top of page

İkinci Dünya Savaşı Hakkında Gerçekler



Beyin ölümü gerçekleşmiş Biden’ı kontrol eden Neo-con’lar bize tekrar tekrar İkinci Dünya Savaşı’nın “iyi savaş” olduğunu söylüyorlar. Sonuçta Hitler’in dünyayı fethetmesini engellememiz gerekmiyordu, değil mi? Ancak şimdi bunu Rusya ve Çin’e karşı bir nükleer savaş başlatma planlarını haklı çıkarmak için de dile getiriyorlar. Neo-con propagandası yerine gerçeklere baktığınızda ise İkinci Dünya Savaşı çok farklı görünmektedir.

 

Jacob Hornberger 2019 yılında yazdığı bir makalede bu “rahatsız edici gerçeklerden” bazılarına şöyle işaret ediyor:

 

İkinci Dünya Savaşı’nda D-Day’in (Normandiya Çıkarması’nın) 75. yıldönümüne ilişkin beklenen övgüler göz önüne alındığında, Amerikalıların sözde iyi savaşla ilgili bazı rahatsız edici gerçekleri akıllarında tutmaları büyük önem arz etmektedir: 1. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesinden önce Amerikan halkı ezici bir çoğunlukla savaşa girmeye karşıydı. Bunun iki nedeni vardı: (1) ABD’nin kuruluş politikası olan ve 100 yılı aşkın bir süredir ABD’nin dış politikası olarak kalan müdahalecilik karşıtı dış politika; ve (2) ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na müdahalesi için yapılan korkunç insan ve para israfı, kaldı ki bu savaşla birlikte gelen büyük özgürlük yıkımından bahsetmiyorum bile. 2. ABD’nin savaşa girmesinin tek nedeni Başkan Franklin D. Roosevelt’in Japonları kasıtlı olarak kışkırtması ve ABD savaş gemilerinin (destroyerlerinin) bulunduğu Pearl Harbor’a saldırmaları için manipüle edici manevralar yapmasıydı (FDR akıllıca davranarak uçak gemilerini önceden sefere yollamıştı). Birçok Roosevelt savunucusu bile şimdi onun ne yapmış olduğunu kabul etmekte ancak yaptıklarının daha büyük bir iyilik için olduğunu, yani Nazilerin güya dünyayı fethetmesini engellediğini ileri sürerek savunmaktadır. Ancak halkın ezici bir çoğunlukla bir savaşın içine girmeye karşı olduğu ve başkanlarının yabancı bir rejimi ABD’ye saldırması için kışkırtarak ve manevra yaparak bu iradeyi bertaraf ettiği demokratik bir toplum hakkında ne söylenebilir? 3. Hitler’in bırakın dünyayı, Amerika Birleşik Devletleri’ni bile fethetme kabiliyeti yoktu. Ne de olsa orduları İngiltere’yi fethetmek için Manş Denizi’ni geçmeyi dahi başaramamıştı. Açıkça görüldüğü üzere, Hitler’in kuvvetlerinin Atlantik Okyanusu’nu geçmesi ve ABD’yi başarılı bir şekilde istila edip fethetmesi askerî açıdan imkânsız bir durumdur. 4. Ana akım tarihçiler ve medya uzun zamandır Almanya’yı yenmenin Avrupa’yı Nazi kontrolünden kurtardığına dikkat çekmektedir. Ancak Hitler’in batıya değil doğuya, komünist rejimini Almanya’nın gerçek düşmanı olarak gördüğü Sovyetler Birliği’ne doğru ilerlediği başından beri açıktı (tıpkı savaş bittikten sonra ABD’nin Sovyetler Birliği’ni asıl düşmanı olarak görmesi gibi). Almanya’ya savaş ilan edenler İngiltere ve Fransa’ydı, bunun tersi söz konusu değildi. Eğer İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan etmeseydi, savaşın Almanya ve Sovyetler Birliği arasında, yani Nasyonal Sosyalizme karşı Komünizm şeklinde olacağı ve Batılı güçlerin bir kenara çekilip bunların kendi aralarında savaşmalarına izin vereceği neredeyse kesindi. 5. İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmesinin nedeni, Polonya’ya verdiği garantiyi yerine getirmekti. Ancak bu boş bir garantiydi çünkü İngiltere Polonyalıları Alman kontrolünden kurtaracak askerî kapasiteden yoksun olduğunu biliyordu. Savaşın sonunda ve o zamandan beri ana akım tarihçiler ve medya Nazileri nasıl “yendiğimizi” ballandıra ballandıra anlattılar. Ancak burada önemli olan kelime “biz” idi, çünkü “biz” dünyanın en acımasız komünist rejimlerinden biri tarafından yönetilen Sovyetler Birliği’ni de içeriyordu. Nihayetinde de Polonya ... ve Çekoslovakya ... ve tüm Doğu Avrupa... ve ayrıca Almanya’nın doğu yarısı Sovyetler Birliği’nin kontrolüne geçti. Yani, evet, Polonyalılar savaşın sonunda Nazi zulmünden kurtuldular, ancak sonraki 45 yıl boyunca komünist zulüm altında acı çekmek zorunda bırakıldılar. ABD’li yetkililer, ana akım tarihçiler ve yorumcular bunu her zaman özgürlük için bir “zafer” olarak adlandırmıştır. Polonyalılar ve Doğu Avrupalılar böyle bir “zafer” hakkında her zaman aksini düşünmüşlerdir. 