzeri daha yoktur. En tanınmış öğrencisi Hayek olan Avusturya İktisat Ekolü’nün başı olarak bilinen ve Omnipotent Government (Kadir-i Mutlak Devlet) ile Bureaucracy (Bürokrasi) kitaplarının yazarı olarak tanınan Mises, devletçiliğin hüküm sürdüğü her yerde polis devletinin yükseleceğini uzun zaman önce öngörmüştü. Dr. von Mises çeyrek yüzyıl boyunca Viyana Üniversitesi’nde ders vermişti. Hitler’in Nasyonal Sosyalizminden kaçan bir mülteci olmasının ardından artık Amerika Birleşik Devletleri’ni yurt edinmiştir. Muazzam eserinin yayınlanmasını beklerken, kendisinden İnsan Eylemi’nin çıkış esasına ilişkin kendi açıklamasını bizim için yazmasını istedik.
İktisat Psödö-İktisada Karşı
İktisatçılara ev sahipliği yapacak fildişi kuleler yoktur. İstese de istemese de iktisatçı, her zaman ulusların, partilerin ve baskı gruplarının mücadele ettiği arenanın kargaşasının içine sürüklenir. Hiçbir şey günümüz insanının zihnini iktisadî doktrinlerin artıları ve eksileri kadar yoğun bir şekilde meşgul edemez. İktisadî konular, modern yazar ve sanatçıların dikkatini diğer tüm sorunlardan daha fazla işgal etmektedir. Filozoflar ve teologlar bugün, bir zamanlar felsefî ve teolojik çalışmaların uygun alanı olarak kabul edilen konulardan bile daha sık iktisadî konularla meşgul olur hâle gelmişlerdir. İnsanlığı, şiddetli çatışmalarının uygarlığı yok edebileceği iki düşman kampa bölen şey, insan yaşamı ve eyleminin iktisadî yorumuna ilişkin karşıt fikirlerdir.
Politikacılar, “salt teori” olarak nitelendirdikleri şeyleri tamamen hor gördüklerini ilân etmektedirler. İktisadî sorunlara kendi yaklaşımlarının tamamen pratik nitelikte olduğunu ve her türlü dogmatik önyargıdan arınmış olduğunu iddia etmektedirler. Politikalarının nedensel ilişkiler hakkındaki sınırlı varsayımlar tarafından belirlendiğinin, yani bunların sınırları belli teorilere dayandığının farkına varmazlar. Eylemde bulunan insan, hedeflediği amaçlara ulaşmak için belirli araçları seçerken, zorunlu olarak her zaman “salt teori” tarafından yönlendirilir; temelinde bir doktrin olmayan hiçbir pratik yoktur. Bu gerçeği inkâr eden politikacı, işlerini yürütmesine rehberlik eden hatalı, kendi kendisiyle çelişen ve yüzlerce kez çürütülmüş yanlış anlayışlarını iktisatçıların eleştirisinden kurtarmak için boşuna çabalamaktadır.
İktisat biliminin toplumsal işlevi tam da sağlam iktisadî teoriler geliştirmeye ve fasit akıl yürütmelerin yanlışlarını ifşa etmeye dayanır. Bu görevi yerine getirirken iktisatçı, dünyevi bir cennete giden kestirme yollarını çürüttüğü tüm sahtekârların ve şarlatanların ölümcül düşmanlığına maruz kalır. Bu şarlatanlar, bir iktisatçının argümanına karşı ne kadar az makul itiraz ileri sürebilirlerse, ona o kadar hiddetle hakarete başvururlar.
Enflasyonizm ve Kredi Genişlemeciliğine Karşı Sağlam Para
Yüzyılımızın başında uygar ulusların devletleri ya sözde klasik altın standardına ya da altın kambiyo standardına bağlıydı. Kuşkusuz, para ve kredi politikaları hatalardan arınmış değildi ve belli bir miktar kredi genişlemesine müsamaha gösterdiler. Ancak 1914’ten sonraki koşullarla kıyaslandığında, genişlemeci girişimlerinde ılımlıydılar ve sınırsız enflasyonu ve kredi genişlemesini tüm iktisadî hastalıkların patentli ilacı olarak savunan parasal kaçıkların fantastik projelerini reddettiler.
