top of page

Malthus Tuzağı’ndan Sanayi Devrimi’ne

Toplumsal Evrim Üzerine Değerlendirmeler


Hans-Hermann Hoppe - 05.03.2015


I. İktisadî Teori

Servetin nasıl artırılacağı ve nasıl zengin olunacağı sorununun iktisadî teori kapsamında basit bir cevabı vardır.


Bu cevap üç bileşenden oluşur:

  1. Sermaye birikimi yoluyla, yani birim zamanda üretim malları olmadan üretilebilecek olandan daha fazla tüketim malı üretebilen ya da sadece toprak ve emekle hiç üretilemeyecek olan ara “üretim” ya da “sermaye” mallarının inşası yoluyla (ki sermaye birikiminin de (düşük) zaman tercihiyle bir ilgisi vardır);

  2. İş bölümüne katılım ve bütünleşim (entegrasyon) yoluyla; ve

  3. Nüfus kontrolü yoluyla, yani optimal nüfus büyüklüğünü muhafaza etme yoluyla zenginleşirsiniz.


Robinson Crusoe, adasında tek başına, aslında sadece kendi “emeğine” ve “toprağına” (doğaya) sahiptir. Doğa onu ne kadar zengin ya da fakir yaparsa o kadar zengin ya da fakirdir. En acil ihtiyaçlarından bazılarını, yalnızca çıplak ellerini kullanarak doğrudan karşılayabilir. En azından, serbest (boş) zaman arzusunu her zaman böyle, yani hemen tatmin edebilir. Ancak, isteklerinin çoğunun tatmini yalın doğadan ve çıplak ellerden daha fazlasını, yani dolaylı ya da dolambaçlı -ve zaman alıcı- bir üretim yöntemini gerektirir. Çoğu, hatta neredeyse tüm mallar ve bunlara bağlı tatmin türleri, sadece dolaylı olarak faydalı bazı araçların, yani üretim ya da sermaye mallarının yardımını gerektirir. Bu üretim malları sayesinde, boş zaman yaratma gibi çıplak elle de üretilebilen mallardan birim zamanda daha fazla üretmek ya da sadece toprak ve emekle hiç üretilemeyen malları üretmek mümkün hâle gelir. Crusoe çıplak elleriyle yakalayabileceğinden daha fazla balık yakalamak için bir ağ inşa eder; ya da çıplak elleriyle inşa edemeyeceği bir barınak inşa etmek için bir balta imal etmesi gerekir.


Ancak ağ ya da balta yapmak bir fedakârlık (tasarruf) gerektirir. Kuşkusuz, üretim mallarının yardımıyla yapılan üretimin bu mallar olmadan yapılandan daha verimli olması beklenir; zira Crusoe, ağ ile birim zamanda ağsız olduğundan daha fazla balık yakalayabileceğini beklemeseydi, ağ inşa etmek için hiç zaman harcamazdı. Bununla birlikte, bir üretim malının üretimi bir fedakârlık (feragat, ödün gibi terimlerle de ifade edilebilir) içerir; çünkü bir üretim malını inşa etmek zaman alır ve aynı zaman, eğer boş zaman ise keyfinin sürülmesi veya diğer hemen kullanılabilir tüketim mallarının tüketilmesi için kullanılamaz. Crusoe, üretkenliği artıran ağı imal edip etmemeye karar verirken, beklenen iki tatmin durumunu karşılaştırmalı ve sıralamalıdır: Daha fazla beklemeden şimdi elde edebileceği tatmin ve ancak daha sonra, daha uzun bir bekleme süresinin sonunda elde edebileceği tatmin. Ağı inşa etmeye karar verirken Crusoe, fedakârlığın, yani şu andaki tüketimden vazgeçmenin değerini, ödülün, yani gelecekte daha fazla tüketebilecek olmanın değerinden daha aşağıda gördüğünü belirlemiştir. Aksi takdirde, bu önem sıralamasını başka türlü yapsaydı, ağı imal etmekten kaçınırdı.


Bu ölçme, tartma, değerlendirme süreci ve şu anki malların gelecekteki mallarla olası mübadelesi ve buna bağlı tatminler zaman tercihi tarafından yönetilir. Şu anki mevcut mallar her zaman gelecektekilerden daha değerlidir ve mevcut malları gelecektekilerle ancak yüksek bir getiri elde edersek değiştiririz. Ancak mevcut malların gelecekteki mallara tercih edilme derecesi ya da gelecekteki daha büyük bir tüketim için bazı olası mevcut tüketimlerden vazgeçme isteği, yani tasarruf etme isteği, kişiden kişiye ve zamanın bir noktasından diğerine farklılık gösterir. Kişisel zaman tercihlerinin yüksekliğine bağlı olarak Crusoe daha fazla veya daha az tasarruf ve yatırım yapacak ve yaşam standardı daha yüksek veya daha düşük olacaktır. Zaman tercihi ne kadar düşükse, yani Crusoe için gelecekte beklenen daha büyük bir tatmin karşılığında mevcut tatmini ertelemek ne kadar olasıysa, Crusoe o kadar çok sermaye malı biriktirecek ve yaşam standardı o kadar yüksek olacaktır.


İkinci olarak, insanlar iş bölümüne katılım yoluyla zenginliklerini artırabilirler. Crusoe’ya Friday’in de katıldığını varsayalım. Doğal, fiziksel veya zihinsel farklılıkları ya da karşı karşıya oldukları “toprak” (doğa) farklılıkları nedeniyle, neredeyse otomatik olarak çeşitli malların üretiminde mutlak ve karşılaştırmalı avantajlar ortaya çıkar. Crusoe bir malı, Friday ise başka bir malı üretmek için daha donanımlıdır. Eğer her biri özellikle iyi olduğu alanda uzmanlaşırsa, toplam mal üretimi, uzmanlaşmayıp izole ve kendi kendine yeten bir üretici konumunda kalmalarından daha fazla olacaktır. Crusoe ya da Friday’den biri her malın üstün nitelikli üreticisi ise, her yönden üstün olan üretici, avantajının özellikle büyük olduğu faaliyetlerde uzmanlaşmalı, her yönden düşük nitelikli üretici ise dezavantajının nispeten daha küçük olduğu faaliyetlerde uzmanlaşmalıdır. Böylece, üretilen malların toplam çıktısı da, her birinin kendi kendine yeterli bir izolasyon içinde olduğu durumdan daha fazla olacaktır.


Üçüncü olarak, toplumdaki zenginlik nüfus büyüklüğüne, yani nüfusun optimum büyüklükte tutulup tutulmadığına bağlıdır. Zenginliğin nüfus büyüklüğüne bağlı olması, “getiri yasası” ve “Malthusçu nüfus yasası” tarafından ortaya konmaktadır ve Ludwig von Mises bu yasaları şöyle yorumlamaktadır:


Bu yaklaşım, düşüncenin en büyük başarılarından biridir. İş bölümü ilkesi ile birlikte modern biyolojinin ve evrim teorisinin temellerini oluşturmuşlardır; bu iki temel teoremin insan eylemi bilimleri için önemi, piyasa olgularının iç içe geçmesi ve sıralanmasındaki düzenliliğin ve bunların piyasa verileri tarafından kaçınılmaz olarak belirlenmesinin keşfinden sonra ikinci sıradadır. Hem Malthus yasasına hem de getiri yasasına karşı yapılan itirazlar boş ve önemsizdir. Her iki yasa da tartışılmazdır.¹