6. Söylenenlere bakılırsa hiçbir Yahudi savaştan kurtulamadı. Savaş sona erdiğinde neredeyse hepsi ölmüştü. Elbette, Hitler 1930’larda Alman Yahudilerinin Almanya’yı terk etmesine izin vermeyi teklif ettiğinde, dünyadaki diğer tüm ülkeler gibi Roosevelt yönetiminin de Yahudilerin ABD’ye gelemeyeceklerini söylediği unutulmamalıdır. Neden mi? Tabii ki Anti-semitizm, hem de Nasyonal Sosyalist Almanya’yı etkileyen aynı anti-semitizm. Daha fazla bilgi için Google’da “Voyage of the Damned” diye aratın. 7. Savaş bittikten sonra ABD’li yetkililer Hitler’in düşmanı (ve Amerika’nın silah arkadaşı) Sovyetler Birliği’ni derhâl Amerika’nın yeni resmî düşmanı ilan ettiler; Amerikalılara bunun ABD için Hitler’den bile daha büyük bir tehdit olduğu söylendi. Hitler’i yönlendiren şiddetli anti-komünist zihniyet şimdi ABD yetkilileri tarafından benimsenmişti. Savaş zamanı ortakları ve müttefiklerine karşı yürüttükleri Soğuk Savaş, federal hükümeti sınırlı hükümetli bir cumhuriyetten, darbeler, suikastlar, rejim değiştirme operasyonları, diktatörlük rejimleriyle ittifaklar, diktatörlük rejimlerinin kurulması ve Pentagon, CIA ve NSA için sürekli artan bütçe ve yetki sağlayacak bir tür totaliter yapı olan ulusal güvenlik devletine dönüştürmek için kullanıldı. Aslında, federal hükümetin ulusal güvenlik kolu nihayetinde en güçlü kolu hâline geldi. Buna ek olarak, ABD yetkilileri ve ana akım medya tarafından sosyalist, komünist ve hatta solcu eğilimleri olan herkese karşı yürütülen anti-komünist haçlı seferleri de tüm hızıyla devam etti. (“Şu anda ya da daha önceden Komünist Parti üyesi miydiniz?”) 8. Soğuk Savaş, ABD’nin Kuzey Kore ve Vietnam’a müdahalesini beraberinde getirmiş, bu müdahaleler 100.000’den fazla Amerikalı erkeğin hayatına ve sayısız yaralanmaya mal olmuştur; üstelik ABD güçlerinin Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam halkları üzerinde yarattığı büyük ölüm ve yıkımdan bahsetmeye bile gerek yoktur. ABD’li yetkililer, müdahale edilmediği takdirde domino taşlarının Kızılların idaresinde dizileceğini ve son domino taşının da ABD olacağını iddia ediyorlardı. Kore’deki çıkmaza ve ABD güçlerinin Vietnam’da komünistler karşısında uğradığı ağır hezimete rağmen domino taşları asla devrilmedi ve ABD hâlâ ayakta. 9. Ana akım tarihçiler ve medya, Hitler’in durdurulmasaydı eninde sonunda ABD’yi ve dünyayı fethedeceğini iddia etmektedir. Elbette bunu kestirmek mümkün değildir ancak Almanya’nın savaşın sonunda Sovyetler Birliği kadar zayıf ve harap duruma düşmüş olacağı düşünüldüğünde bu iddia son derece sorunludur. Savaş bir ulusu güçlendirmek yerine zayıflatır. Bilebildiğimiz şey ise savaştan sonra ABD’li yetkililerin, Hitler’in düşmanı ve Amerika’nın savaş zamanı ortağı olan Sovyetler Birliği’nin ABD’yi ve dünyayı fethetmeye kararlı olduğunu söyledikleridir. Tabii bunu asla başaramadılar, hatta yaklaşamadılar bile. Eğer Birleşik Devletler komünist Sovyetler Birliği’nin üstesinden gelebildiyse, Nasyonal Sosyalist Almanya’nın da üstesinden gelemeyeceği sonucuna varmak için hiçbir neden yoktur. Bir ABD başkanı, ABD vatandaşlarının ezici bir çoğunlukla karşı çıktığı, Doğu Avrupa’yı ve Almanya’nın yarısını 45 yıl boyunca komünistlerin kontrolü altında bırakan ve bize Soğuk Savaş, Kore Savaşı ve Vietnam Savaşı’nın yanı sıra anti-komünist haçlı seferleri, suikastler, darbeler, rejim değiştirme operasyonları ve diktatörlük rejimleriyle ittifaklar aracılığıyla hükümetimizin totaliter bir ulusal güvenlik devletine dönüşmesine neden olan bir savaşa ülkeyi gizlice bulaştırıyor. Ne büyük “zafer” ama.