Ancak para miktarını ve güvene dayalı araçları (itibari/kaydi parayı) arttırarak insanları refaha kavuşturmayı amaçlayan planların bu şekilde reddedilmesi, böyle bir politikanın kaçınılmaz ve istenmeyen sonuçlarının layıkıyla idrak edilmesine dayanmıyordu. Devletler geleneksel para yönetimi standartlarından sapma konusunda isteksizdi çünkü eski devlet adamlarında daha önceki enflasyonların yol açtığı sıkıntıların anısı henüz silinmemişti ve klasik iktisatçıların prestijinin bazı kalıntıları hâlâ hüküm sürüyordu. Profesörler ve bankacılar, aralarında Ernest Solvay (1838-1922) ve Silvio Gesell (1862-1930) gibi isimlerin de bulunduğu bir grup genişlemecinin yazılarından nefret ediyorlardı. Ancak neredeyse hiç kimse bu yazarların neden yanıldığını ve onları nasıl çürüteceğini bilmiyordu. Aslında hazineler, merkez bankaları, finans basını ve üniversiteler tarafından genel kabul gören doktrinler, bu kaçıkların ileri sürdüğü fikirlerden temelde farklı değildi. Parasal tedbirlerle başarılacak kapsamlı bir sosyal reformun taraftarları olan bu kişiler, resmî doktrinden yalnızca nihai mantıksal sonuçlarını almışlardı. Yaklaşan büyük bir savaş ya da devrim gibi acil bir durumda, makam sahiplerinin ihtiyati rezervlerini bir kenara bırakmaları ve enflasyon ve kredi genişlemesi orjilerinin yaygınlaşması bekleniyordu.
The Theory of Money and Credit adlı kitabımı yayınladığımda para ve kredi teorisinin durumu böyleydi.¹ Tamamen iktisadî meseleleri ele alan modern subjektivist metotlara, yani marjinal fayda kavramına dayalı bir teori inşa etmeye çalıştım. O zamanlar enflasyon olarak adlandırılan ve bugün açık finansman (bütçe açığına dayalı devlet harcamaları) ve pump-priming (ekonomiyi canlandırıcı devlet teşvikleri) etiketleri altında tutkuyla övülen şeyin bir ulusu asla daha müreffeh kılamayacağını gösterdim. Söz konusu durum, gelir ve servetin nüfusun bazı gruplarından diğer gruplara kaymasına yol açabilir, ancak her zaman tüm ulusun refahına zarar verme eğilimindedir. Faizin, yani şimdiki malların gelecekteki mallara göre daha yüksek değerde olmasının, toplumun iktisadî örgütlenmesinin özel yapısına bağlı olmayan ve herhangi bir yasa ya da reformla ortadan kaldırılamayacak, kaçınılmaz bir insan davranışı kategorisi olduğuna işaret ettim. Faiz oranını, kredi genişlemesiyle sabote edilmemiş bir piyasada ulaşacağı yüksekliğin altında tutma çabaları uzun vadede başarısızlığa mahkûmdur. Kısa vadede ise kaçınılmaz olarak bir çöküş ve durgunlukla sonuçlanacak yapay bir âni yükselişe neden olurlar. Ekonomik buhran dönemlerinin sık sık tekrar etmesi, laissez-faire kapitalizminin doğasında var olan bir fenomen değildir. Bilakis, kapitalizmin işleyişini “ucuz para” ve kredi genişlemesi yoluyla “iyileştirmek” üzere tekrarlanan girişimlerin bir sonucudur. Eğer ekonomik buhranlar önlenmek isteniyorsa, faiz oranlarına müdahale etmekten kaçınmak gerekir. İşte böylelikle, fikirlerimi destekleyenlerin ve eleştirenlerin yakın zamanda “Avusturyacı Ticaret Döngüsü Teorisi” olarak adlandırmaya başladıkları teoriyi detaylandırdım.
Beklediğim gibi, tezlerim resmî doktrinin savunucuları tarafından hiddetle karalandı. Kendilerini “Hohenzollern Hanedanı’nın entelektüel muhafızları” olarak tanımlayan Alman profesörlerin tepkisi bilhassa çirkindi. Bir noktayı örneklendirirken, Alman markının satın alma gücünün önceki eşdeğerinin milyonda birine düşebileceği varsayımına başvurmuştum. Eleştirmenlerden birisi bana, “Ne kadar kalın kafalı bir adam ki, sadece varsayımsal olarak bile olsa, böyle fantastik bir söylemi ortaya atmaya cüret ediyor!” diye bağırdı. Ancak birkaç yıl sonra markın satın alma gücü savaş öncesindeki seviyesinin milyarda birine düşmüştü!
İnsanların teoriden ya da tecrübeden ders çıkarma konusunda isteksiz olmaları üzücü bir gerçektir. Ne bütçe açığı harcamaları ve düşük faiz politikalarının yol açtığı felaketler ne de Friedrich von Hayek, Henry Hazlitt ve merhum Benjamin M. Anderson gibi seçkin düşünürlerin teorilerimi tasdik etmesi, itibari para çılgınlığının popülerliğine şimdiye kadar bir son verebilmiştir. Tüm ulusların para ve kredi politikaları, muhtemelen eski çöküşlerin hepsinden daha feci olan yeni bir felakete doğru gitmektedir.