En genel ve yalın hâliyle getiri yasası, iki ya da daha fazla üretim faktörünün herhangi bir kombinasyonu için optimum bir kombinasyon olduğunu belirtir (öyle ki bu kombinasyondan herhangi bir sapma, maddi israf ya da “verimlilik kaybı” yaratır). İki orijinal üretim faktörü olan emek ve toprağa (doğa tarafından verilen kaynaklara) uygulandığında, bu yasa, toprak miktarı (ve mevcut teknoloji) sabit ve değişmeden kalırken emek miktarının (nüfus) sürekli olarak artırılması durumunda, eninde sonunda emek birimi girdi başına fiziksel çıktının maksimize edildiği bir noktaya ulaşılacağını ima eder. Bu nokta optimum nüfus büyüklüğünü işaret eder. Nüfus bu büyüklüğün ötesinde artarsa, kişi başına düşen gelir azalacaktır; ve aynı şekilde, nüfus bu noktanın altına düşerse kişi başına düşen gelir daha az olacaktır (iş bölümü küçüleceğinden, buna eşlik eden bir verimlilik kaybı olacaktır). O hâlde, kişi başına düşen gelirin optimal seviyesini korumak için nüfusun daha fazla artmayıp sabit kalması gerekir. Böyle durağan bir toplumun kişi başına düşen reel geliri daha da artırmasının ya da kişi başına düşen gelirde bir kayıp olmadan büyümesinin tek bir yolu vardır: o da teknolojik yenilik, yani boş zamanlardan ya da diğer anlık tüketimlerden kaçınmanın getirdiği tasarruflar sayesinde mümkün olan daha iyi, daha verimli araçların kullanılmasıdır. Teknolojik yenilik yoksa (teknoloji sabitse), kişi başına düşen gelirde eşzamanlı bir düşüş olmaksızın nüfusun büyümesinin tek olası yolu daha fazla (ve muhtemelen daha iyi) arazinin kullanıma alınmasıdır. Ancak ek arazi yoksa ve teknoloji “belirli” bir seviyede sabitse, nüfusun optimum büyüklüğün ötesine geçmesi kişi başına düşen gelirde kademeli bir düşüşe yol açacaktır.


Bu son durum “Malthus Tuzağı” olarak da adlandırılmaktadır. Ludwig von Mises bunu şu şekilde tanımlamıştır:


Doğum oranının refahın maddi potansiyellerinin arzına yönelik bilinçli bir şekilde ayarlanması, insan yaşamının ve eyleminin, uygarlığın, zenginlik ve refahtaki her türlü gelişmenin vazgeçilmez bir koşuludur. ... Ortalama yaşam standardının nüfustaki aşırı artış nedeniyle kötüleştiği durumlarda, uzlaşmaz çıkar çatışmaları ortaya çıkar. Her birey, hayatta kalma mücadelesinde diğer tüm bireylerin rakibi konumuna gelir. Rakiplerin yok edilmesi, kişinin refahını artırmanın tek yolu olur. ... Doğal koşullarda insan, herkesin herkese karşı acımasız savaşı ya da toplumsal işbirliği arasında seçim yapmak zorunda kalır. İnsanlar doğal üreme ve çoğalma dürtülerini serbest bırakırsa toplumsal işbirliği imkânsız hâle gelir.²

Tüm bunların avcı-toplayıcı toplumlarda nasıl işlediği daha önceki “Özel Mülkiyetin ve Ailenin Kökeni Üzerine” başlıklı makalede anlatılmış ve açıklanmıştı. İnsanlığın görünüşte rahat olan avcı-toplayıcı yaşam tarzını hiç terk etmemiş olması tasavvur edilebilir. Eğer insanlık tüm nüfus artışını avcı-toplayıcı bir grubun (birkaç düzine üyeden oluşan) optimal büyüklüğünün ötesinde sınırlayabilseydi, bu mümkün olabilirdi. Bu durumda, yaklaşık 11000 ya da 12000 yıl öncesinde yaşayan tüm atalarımızın on binlerce yıl boyunca yaşadıkları biçimde bugün biz de yaşıyor olabilirdik. Ancak gerçek şu ki, insanlık bunu başaramadı. Nüfus arttı ve buna bağlı olarak, ek topraklar tükenene kadar giderek daha büyük toprakların ele geçirilmesi gerekti. Dahası, avcı-toplayıcı toplumlar çerçevesinde gerçekleştirilen teknolojik ilerlemeler (örneğin yaklaşık 20000 yıl önce ok ve yayın icadı gibi) bu yayılmacılığın hızını azaltmak yerine artırmıştı. Avcılar ve toplayıcılar (insan olmayan tüm hayvanlar gibi) doğa tarafından sunulan malları yalnızca tükettikleri, ancak üretmedikleri ve dolayısıyla bu mallara ekleme yapmadıkları için, ellerindeki daha iyi aletler bölgesel yayılma sürecini geciktirmek yerine hızlandırmıştı.


Yaklaşık 11000 yıl önce başlayan Neolitik Devrim geçici bir rahatlama getirdi. Tarım ve hayvancılığın icadı, daha fazla sayıda insanın aynı, değişmeyen miktardaki topraklarda hayatta kalmasını sağladı ve aile kurumu, yavru üretiminin maliyetlerinin yanı sıra faydalarını da özelleştirerek (içselleştirerek), nüfus artışı üzerinde şimdiye kadar bilinmeyen yeni bir kontrol sağladı. Ancak her iki yenilik de aşırı nüfus sorununa kalıcı bir çözüm getirmedi. Erkekler hâlâ uçkurlarına mukayyet olamıyordu ve tarım ve hayvancılığın oluşturduğu yeni, parazitik olmayan üretim tarzının getirdiği daha yüksek üretkenlik, artan nüfus tarafından hızla tüketiliyordu. Dünya üzerinde eskisinden çok daha fazla sayıda insan yaşayabiliyordu, ancak insanlık Malthus Tuzağı’ndan henüz kurtulamamıştı - ta ki yaklaşık 200 yıl önce Sanayi Devrimi olarak adlandırılan sürecin başlamasına kadar.


II. İktisadî Tarih: Sorun

Aşağıda açıklanacak olan sorun, bir yandan dünya nüfusunun artışını, diğer yandan da kişi başına düşen gelirin (ortalama yaşam standartlarının) gelişimini gösteren iki grafikle ele alınmıştır.


Colin McEvedy ve Richard Jones’tan³ alınan ilk grafik, M.Ö. 400’den günümüze (M.S. 2000) kadar insan nüfusundaki artışı göstermektedir. Neolitik Devrimin başlangıcında nüfus büyüklüğü yaklaşık 4 milyondu. Ancak yaklaşık 7000 yıl öncesine kadar (M.Ö. 5000) ekin ekilen alan (önce sadece Bereketli Hilal bölgesinde ve daha sonra Kuzey Çin’de) küresel nüfus büyüklüğü üzerinde fazla bir etkiye sahip olamayacak kadar küçüktü. O zamana kadar nüfus yaklaşık 5 milyona ulaşmıştı. Ancak o zamandan bu yana nüfus büyük bir hızla artmıştır: 2000 yıl sonra (M.Ö. 3000) nüfus neredeyse üçe katlanarak 14 milyona, 3000 yıl önce de (M.Ö. 1000) 50 milyona ulaşmış⁴ ve sadece 500 yıl sonra, grafikte görüldüğü gibi, dünya nüfusu yaklaşık 100 milyon olmuştur. O zamandan bu yana, grafikte de görüldüğü gibi, nüfus büyüklüğü yavaş ama az çok istikrarlı bir şekilde artmaya devam etmiş, 1800 yılı civarında (yaklaşık 720 milyon iken) önemli bir kırılma yaşanmış ve nüfus artışı çok keskin bir ivmeyle artarak 200 yıl kadar sonra 7 milyara ulaşmıştır.


Şekil 1: Toplam Dünya Nüfusu (Milyon Bazında)
Her bir birim bir milyon kişiyi temsil etmektedir.

Gregory Clark’tan⁵ alınan ikinci grafik, kayıtlı insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar kişi başına düşen gelirin gelişimini göstermektedir. Bu grafik de 1800’lerde meydana gelen önemli bir kırılmayı göstermektedir. O zamana kadar, yani kayıtlı insanlık tarihinin büyük bir bölümünde, kişi başına düşen reel gelir (gıda, barınma, giyim, ısınma ve aydınlatma açısından) artmamıştır. Yani, 18. yüzyıl İngilteresi’ndeki ortalama yaşam standartları en eski ücret oranları ve çeşitli tüketim malları fiyatları kayıtlarının bulunabildiği Antik Babil’dekinden pek de yüksek değildi. Tabii ki yerleşik hayat ve özel toprak sahipliğiyle birlikte servet ve gelirde belirgin farklılıklar ortaya çıkmıştı. Neredeyse yerleşik hayatın başlangıcından itibaren, bugünün standartlarına göre bile muazzam bir lüks içinde yaşayan büyük toprak sahipleri (lordlar) mevcuttu. Ortalama yaşam standartları da her zaman ve her yerde eşit derecede düşük değildi. Örneğin 1800’de İngiliz, Hint ve Batı Afrika reel gelirleri arasında belirgin bölgesel farklılıklar vardı. Ve elbette, zamanlar arası karşılaştırmalar söz konusu olduğunda, 1800 İngilteresi’nde Antik Roma, Yunanistan, Çin veya Babil’de bulunmayan pek çok teknoloji mevcuttu. Ancak her durumda, her yerde ve her zaman nüfusun ezici çoğunluğu, küçük toprak sahipleri ve çoğu işçi, geçimlik düzeyin yakınında ya da biraz üzerinde yaşıyordu. Çeşitli dış olaylar nedeniyle reel gelirlerde inişler ve çıkışlar olmuş, ancak yaklaşık 1800 yılına kadar hiçbir yerde kişi başına düşen reel gelirde sürekli bir artış eğilimi görülmemiştir.


Şekil 2: Tek Görselde Dünya İktisadî Tarihi Gelirler 1800’den sonra birçok ülkede keskin bir şekilde artarken diğerlerinde azalmıştır.

Her iki grafik birlikte, yaklaşık 200 yıl önce gerçekleşen ve Sanayi Devrimi olarak adlandırılan sürecin dünya tarihindeki önemini ve ayrıca insanî gelişimin Malthusçu önceki aşamasının önemini ve özellikle de uzunluğunu ortaya koymaktadır. 1800’lere kadar insan ve insan olmayan hayvanların ekonomileri arasında çok az fark vardı. Hayvanlar (ve bitkiler) için, sayılarındaki artışın mevcut geçim araçlarına tehdit ve baskı oluşturacağı ve nihayetinde aşırı nüfusa, Mises’in deyimiyle, geçim sıkıntısı nedeniyle “ayıklanması” gereken “ihtiyaç fazlası canlılara” yol açacağı her zaman ve değişmez bir gerçektir. Bugün, insanlar söz konusu olduğunda, bunun böyle olmaması gerektiğini biliyoruz: modern, batılı toplumlarda bu şekilde ayıklanan hiçbir ihtiyaç fazlası canlı mevcut değildir. Ancak insanlık tarihinin büyük bir bölümünde durum gerçekten de bundan ibaretti.


Elbette, çoğunlukla tarımsal kullanım için daha fazla araziye sahip olunması ve kısmen de üretim mallarına eklenen daha iyi teknoloji ve genişletilip yoğunlaştırılmış iş bölümü sayesinde nüfus büyüklüğü artabilirdi. Ancak tüm bu iktisadî “kazançlar”, mevcut geçim araçlarına yeniden tehdit ve baskı oluşturan, iş bölümünde kendilerine yer kalmaması sonucu sessizce ölmek ya da dilenci, serseri, yağmacı, haydut veya savaşçı biçiminde bir tehlikeye (iktisadî bir “kötü”ye) dönüşmek zorunda kalan aşırı nüfusa ve “ihtiyaç fazlası tür”ün ortaya çıkmasına yol açan nüfus artışı yüzünden her zaman hızla tüketilmiştir. Dolayısıyla insanlık tarihinin büyük bölümünde ücretlerin tunç kanunu hüküm sürmüştür. Gelir ve ücretler, ciddi miktarda bir ihtiyaç fazlası sınıfının varlığı nedeniyle geçimlik düzeye yakın bir seviyede kalmıştır.


III. Açıklamalı Tarih

Malthus Tuzağı’ndan çıkmak neden bu kadar uzun sürdü ve ne oldu da sonunda başardık? Tarımcı yerleşimciler olarak var olmak adına avcı-toplayıcı bir varoluştan vazgeçmemiz neden bu kadar uzun sürdü? Ve neden tarım ve hayvancılığın icadından sonra bile, insanlığın Malthus Tuzağı’ndan görünüşte nihai kurtuluşuna kadar 10000 yıldan fazla zaman geçti? İktisadî teori ya da benim bu konu hakkında söylediklerim bu sorulara cevap vermez ve veremez.


İktisatçılar arasında, özellikle de liberteryen iktisatçılar arasında standart cevap şudur: Bu gecikmenin nedeni, daha hızlı bir gelişmeyi engelleyen kurumsal engeller, özellikle de özel mülkiyet haklarının yeterince korunmamasıdır ve bu engeller ancak yakın zamanda (1800 dolaylarında) ortadan kalkmıştır. Esasen Ludwig von Mises’in açıklaması da budur.⁶ Aynı şekilde Murray N. Rothbard da benzer fikirler ileri sürmüştür.⁷ Ben bu açıklamanın yanlış ya da en azından yetersiz olduğunu iddia etmek ve alternatif (varsayımsal) bir açıklamanın ana hatlarını sunmak istiyorum.


Birincisi, bildiğimiz kadarıyla avcı ve toplayıcıların tarımı ve hayvancılığı icat etmek için bolca boş zamanları vardı. Tekrar tekrar ve sayısız yerde, aşırı nüfustan ve dolayısıyla düşen gelirlerden muzdarip oldular; ve yine de, vazgeçilen boş zamanın fırsat maliyeti düşük olsa da, on binlerce yıl boyunca hiç kimse tarım ve hayvancılığı Malthusçu koşullardan (en azından geçici) bir kaçış olarak düşünmedi. Bunun yerine, yaklaşık 11000 yıl öncesine kadar avcı-toplayıcı kabileler aşırı nüfusun yinelenen meydan okumasına her zaman ya göç ederek, yani (sonunda toprakları tükenene kadar) ek toprakları kullanıma alarak ya da nüfus büyüklüğü gerçek gelirlerin düşmesini önleyecek düzeyde azalana kadar birbirleriyle ölümüne savaşarak karşılık vermişlerdir.


Ayrıca, yerleşik toplumlarda mülkiyet hakları birçok yerde ve zamanda iyi korunmuştur. Özel mülkiyet fikri ve özel mülkiyetin başarılı bir şekilde korunması yakın geçmişin icatları ve kurumları olmayıp, uzun zamandır bilinmekte ve neredeyse yerleşik hayatın başlangıcından beri uygulanmaktadır. Bildiğimiz kadarıyla, örneğin, 1200’lerin İngilteresi’nde ve feodal Avrupa’nın büyük bölümünde mülkiyet hakları, günümüz İngilteresi ve Avrupası’nda olduğundan daha iyi korunmaktaydı. Yani, sermaye birikimi ve iş bölümüne elverişli her türlü kurumsal teşvik mevcuttu ve yine de 1800’lere kadar hiçbir yerde insanlık kendini Malthusçu aşırı nüfus ve kişi başına düşen gelirin yerinde sayması (stagnasyon) tuzağından kurtarmayı başaramadı. Dolayısıyla, mülkiyetin korunmasının tesis edilmesi, ekonomik büyümenin (kişi başına düşen gelirin artmasının) sadece gerekli bir koşulu olarak görülebilir, ancak kesinlikle yeterli bir koşulu sayılamaz.


Tüm bunları açıklayabilecek başka bir şey -iktisadî teoride yer almayan başka bir faktör- olmalıdır.