Sosyalizmin İktisadî Teorisi
Altmış yıl önce Sidney Webb, yüzyılın iktisat tarihinin sosyalizmin ilerleyişinin neredeyse kesintisiz bir kaydı olduğunu söyleyerek övünüyordu. Birkaç yıl sonra ünlü bir İngiliz devlet adamı olan Sir William Harcourt da “Artık hepimiz sosyalistiz!” demişti. Tüm ulusların, nihayetinde yalnızca devlet tarafından çok yönlü planlamanın, yani sosyalizm ya da komünizmin kurulmasıyla sonuçlanacak politikalar izlediğinden şüphe edilemez.
Yine de hiç kimse sosyalist bir sistemin iktisadî sorunlarını analiz etmeye cesaret edemedi. Karl Marx bu tür çalışmaları yalnızca “ütopik” ve “bilim dışı” oldukları gerekçesiyle âdeta yasaklamıştı. Ona göre, tarihin akışını kaçınılmaz olarak belirleyen ve insanların davranışlarını “iradelerinden bağımsız olarak” yönlendiren efsanevi üretici güçler, zamanı geldiğinde her şeyi mümkün olan en iyi şekilde düzenleyecekti; ölümlü insanların bu konularda kendilerine bir yargıda bulunmaları boş bir küstahlık olurdu. Bu Marxçı tabuya sıkı sıkıya riayet edildi. Bir sürü sözde iktisatçı ve sözde uzman kapitalizmin sözde eksiklikleriyle uğraştı ve tüm insan faaliyetlerinin devlet tarafından kontrol edilmesinin getireceği nimetlerden övgüyle söz etti; ama neredeyse hiç kimse sosyalizmin iktisadî problemlerine eğilecek entelektüel dürüstlüğe sahip değildi.
Bu tahammül edilemez duruma bir son vermek için çeşitli akademik çalışmalarımı ve son olarak da Socialism: An Economic and Sociological Analysis (Sosyalizm) adlı kitabımı yayınladım.² Çalışmalarımın ana sonucu, sosyalist bir topluluğun iktisadî hesaplama yapabilecek durumda olmayacağının kanıtlanmasıydı. Sosyalizm sadece bir ya da birkaç ülkeyle sınırlı olduğunda, Sosyalistler sosyalist olmayan ülkelerin pazarlarında belirlenen fiyatlar temelinde iktisadî hesaplamaya başvurabilirler. Ancak tüm ülkeler sosyalizmi benimsediğinde, artık üretim faktörleri için herhangi bir piyasa yoktur, bunlar artık alınıp satılmaz ve bunlar için herhangi bir fiyat belirlenmez.
Bu, sosyalist bir yönetimin çeşitli üretim faktörlerini aynı değere ve ortak bir paydaya indirgemesinin ve böylece gelecekteki eylemleri planlarken ve geçmiş eylemlerin sonuçlarını değerlendirirken hesaplamaya başvurmasının imkânsız olacağı anlamına gelir. Böylesi bir sosyalist yönetim, planladığı ve uyguladığı şeyin hedeflenen amaçlara ulaşmak için en uygun yöntem olup olmadığını bilemeyecektir. Dolayısıyla karanlıkta faaliyet gösterecektir. Hem maddi hem de insanî (emek) kıt üretim faktörlerini israf edecektir. Planlamanın paradoksu, tam da maliyet (girdi) ve ürün (çıktı) arasındaki ölçümlere dayalı rasyonel eylem için gerekli koşulları ortadan kaldırmasıdır. Zira bilinçli planlama olarak savunulan şey aslında bilinçli amaçsal eylemin ortadan kaldırılmasıdır.
Sosyalist ve komünist yazarlar, ispatımın çürütülemez olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. İtibarlarını kurtarmak için argümanlarını radikal bir şekilde tersine çevirdiler. İktisadî hesaplama tezimin ilk kez yayınlandığı 1920 yılına kadar, tüm sosyalistler sosyalizmin özünün piyasanın ve piyasa fiyatlarının ortadan kaldırılması olduğunu ilân etmişlerdi. Sosyalizmin hayata geçirilmesinden bekledikleri tüm nimetleri, fiyat sisteminin bu şekilde ortadan kaldırılmasının bir sonucu olarak tanımlıyorlardı. Ama şimdi piyasaların ve piyasa fiyatlarının sosyalizmde bile korunabileceğini gösterme telaşındalar. Çocukların savaş ya da demiryolu oyunu oynadıkları gibi insanların piyasacılık “oynayacakları” bir sosyalizm için sahte ve kendi içinde çelişkili planlar hazırlıyorlar. Bu çocukça oyunun, taklit etmeye çalıştığı gerçek şeyden hangi açıdan farklı olduğunu anlamıyorlar.