Cevabın bir kısmı açık: İnsanlık Malthus Tuzağı’ndan çıkamadı çünkü daha önce de belirtildiği gibi, erkekler uçkurlarına sahip çıkamadılar. Eğer bunu yapabilselerdi, aşırı nüfus diye bir şey olmazdı. Ancak bu, cevabın yalnızca bir kısmı olabilir. Çünkü nüfus kontrolü reel gelirlerin düşmesini engelleyebilir, ancak gelirlerin yükselmesini sağlayamaz.⁸ Saf (aprioristik) iktisat teorisinde yer almayan başka bir “ampirik” faktör, Malthus çağının uzunluğunu ve sonunda ondan nasıl çıktığımızı açıklamalıdır. Bu kayıp faktör, insan zekâsının tarihsel değişimidir ve yukarıdaki soruların basit cevabı (aşağıda da detaylandırılacağı üzere) şudur: Çünkü tarihin büyük bir bölümünde insanlık yeterince zeki değildi ve zekânın üremesi zaman alır.⁹


Yaklaşık 11000 yıl öncesine kadar insanlık yeterince zeki değildi, öyle ki en zeki üyeleri bile tarım ve hayvancılığın temelini oluşturan dolaylı ya da dolambaçlı tüketim malları üretimi fikrini kavrayabilecek kapasitede değildi. Önce ekin ekme, sonra onlara bakma, koruma ve nihayetinde hasat etme fikri basit, sıradan ya da önemsiz değildir. Hayvanların evcilleştirilmesi, beslenmesi ve yetiştirilmesi fikri de basit, sıradan ya da önemsiz değildir. Bu tür kavramları düşünmek azımsanmayacak derecede zekâ gerektirir. Avcı-toplayıcı koşullar altında on binlerce yıl süren doğal seçilimin sonunda bu tür bilişsel başarıları mümkün kılacak kadar zekânın gelişmesi gerekmiştir.


Benzer şekilde, tarımsal koşullar altında doğal seçilimin birkaç bin yıl daha sürmesi, insan zekâsının gelişiminde (ya da daha doğrusu, yüksek zekâyla ilişkili düşük zaman tercihinde) verimlilik artışının nüfus artışını sürekli olarak geride bırakabileceği bir eşiğe ulaşılmasını gerektirmiştir. Neolitik Devrim’in başlangıcından yaklaşık 1800 yılına kadar, zeki insanlar tarafından (ve daha az zeki başkaları tarafından taklit edilerek) dünya nüfusundaki önemli bir artışı (daha fazla tarımsal olarak kullanılan araziye ek olarak) dikkate alıp (yaklaşık 4 milyondan 720 milyona ve şimdi de yedi milyara göre) karşılayacak kadar önemli icatlar (teknolojik gelişmeler) yapılmıştır. Ancak tüm bu dönem boyunca, teknolojik ilerleme hızı hiçbir zaman kişi başına düşen gelirin artmasıyla birlikte nüfus artışını sağlamaya yetmemiştir.


Bugün, ekonomik büyümeye sınır koyan şeyin yalnızca daha az tüketmeye ve daha fazla tasarruf etmeye yönelik isteksizlik olduğunu kabul ediyoruz. Görünüşe göre sonsuz miktarda doğal kaynağa ve daha fazla, daha iyi ve farklı mal üretme reçetelerine sahibiz ve bu kaynakları kullanmamızı ve bu reçeteleri uygulamamızı engelleyen tek şey sınırlı birikimlerimizdir. Ancak bu olgu aslında oldukça yenidir. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde tasarruflar, bunların nasıl verimli bir şekilde değerlendirileceğine, yani salt tasarrufların (depolama) nasıl üretken tasarruflara (üretim malları üretimine) dönüştürüleceğine dair fikirlerin eksikliği nedeniyle engellenmiştir. Örneğin Crusoe için düşük zaman tercihine sahip olmak ve tasarruf etmek yeterli değildi. Aksine, Crusoe’nun bir ağ fikrini de tasarlaması ve bunu sıfırdan nasıl inşa edeceğini bilmesi gerekiyordu. Çoğu insan yeni bir şey icat edecek ve onu hayata geçirecek kadar zeki değildir; olsa olsa kendilerinden önce daha zeki insanların icat ettiklerini az ya da çok mükemmel bir şekilde taklit edebilirler. Ancak hiç kimse bunu yapamaz ya da başkalarının daha önce icat ettiklerini taklit edemezse, o zaman en güvenli mülkiyet hakları bile hiçbir fark yaratmayacaktır. Her teşvikin işe yaraması için bir alıcıya ihtiyacı vardır ve eğer alıcı yoksa ya da yeterince tepki vermiyorsa, farklı teşvik yapılarının bir önemi kalmaz. Dolayısıyla, mülkiyetin korunmasının tesis edilmesi, iktisadî büyümenin (kişi başına düşen gelirin artmasının) yalnızca gerekli (ancak yeterli olmayan) bir koşulu olarak görülmelidir. Aynı şekilde, iş bölümünün daha yüksek fiziksel verimliliğinin farkına varmak da zekâ gerektirir ve ayrıca insan üremesinin yasalarının farkına varmak ve böylece verimli-düşük maliyetli bir kontrol bir yana, herhangi bir bilinçli nüfus kontrolünü tesis edebilmek için de zekâ gerekir.


Yüksek insan zekâsının (düşük zaman tercihi ile beraber) zaman içinde geliştirildiği mekanizma basittir. İnsanın fiziksel olarak zayıf kaldığı ve vahşi doğayla başa çıkmak için yeterli donanıma sahip olmadığı düşünüldüğünde, zekâsını geliştirmesi onun için avantajlı olmuştur.¹⁰ Daha yüksek zekâ iktisadî başarıya, iktisadî başarı da üreme başarısına (hayatta kalan daha fazla sayıda nesil üretmeye) dönüşmüştür. Her iki ilişkinin varlığına dair muazzam miktarda ampirik kanıt mevcuttur.¹¹


Avcı-toplayıcı bir varoluşun zekâ gerektirdiğine şüphe yoktur: Çeşitli dış nesneleri iyi ya da kötü olarak sınıflandırma becerisi, çok sayıda neden ve sonucu algılama ve tanımlama becerisi, mesafeleri, zamanı ve hızı tahmin etme, manzaraları inceleme ve tanıma, çeşitli (iyi ya da kötü) şeylerin yerini belirleme ve birbirlerine göre konumlarını hatırlama vb. becerisi; en önemlisi de dil sayesinde başkalarıyla iletişim kurma ve böylece koordinasyonu kolaylaştırma becerisi zekânın emareleridir. Bu tür beceriler bir grubun her üyesinde aynı derecede bulunmazdı. Bazıları diğerlerinden daha zekiydi. Zihinsel yeteneklerdeki bu farklılıklar kabile içinde “mükemmel” avcılar, toplayıcılar ve iletişimciler ile “berbat” avcılar ve toplayıcılar arasında gözle görülür bir statü farklılaşmasına yol açacak ve bu statü farklılaşması da, özellikle avcı-toplayıcılar arasında hüküm süren “gevşek” cinsel âdetler göz önüne alındığında, çeşitli kabile üyelerinin üreme başarısında farklılıklara neden olacaktı. Yani, genel olarak “mükemmel” kabile üyeleri hayatta kalan daha fazla sayıda yavru üretecek ve böylece genlerini “berbat” olanlara göre bir sonraki nesle daha başarılı bir şekilde aktaracaktır. Sonuç olarak, eğer insan zekâsının genetik bir temeli varsa (ki tüm türün evrimi ışığında bu inkâr edilemez görünmektedir), avcı-toplayıcı koşullar zaman içinde artan ortalama zekâya ve aynı zamanda giderek daha yüksek düzeyde “istisnai, olağanüstü” zekâya sahip bir nüfus üretecektir (“seçilime” uğrayacaktır).


Kabileler içindeki ve arasındaki rekabet ve farklı üreme başarısı oranları yoluyla daha yüksek zekânın seçilmesi, üretilmesi ve yetiştirilmesi, avcı-toplayıcı yaşam tarım ve hayvancılık lehine terk edildiğinde durmamıştır. Bununla birlikte, iktisadî başarının entelektüel gereklilikleri yerleşik koşullar altında biraz farklılaşmıştır.


Tarım ve hayvancılığın icadı başlı başına olağanüstü bir bilişsel başarıydı. Uzun vadeli bir planlama ufku (öngörü) gerektiriyordu. Doğal nedenler ve sonuçlar zincirine dair daha uzun hükümler ve daha derinlikli, daha kapsamlı kavrayışlar gerektiriyordu. Ve avcı-toplayıcı koşullarına kıyasla daha fazla çalışma, sabır ve dayanıklılık gerektiriyordu. Buna ek olarak, bir çiftçinin saymak, ölçmek ve oranlamak gibi konularda bir dereceye kadar aritmetik bilgisine sahip olması başarı için çok önemliydi. Haneler arası iş bölümünün avantajlarını fark ederek kendi kendine yeterlilikten vazgeçmek zekâ gerektiriyordu. Sözleşmeler tasarlamak ve sözleşmeye dayalı ilişkiler kurmak için bir miktar okuryazarlık gerekiyordu. Ve iktisadî olarak başarılı olmak için bir miktar parasal hesaplama ve muhasebe becerisi gerekiyordu. Her çiftçi bu becerilerde eşit derecede yetenekli değildi ve aynı derecelerde düşük zaman tercihine sahip değildi. Aksine, her hanenin kendi tüketim malları ve yavru üretiminden sorumlu olduğu ve avcı-toplayıcı koşullardaki gibi “beleşçiliğin” artık söz konusu olmadığı tarımsal koşullar altında, insanın doğal eşitsizliği ve buna bağlı olarak bir kabilenin az ya da çok başarılı üyeleri arasındaki sosyal farklılaşma giderek daha fazla ve çarpıcı bir şekilde (özellikle de kişinin sahip olduğu toprakların büyüklüğü aracılığıyla) görünür hâle geldi. Sonuç olarak, iktisadî (üretken) başarı ve statünün üreme başarısına, yani iktisadî olarak başarılı olanların nispeten daha fazla sayıda hayatta kalan yavru yetiştirmesine dönüşmesi daha da doğrudan ve belirgin hâle geldi.


Dahası, daha yüksek zekâ için bu seçilim eğilimi özellikle “sert” dış koşullar altında belirginleşecektir. Eğer insanın içinde bulunduğu ortam değişmez bir şekilde sabit ve “ılımlı, hafif, yumuşak” ise -bir günün diğerinden farksız olduğu mevsimsiz tropik bölgelerde olduğu gibi- yüksek ya da istisnai zekâ, mevsimsel değişimlerin geniş çaplı dalgalanmalar ve değişkenlikler gösterdiği zorlu bir ortama kıyasla daha az avantaj sağlar. Ortam ne kadar zorlu olursa, iktisadî başarı ve dolayısıyla üreme başarısının bir gereği olarak zekâya verilen prim de o kadar yüksek olur. Dolayısıyla, insan zekâsının gelişimi, insanların yaşadığı daha sert (tarihsel olarak genellikle kuzey) bölgelerde daha belirgin olacaktır.


İnsanlar hayvanların ve bitkilerin sayesinde yaşamını (tüketim) sürdürürken, hayvanlar da diğer hayvanların ya da bitkilerin sayesinde yaşamını sürdürür. Dolayısıyla bitkiler, insan besin zincirinin başında yer alır. Bitkilerin büyümesi ise dört faktörün, yani karbondioksitin (dünya genelinde dengeli olarak dağıldığı için burada pek önem arz etmemektedir), güneş enerjisinin, suyun ve çok daha önemlisi minerallerin (potasyum, fosfat vb.) varlığına (ya da yokluğuna) bağlıdır.¹²


İlk modern insanların (yakınlarında) yaşadığı ekvator bölgesinde, biyolojik büyümenin üç koşulundan ikisi mükemmel bir şekilde karşılanıyordu. Bol miktarda güneş ışığı ve yağmur vardı. Yağmur tahmin edilebileceği gibi neredeyse her gün yağıyordu. Gündüzler ve geceler eşit uzunluktaydı ve sıcaklıklar yıl boyunca gayet ılıktı; gündüz ile gece ve yaz ile kış sıcaklıkları arasında çok az fark vardı ya da hiç yoktu. Tropikal yağmur ormanlarında sıcaklıklar nadiren 30 santigrat dereceyi aşar ve nadiren 20 santigrat derecenin altına düşer. Rüzgârlar genellikle sakindir ve bu sakinlik sadece âni kısa fırtınalarla sekteye uğrar. O hâlde insan yerleşimi için koşullar oldukça cazip görünmektedir; ancak tropikal bölgelerdeki nüfus yoğunluğu, daha kuzeydeki (ve güneydeki) bölgelere kıyasla her zaman son derece düşüktür ve bazen Amazon’un yağmur ormanlarında olduğu gibi, neredeyse çöllerde veya kutup bölgelerinde tipik olan nüfus yoğunluğu kadar düşük olmuştur. Bunun nedeni tropik bölgelerde toprak minerallerinin aşırı derecede az olmasıdır.


Tropik bölgelerin toprağı jeolojik olarak eskidir (özellikle dünya tarihindeki buzul ve buzul arası dönemlerden etkilenen bölgelerle karşılaştırıldığında) ve neredeyse tamamen minerallerden yoksundur (ancak Java gibi bazı Endonezya adalarındaki volkanik-mineral üretme aktivitesine sahip ekvatoral bölgeler hariç ki buralarda insan nüfus yoğunluğu aslında her zaman çok daha yüksek olmuştur). Sonuç olarak, tropik bölgelerin muazzam biyokütle özelliği yeni, fazla veya aşırı büyüme üretmez. Büyüme yıl boyunca devam eder, ancak yavaştır ve toplam biyokütlede bir artışa yol açmaz. Yağmur ormanları bir kez büyüdükten sonra sadece kendini geri dönüştürür. Dahası, bu biyokütlenin büyük bir kısmı yavaş büyüyen sert ağaçlar, yani cansız maddeler şeklindedir; ve çoğu tropik bitkinin yaprakları, yoğun ekvator güneşine karşı kendilerine özgü korunma (soğutma) ihtiyaçları nedeniyle, sadece sert ve dayanıklı değil, aynı zamanda genellikle zehirli ya da en azından insanlar ve sığır, geyik gibi diğer bitki yiyiciler için tatsızdır. Bu fazlalık gelişimi yokluğu ve tropik bitkilerin özel kimyası, sıklıkla hayal edilenin aksine, tropik bölgelerin sadece şaşırtıcı derecede az ve küçük hayvanları desteklediği gerçeğini açıklar. Gerçekten de, bol miktarda bulunan tek hayvanlar karıncalar ve termitlerdir. Hektar başına 1000 tondan fazla tropikal biyokütle (çoğunlukla odun) ancak ve ancak 200 kilogram et (hayvan kütlesi) üretir, yani bitki kütlesinin beş binde biri kadar. (Buna karşılık, Doğu Afrika çayırlık savanasında kilometre kare, yani 100 hektar başına sadece 50 ton bitki kütlesi ise filler, bufalolar, zebralar, gnular, antiloplar ve ceylanlardan oluşan yaklaşık 20 ton hayvan kütlesi üretmektedir.) Yine de bu denli az ve hacimsiz hayvanın olduğu yerde çok az sayıda insan yaşayabilir. (Aslında tropik bölgelerde yaşayan insanların çoğu nehirlerin yakınında yaşar ve yaşamlarını avcılık ve toplayıcılıktan ziyade balıkçılıkla sürdürürdü.)


O hâlde insanlar, ortaya çıktıkları yerde çok hızlı bir şekilde tropik bölgelerin cennet gibi, sıcak, istikrarlı ve öngörülebilir ortamını terk etmek ve yiyecek aramak için başka bölgelere yönelmek zorunda kaldıkları bir noktaya gelmişlerdir. Ancak ekvatorun kuzeyindeki (ve güneyindeki) bölgeler mevsimsellik içeren bölgelerdi. Yani, tropik bölgelere göre daha az ve sürekliliği olmayan yağışlara sahiptiler ve kuzeye (ya da güneye) doğru gidildikçe sıcaklıklar giderek düşüyor ve zaman içinde daha fazla değişkenlik gösteriyordu. İnsanların yaşadığı kuzey bölgelerinde sıcaklıklar günde 40 santigrat dereceden fazla, mevsimsel sıcaklıklar ise 80 santigrat dereceden fazla değişkenlik gösterebiliyordu. Bu koşullar altında üretilen toplam biyokütle tropik bölgelere göre önemli ölçüde daha azdı. Ancak, ekvatordan uzakta toprak, bu iklimsel dezavantajları telafi etmek için (genellikle) yeterli ve hatta bolca minerale sahipti ve ayrıca hayvan ve insan tüketimine uygun bitki örtüsünün, yani çok sayıda büyük hayvanı destekleyebilecek büyük mevsimsel taze biyokütle -özellikle otlar ve tabii ki tahıllar- üreten bitkilerin hızla ve yoğunca büyümesi için en uygun koşulları sunuyordu.