Orta Yol
Birçok politikacı ve yazar, kapitalizm (laissez-faire) ve sosyalizm (komünizm, planlama) arasında seçim yapma zorunluluğundan kaçınabileceklerine inanmaktadır. Kapitalizmden olduğu kadar sosyalizmden de uzak olduğunu söyledikleri üçüncü bir çözüm önermektedirler. İmparatorluk Almanya’sında bu üçüncü sistem Sozialpolitik olarak adlandırılıyordu; Amerika Birleşik Devletleri’nde ise New Deal olarak bilinmektedir. İktisatçılar Fransızlar tarafından kullanılan Interventionism (müdahalecilik) terimini tercih etmektedir. Buradaki fikir, üretim araçlarının özel mülkiyetinin tamamen ortadan kaldırılmaması gerektiği; ancak devletin kapitalistlerin ve girişimcilerin faaliyetlerine emir ve yasaklar, vergiler ve sübvansiyonlar yoluyla müdahale ederek piyasanın işleyişini “iyileştirmesi” ve düzeltmesi gerektiğidir.
Müdahaleciliğin toplumun iktisadî örgütlenmesinde kalıcı bir sistem olarak işe yaramayacağını göstermeye çalıştım. Önerilen çeşitli tedbirler kaçınılmaz olarak -kendi savunucuları ve onlara başvuran devletler açısından- değiştirmek için tasarlandıkları önceki durumdan daha tatmin edici olmayan sonuçlar doğuracaktır. Eğer devlet bu sonucu kabul etmezse ya da bundan tüm bu tedbirleri terk etmesi gerektiği sonucunu çıkarırsa, üretim araçları üzerindeki özel kontrolü tamamen ortadan kaldırana ve böylece sosyalizmi tesis edene kadar attığı her adımı gittikçe daha fazla müdahaleyle atmak zorunda kalacaktır. İktisadî işlerin yürütülmesi, yani üretim faktörlerinin hangi amaçlarla kullanılacağının belirlenmesi, nihai olarak ya tüketicilerin satın almaları ve satın almaktan kaçınmaları ya da devlet kararnameleriyle yönlendirilebilir. Bunun bir orta yolu yoktur. Kontrol bölünemezdir.
İşte müdahalecilik, kamuoyunu yanlış yönlendirerek laissez-faire kapitalizmine isnat edilen tüm bu kötülükleri üretir. Yukarıda işaret edildiği gibi, kredi genişlemesi yoluyla faiz oranını düşürme çabaları ekonomik buhranın tekrarlanmasına yol açmaktadır. Ücret oranlarını, serbest bir piyasada ulaşabilecekleri yüksekliğin üzerine çıkarma girişimleri, uzun süreli kitlesel işsizlikle sonuçlanır. “Zengini sömürme” vergilendirmesi sermaye tükenişiyle sonuçlanır. Tüm müdahaleci önlemlerin ortak sonucu genel yoksullaşmadır. Müdahaleci devleti refah devleti olarak tanımlamak yanlış bir isimlendirmedir. Sonuçta elde ettiği şey, halkın yaşam standardını iyileştirmek değil, aşağı çekmektir. Amerika Birleşik Devletleri’nin eşi benzeri görülmemiş iktisadî kalkınması ve nüfusunun yüksek yaşam standardı, serbest girişim sisteminin başarılarıdır.
Tüm İktisadî Olguların Birbiriyle Bağlantılılığı
İktisat, farklı spesifik dallara ayrılmaya izin vermez. Her zaman tüm eylem ve tasarruf olgularının birbirine bağlılığı ile ilgilenir. Tüm iktisadî olgular birbirini karşılıklı olarak koşullandırır. Çeşitli iktisadî sorunların her biri, insan ihtiyaç ve isteklerinin her yönüne uygun şekilde önem ve değer atfeden kapsamlı bir sistem çerçevesinde ele alınmalıdır. Tüm incelemeler, sosyal ve iktisadî ilişkilerin bütüncüllüğünün sistematik bir şekilde ele alınmasıyla uyumlu olmadıkları sürece bölük pörçük kalırlar.
İşte böyle kapsamlı bir analiz sunmak, Human Action: A Treatise on Economics (İnsan Eylemi) adlı kitabımın görevidir. Bu kitap, yaşam boyu süren çalışma ve araştırmaların, yarım yüzyıllık deneyimin bir sonucudur. Avrupa’nın yüksek uygarlığını ve refahını yok etmekten başka bir işe yaramayan güçleri gördüm. Kitabımı yazmaktaki amacım, bu ülkenin uçuruma giden yolu izlemesini önlemek için en güzide çağdaşlarımın çabalarına kendi payıma katkıda bulunmaktı.
Dipnotlar:
1. İlk Almanca basım yılı 1912, İlk ABD baskısı 1934.
2. İlk Almanca basım yılı 1922, İlk ABD baskısı 1936.
Comments