Yaklaşık 10000 yıl önce sona eren Son Buzul Çağı sırasında, bu cennet gibi olmayan iklim koşullarına karşın üstün bir besin kaynağı sunan bölgeler arasında (burada söz konusu gelişimin çoğunun gerçekleştiği kuzey yarımküreye odaklanarak), Sahra da dâhil olmak üzere ekvator-üstü Afrika’nın tamamı ve Avrasya kara kütlesinin büyük bir kısmı (hâlâ arktik olan Kuzey Avrupa ve Sibirya hariç) yer alıyordu. O zamandan beri ve esasen günümüze kadar devam etmek üzere doğuya doğru genişleyen bir kuzey çöl kuşağı, tüm mevsimsellik içeren bölgeleri, ekvator-altı bölgelerden oluşan bir güney kuşağı ve artık Kuzey Avrupa ve Sibirya’nın çoğunu da içeren bir kuzey kuşağı olarak ayırmaya başlamıştır. O hâlde, insan gelişiminin avcı-toplayıcı aşamasından günümüze kadar, en yüksek nüfus yoğunluğu bu “orta, ılıman” mevsimsel bölgelerde bulunmuştur (bu durum yalnızca rakımlara göre değişmektedir).


Ancak bu bağlamda, insan yerleşiminin “ılıman” bölgeleri olarak kabul ettiğimiz yerlerin aslında oldukça sert yaşam koşulları içerdiğini ve hatta uzak kuzey enlemlerinde, insanların ilk olarak adapte olduğu sürekli sıcak tropik bölgelere kıyasla son derece sert koşullar olduğunu fark etmek önemlidir. Tropik bölgelerin istikrarlı ve değişmeyen ortamının aksine, ılıman bölgeler daha fazla değişim ve dalgalanma sunuyor ve bu nedenle avcı ve toplayıcılar için (giderek artan) zor entelektüel mücadeleler oluşturuyordu. Sadece tropik bölgelerde (Endonezya’nın volkanik bölgeleri hariç) bulunmayan büyük hayvanlarla ve onların hareketleriyle nasıl başa çıkacaklarını öğrenmek zorunda kalmadılar. Bundan daha da önemlisi, ekvatoral bölgelerin dışında mevsimsel değişiklikler ve insan çevresindeki dalgalanmalar giderek daha büyük bir rol oynadı ve bu tür değişiklikleri ve dalgalanmaları tahmin etmek ve bunların gelecekteki gıda arzı (bitki ve hayvan) üzerindeki etkilerini öngörmek de her geçen gün daha önemli hâle geldi. Bunu iyi tahmin edip uygun hazırlıkları ve ayarlamaları yapabilenlerin hayatta kalma ve çoğalma şansı, yapamayanlara kıyasla bir hayli arttı.


Ekvatoral yağmur ormanlarının dışında, kuzeyde (ve güneyde), belirgin yağmur mevsimleri vardı ve bunların dikkate alınması gerekiyordu. Yaz boyunca yağmur yağar ve kışın kurak geçerdi. Bunun yanı sıra, bitki ve hayvanların büyümesi ve dağılımı kuzeydoğu (ya da güney yarımkürede güneydoğu) Alize rüzgârlarından etkileniyordu. Daha kuzeyde (ya da daha güneyde) bulunan ve son buzul çağının sonundan bu yana ekvatoral bölgelerden kuzey ve güney çöller kuşağıyla giderek ayrılan bölgelerde yağmur mevsimleri değişmiş, kışın yağmur yağarken yazın kuraklık yaşanmıştı. Yağmur dağılımını etkileyen rüzgârlar ağırlıklı olarak batıdan esiyordu. Yazlar sıcak ve kurak geçerken, kış sıcaklıkları düşük rakımlarda bile kısa süreliğine de olsa kolayca “ölümcül” donma seviyelerine ulaşabiliyordu. Yeşerim dönemleri de buna bağlı olarak kısıtlıydı. Son olarak, insan yerleşiminin olduğu en kuzey bölgelerde, yani Akdeniz enlemlerinin kuzeyinde, yağmur yıl boyunca düzensiz olarak ve batı rüzgârlarının hâkim olmasıyla birlikte batıda (Kuzey Avrupa’da) doğudan (Kuzey Asya’dan) daha fazla yağıyordu. Ancak bunun dışında, insan yerleşiminin olduğu bu bölgede mevsimsel değişimler ve dalgalanmalar son derece fazlaydı. Günlerin (aydınlığın) ve gecelerin (karanlığın) uzunlukları yıl boyunca dikkate değer ölçüde değişiyordu. Aşırı kuzey bölgelerde, aydınlık bir yaz günü ve karanlık bir kış gecesinin her ikisi de bir aydan fazla sürebilirdi. Daha da önemlisi, tüm bölgede (ve özellikle kuzeydoğu yönünde ilerledikçe belirgin olmak üzere) kış aylarında genellikle aşırı donma koşullarının görüldüğü uzun dönemler yaşanmıştır. Aylarca ya da yılın büyük bir bölümünde süren bu dönemler boyunca, tüm bitki büyümesi neredeyse durma noktasına geldi. Bitkiler öldü ya da uykuya daldı. Doğa yiyecek sağlamayı durdurdu ve insanlar (ve hayvanlar) açlık ve donarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu olasılık için yiyecek ve barınak fazlasının biriktirilebileceği yeşerim dönemleri de buna bağlı olarak kısaydı. Dahası, uzun, sert ve dondurucu kışlar ile kısa, ılıman ve sıcak yeşerim dönemleri arasındaki aşırı farklılıklar hayvanların göçünü de etkiliyordu. Kutup koşullarına tam olarak adapte olmadıkları ve “ölü” mevsimlerde bir çeşit kış uykusuna yatmadıkları sürece, hayvanlar mevsimden mevsime, genellikle uzun mesafeler kat ederek birbirinden çok uzak yerlere göç etmek zorunda kalıyorlardı. Ve hayvanlar insanların besin kaynaklarının önemli bir bölümünü oluşturduğundan, avcı-toplayıcılar da düzenli olarak uzun mesafeler boyunca göç etmek zorunda kalmıştı.


Sıradağların, nehirlerin ve su kütlelerinin varlığıyla daha da değişen ve karmaşıklaşan insan ekolojisi ve coğrafyasının bu sert görüntüsünün oluşturduğu çerçevede, avcı-toplayıcılar arasında daha yüksek zekâ lehine olan doğal seçilimin, insan yerleşiminin en soğuk bölgelerine doğru kuzey (veya güney) yönünde ilerledikçe neden daha belirgin olacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz, tropik bölgelerde de başarılı bir şekilde yaşayabilmek için insanların önemli ölçüde zekâya sahip olması gerekiyordu. Ancak, tropik bölgelerin dengeye yakın sabitliği, insan zekâsının daha da gelişmesi üzerinde doğal bir kısıtlama görevi görmüştür. Tropik bölgelerde her gün birbirine çok benzediğinden, herhangi birinin eylemlerinde yakın çevresi dışında herhangi bir şeyi hesaba katmasına ya da hemen yaklaşan gelecek dışında herhangi bir şeyin ötesini planlamasına çok az ihtiyaç vardı ya da hiç gerek kalmıyordu. Bunun tam tersine, tropik bölgelerin dışındaki bölgelerin artan mevsimsellik özellikleri entelektüel açıdan giderek daha zorlu bir ortam yaratıyordu.


Mevsimsel değişikliklerin ve dalgalanmaların varlığı -yağmur ve kuraklık, yaz ve kış, kavurucu sıcaklar ve dondurucu soğuklar, rüzgârlar ve sakin havalar- başarılı bir şekilde hareket etmek, hayatta kalmak ve üremek için güneş, ay ve yıldızlar gibi daha fazla ve daha uzak faktörlerin ve daha uzun zaman dilimlerinin hesaba katılmasını gerektiriyordu. Giderek daha uzun neden ve sonuç zincirlerinin tanınması ve daha uzun argüman zincirlerinin düşünülmesi gerekiyordu. Planlama ufkunun zaman içinde genişletilmesi gerekiyordu. Çok daha sonra başarılı olabilmek için şimdi harekete geçmek gerekiyordu. Hem üretim döneminin -üretken bir çabanın başlangıcı ile tamamlanması arasında geçen sürenin- hem de tedarik döneminin -mevcut tedariklerin, tasarrufların, erzakların, birikimlerin yapılması gereken geleceğe yönelik zaman aralığının- uzatılması gerekiyordu. Uzun ve ölümcül kışların yaşandığı kuzey bölgelerinde, yiyecek, giyecek, barınak ve ısınma için bir yılın çoğuna ya da daha fazlasına yetecek kadar hazırlık yapılması gerekiyordu. Planlama günler ya da aylar yerine yıllar bazında yapılmak zorundaydı. Ayrıca, mevsimlere göre ve geniş çapta göç eden hayvanların peşinde, olağanüstü yön bulma ve navigasyon becerileri gerektiren geniş bölgelerin kat edilmesi gerekiyordu. Yalnızca böylesine üstün entelektüel beceri ve yeteneklere sahip istisnai liderler çıkarabilecek kadar zeki gruplar başarı, yani hayatta kalma ve üreme ile ödüllendiriliyordu. Öte yandan, bu başarıları gösteremeyen gruplar ve liderler başarısızlıkla, yani yok olarak soylarının tükenmesiyle cezalandırılmış oldular.


Dolayısıyla, yaklaşık 11000 yıl önce tarım ve hayvancılığın icadına giden yoldaki en büyük ilerleme, insan yerleşiminin en kuzey bölgelerinde gerçekleşmiş olmalıdır. Burada, avcı-toplayıcı gruplar arasındaki rekabet zaman içinde en zeki, ihtiyatlı ve ileri görüşlü nüfusu üretmiş olmalıdır. Ve gerçekten de, yaklaşık 11000 yıl öncesine kadar geçen on binlerce yıl boyunca, her önemli teknolojik ilerleme kuzey bölgelerinde, çoğunlukla Avrupa’da ya da seramik söz konusu olduğunda Japonya’da ortaya çıkmıştır. Buna karşılık, aynı dönem boyunca tropik bölgelerde kullanılan alet takımı neredeyse hiç değişmemiştir.


Ancak yukarıdaki toplumsal evrim tasvirinin açıklayıcı gücü çok daha ileri gitmektedir. Kabul etmek gerekir ki burada sunulan varsayımsal teori, Malthus Tuzağı’ndan çıkmanın neden bu kadar uzun sürdüğünü ve böyle bir başarının nasıl mümkün olduğunu ve neden sonsuza kadar Malthus koşulları altında kalmadığımızı açıklayabilir: İnsanoğlu, nüfus artışını sürekli olarak geride bırakabilecek verimlilik artışları elde edebilecek kadar zeki değildi. Bunun mümkün olabilmesi için önce belli bir ortalama ve istisnai zekâ eşiğine ulaşılması gerekiyordu ve böyle bir zekâ düzeyinin “üremesi” zaman aldı (yaklaşık olarak 1800 yılına kadar). Teori, zekâ araştırmalarının köklü ve doğrulanmış (ancak “politik doğruculuk” gerekçesiyle ısrarla görmezden gelinen) gerçeğini açıklayabilir: Ulusların ortalama IQ’su kuzeyden güneye doğru gidildikçe kademeli olarak (kuzey ülkelerinde yaklaşık 100 ve üzeri puandan Sahra Altı Afrika’da yaklaşık 70 puana) düşmektedir.¹³ Daha spesifik olarak bu teori, Sanayi Devrimi’nin neden bazı bölgelerde -genellikle kuzeyde- ortaya çıkıp hemen etkisini gösterdiğini ancak diğerlerinde göstermediğini, bölgesel gelir farklılıklarının neden her zaman var olduğunu ve bu farklılıkların Sanayi Devrimi’nden bu yana neden (azalmak yerine) artmış olabileceğini açıklayabilir.


Teori aynı zamanda ilk bakışta bir anormallik gibi görünen bir durumu da açıklayabilmektedir: Neolitik Devrim’in yaklaşık 11000 yıl önce başladığı ve dünyanın geri kalanını yavaş yavaş ve art arda fethettiği yerler, insan yerleşiminin en kuzey bölgeleri değil, çok daha güneyde, ancak yine de tropik kuşağın çok kuzeyinde kalan Orta Doğu, Orta Çin (Yangtze Vadisi) ve Mezoamerika gibi bölgeler olmuştur. Ancak bu görünüşteki anormalliğin nedenini tespit etmek kolaydır. Tarım ve hayvancılığı icat etmek için iki faktör gerekliydi: Yeterli zekâ ve bu zekâyı kullanabileceğimiz elverişli doğal koşullar. Kuzeydeki uç bölgelerde eksik olan ve dolayısıyla sakinlerinin devrim niteliğindeki buluşu yapmasını engelleyen şey ikinci faktördü. Oradaki aşırı dondurucu koşullar ve yeşerim döneminin aşırı kısalığı, bu fikir düşünülmüş olsa bile tarım ve hayvancılığı pratikte imkânsız kılıyordu. Bu fikri hayata geçirmek için gerekli olan şey, yerleşik hayata uygun doğal koşullar, yani uzun ve sıcak bir yeşerim dönemi (bunun sonucunda da uygun mahsuller ve evcilleştirilebilir hayvanlar) idi.¹⁴ Bu tür iklim koşulları söz konusu “ılıman” bölgelerde mevcuttu. Burada, avcı-toplayıcılar arasında insan zekâsının rekabetçi gelişimi (kuzeydekinin gerisinde kalsa da) yeterli ilerlemeyi kaydetmişti, böylece elverişli doğal koşullarla birlikte tarım ve hayvancılık fikri hayata geçirilebildi. Yaklaşık 10000 yıl önce Son Buzul Çağı’nın sona ermesinden bu yana, ılıman iklim kuşağı kuzeye doğru daha yüksek enlemlere doğru yayılmış, tarım ve hayvancılık burada da giderek daha olanaklı hâle gelmişti. Burada daha da zeki bir halkla buluşan yeni devrimsel üretim teknikleri sadece hızla taklit edilip benimsenmekle kalmadı, aynı zamanda bu tekniklerdeki sonraki gelişmelerin çoğunun temeli de burada atıldı. İlk icadın yapıldığı bu merkezlerin (tropik bölgeler hariç) güneyinde de yeni teknik yavaş yavaş benimsenecekti ne de olsa bir şeyi taklit etmek onu icat etmekten daha kolaydır. Ancak buralardaki daha az zeki insanların daha verimli tarım ve hayvancılık uygulamalarının geliştirilmesine katkısı ya çok az olacak ya da hiç olmayacaktır. Bu bölgelerdeki tüm verimlilik artışları, başka yerlerde, yani daha kuzeydeki bölgelerde icat edilen tekniklerin taklit edilmesinden kaynaklanacaktır.


III. Çıkarımlar ve Genel Görünüm

Tüm bunlardan birkaç çıkarımda ve çözüm önerisinde bulunmak mümkündür. Birincisi; burada kabaca tasvir edilen toplumsal evrim teorisi, genel olarak sosyal bilimlerde ve aynı zamanda birçok liberteryen arasında yaygın olan eşitlikçiliğe temel bir eleştiri getirmektedir. Evet, iktisatçılar farklı emek üretkenlikleri biçimindeki insan “farklılıklarının” varlığını kabul ederler. Ancak bu farklılıklar genellikle farklı dış koşulların, yani farklı donanımların veya eğitimin sonucu olarak yorumlanır. İçsel, biyolojik olarak sabitlenmiş özelliklerin insan farklılıklarının olası kaynakları olduğu nadiren kabul edilir. Yine de iktisatçılar, Mises ve Rothbard’ın kesinlikle yaptığı gibi, insan farklılıklarının içsel, biyolojik kaynakları olduğunu kabul etseler bile, bu farklılıkların kendilerinin de iktisadî başarıyı ve iktisadî başarıyla az ya da çok pozitif korelasyona sahip üreme başarısını belirleyen insan özellikleri ve (fiziksel ve zihinsel) eğilimleri lehine uzun bir doğal seçilim sürecinin sonucu olduğunu genellikle görmezden gelirler. Yani, biz modern insanın yüzlerce hatta binlerce yıl önceki atalarımızdan çok farklı bir tür olduğumuz hâlâ büyük ölçüde göz ardı edilmektedir.


İkincisi; Sanayi Devrimi’nin her şeyden önce (büyümenin önündeki kurumsal engellerin kaldırılmasından ziyade) insan zekâsının evrimsel gelişiminin bir sonucu olduğu bir kez fark edildiğinde, Devlet’in rolünün Malthusçu ve Post-Malthusçu koşullar altında temelde farklı olduğu kabul edilebilir. Malthusçu koşullar altında, en azından makro etkiler söz konusu olduğunda, Devlet’in pek bir önemi yoktur. Daha sömürücü bir Devlet basitçe daha düşük bir nüfus sayısına yol açacaktır (tıpkı bir salgının yapacağı gibi), ancak kişi başına düşen geliri etkilemez. Aslında, nüfus yoğunluğunun azalmasıyla, 14. yüzyılın ortalarındaki büyük veba salgınından sonra olduğu gibi, kişi başına düşen gelir bile artabilir. Bunun tersi de geçerlidir: “İyi”, daha az sömürücü bir Devlet, insan sayısının artmasına izin verir, ancak kişi başına düşen gelir artmaz, hatta düşebilir, çünkü kişi başına düşen toprak azalır. Tüm bunlar Sanayi Devrimi ile birlikte değişmiştir. Eğer verimlilik artışları sürekli olarak nüfus artışlarını geride bırakır ve kişi başına düşen gelirlerde istikrarlı bir artışa izin verirse, o zaman Devlet gibi sömürücü bir kurum kişi başına düşen geliri düşürmeden ve nüfus sayısını azaltmadan sürekli olarak büyüyebilir. Bu durumda Devlet, ekonomi ve kişi başına düşen gelir üzerinde kalıcı bir engel hâline gelir.


Üçüncüsü; Malthusçu koşullar altında olumlu öjenik etkiler hüküm sürerken iktisadî açıdan başarılı olanlar hayatta kalan daha fazla yavru üretir ve böylece nüfus stoku kademeli olarak iyileştirilir (bilişsel olarak geliştirilir). Post-Malthusçu koşullar altında, Devlet’in varlığı ve büyümesi, özellikle demokratik refah devleti koşullarında iki kat disjenik etki, yani biyolojik kusurların yaşama şansında iki kat artış yaratır.¹⁵ Bir yandan, refah devletinin başlıca “müşterileri” olan “ekonomik açıdan zor durumdakiler” hayatta kalan daha fazla çocuk üretirken, ekonomik açıdan başarılı olanlar daha az üretir. Diğer yandan, gelişen bir ekonominin mümkün kıldığı parazit bir Devlet’in istikrarlı büyümesi, iktisadî başarının gerekliliklerini sistematik olarak olumsuz yönde etkiler. İktisadî başarı giderek siyasete ve siyasî yeteneğe, yani Devlet’i başkalarının sırtından zenginleşmek için kullanma yeteneğine bağımlı hâle gelir. Her hâlükârda, nüfus stoku (refah ve ekonomik büyümenin bilişsel gereklilikleri söz konusu olduğunda) iyileşmek yerine giderek daha da kötüleşir.


Son olarak, Sanayi Devrimi’nin ve buna bağlı olarak Malthus Tuzağı’ndan kurtulmanın insanlık tarihinde hiçbir şekilde zorunlu bir gelişme olmadığı gibi, başarısının ve kazanımlarının da geri döndürülemez olmadığı sonucuna varmak önem teşkil etmektedir.


Dipnotlar:

1. Ludwig von Mises, Human Action: A Treatise on Economics (Chicago: Regnery, 1966), s. 667.

2. A.g.e., s. 672.

3. Colin McEvedy & Richard Jones, Atlas of World Population History (Harmondsworth, U.K.: Penguin Books, 1978), s. 342.

4. A.g.e., s. 344.

5. Gregory Clark, Farewell to Alms: A Brief Economic History of the World (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 2007), s. 2.

6. Mises, Human Action, ss. 617-623.

7. Murray N. Rothbard, “Left and Right”, Egalitarianism as a Revolt Against Nature and Other Essays (Auburn, Ala.: Mises Institute, 2000) içinde.

8. Tahiti, Avustronezyalı çiftçiler tarafından ilk kez yerleşilmesinden yaklaşık 1000 ya da muhtemelen 2000 yıl sonra, 1767 yılında Avrupalılar tarafından yeniden keşfedildiğinde, nüfusunun 50000 (bugün 180000) olduğu tahmin ediliyordu. Tüm anlatılanlara göre Tahitililer cennet gibi bir hayat yaşıyorlardı. Polinezya adalarındaki son derece elverişli iklim koşulları nedeniyle kişi başına düşen reel gelir yüksekti. Tabii Tahitili erkekler de uçkurlarına sahip çıkamıyorlardı ama yüksek yaşam standartlarını korumak için Tahitililer bebek öldürme ve ölümcül savaşları da içeren çok sıkı ve acımasız bir nüfus kontrolü uyguluyorlardı. Burası bir cennetti ama sadece yaşayanlar için bir cennetti. Yine de Tahitililer hâlâ Taş Devri’nde yaşıyorlardı. Alet edevatları adalara ilk gelişlerinden bu yana büyük ölçüde değişmemişti. Daha fazla sermaye birikimi olmamıştı ve kişi başına düşen reel gelir, elverişli dış koşullar nedeniyle yüksek olsa bile, durağan kalmıştı.

9. Bkz: Michael H. Hart, Understanding Human History: An Analysis Including the Effects of Geography and Differential Evolution (Augusta, Ga.: Washington Summit Publishers, 2007).

10. Ayrıca bakınız Arnold Gehlen, Man (New York: Columbia University Press, 1988).

11. Ayrıca bakınız Hart, Understanding Human History; Clark, Farewell to Alms, bölüm 6; ve Richard Lynn, Dysgenics: Genetic Deterioration in Modern Populations (Ulster: Ulster Institute for Social Research, 2011), bölüm 2.

12. Bkz. Josef H. Reichholf, Stabile Ungleichgewichte: Die Ökologie der Zukunft (Frankfurt: Suhrkamp, 2008); ayrıca Carroll Quigley, The Evolution of Civilizations: An Introduction to Historical Analysis (Indianapolis: Liberty Classics, 1979), bölüm 6.

13. Richard Lynn & Tatu Vanhanen, IQ and Global Inequality (Augusta, Ga.: Washington Summit Publishers, 2006); Richard Lynn, The Global Bell Curve: Race, IQ and Inequality Worldwide (Augusta, Ga.: Washington Summit Publishers, 2008); ve yine Richard Lynn, Race Differences in Intelligence: An Evolutionary Analysis (Augusta, Ga.: Washington Summit Publishers, 2008).

14. Amerika Kıtası’nda bu tür ekinlerin ve hayvanların daha az bulunması, Mezoamerika’da tarım ve hayvancılığın biraz gecikmiş üçüncü bağımsız icadının muhtemel nedenidir.

15. Lynn, Dysgenics.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Hans-Hermann Hoppe’nın 5 Mart 2015’te yayınlanan A Short History of Man: Progress and Decline adlı eserinin Mises.org sitesinde paylaşılan “From The Malthusian Trap To the Industrial Revolution: Reflections on Social Evolution” başlıklı ikinci bölümünden tercüme edilmiştir.
165 görüntüleme0 yorum
bottom of page