 

Savaşın en büyük tiyatrosuna, Rusya ve Almanya arasındaki çatışmaya bakalım. Muhteşem Ron Unz’un belirttiği üzere, Stalin’in 1941’de Almanya’ya saldırmayı ve Batı Avrupa’yı fethetmeyi planladığına dair önemli kanıtlar vardır:

 

Uzun yıllar boyunca çok fazla dergi aboneliğim oldu, okuyabileceğimden ve hatta göz gezdirebileceğimden çok daha fazla dergi aboneliğim vardı, bu yüzden çoğu hafta kapağına bir göz atmaktan fazlasını yapmadan doğrudan saklama kutusuna giderlerdi. Ancak arada sırada, genellikle neleri kaçırdığımı merak ederek içlerinden birine göz atıyordum. Böylece, 2010 yazında, marjinalleşmiş paleo-muhafazakâr hareketin küçük tirajlı yayın organı Chronicles’ın bir sayısına göz attım ve kısa süre sonra mülayim başlıklı bir kitap incelemesini okumaya başladım. Ancak yazı beni öylesine şaşırttı ki dergiye yıllardır yaptığım abonelik ödemelerini bir anda haklı çıkardı. İncelemeyi kaleme alan kişi, uzun süredir İngiltere’de yaşayan Andrei Navrozov adında bir Sovyet göçmeniydi ve 1990 yılında, neredeyse tam yirmi yıl önce yayınlanmış bir kitap incelemesinden bir pasaj alıntılayarak söze başlamıştı: [Suvorov] son 50 yıl boyunca duyulmuş, yazılmış, yapılmış, söylenmiş, yayınlanmış, üretilmiş ya da ortaya çıkmış her kitabı, her makaleyi, her filmi, her NATO yönergesini, her Downing Street (İngiltere Başbakanlık Konutu) görüşünü, her Pentagon memurunu, her akademisyeni, her komünisti ve anti-komünisti, her Neo-con entelektüeli, her Sovyet şarkısını, şiirini, romanını ve müzik parçasını tartışıyor. Bu nedenle Icebreaker (Buzkıran), okuma ayrıcalığına sahip olduğum en özgün tarih çalışmasıdır. Icebreaker’ın orijinal İngilizce baskısının ardından prestijli Times Literary Supplement’te yayınlanan bu kitap eleştirisini kendisi yazmıştı ve tanımlaması abartılı değildi. Eser, İkinci Dünya Savaşı’nın kabul görmüş ve alışılmış tarihini altüst etmeye çalışıyordu. Icebreaker’ın Viktor Suvorov takma adını kullanan yazarı, 1978 yılında Batı’ya iltica etmiş ve daha sonra Sovyet ordusu ve istihbarat servisleri üzerine bir dizi saygın kitap yayınlamış eski bir Sovyet askerî istihbarat subayıydı. Ancak burada çok daha radikal bir tez ileri sürdü. “Suvorov Hipotezi” 1941 yazında Stalin’in Avrupa’yı büyük bir istila ve fetih hareketinin eşiğinde olduğunu, Hitler’in 22 Haziran’daki ani saldırısının ise bu yaklaşan büyük tehlikeyi önlemeye yönelik olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca yazar, Stalin’in planladığı saldırının, en azından 1930’ların başından beri geliştirmekte olduğu çok daha uzun bir jeopolitik stratejinin yalnızca son perdesini oluşturduğunu da ileri sürmüştür. Bolşevik Devrimi’nin ardından, yeni Sovyet rejimi diğer Avrupa ülkeleri tarafından aşırı şüphe ve düşmanlıkla karşılanmıştı ve bu ülkelerin çoğu kendi içlerindeki komünist partileri de muhtemel beşinci kol faaliyetlerine katılmış olarak görüyordu. Dolayısıyla Lenin’in hayalini gerçekleştirmek ve devrimi Almanya’ya ve Avrupa’nın geri kalanına taşımak için Stalin’in bir şekilde Avrupalıları bölmesi ve ortak direniş hattını kırması gerekiyordu. İddiaya göre Stalin, Hitler’in yükselişini tam da böyle bir potansiyel “buzkıran” olarak, yani Sovyetler Birliği uzakta kalıp gücünü sabırla saklayarak tüm kıtayı fethetmek için doğru anı beklerken, bir başka kanlı Avrupa savaşını başlatmak ve tüm tarafları yıpratmak için bir fırsat olarak görüyordu. Bu amaçla Stalin, güçlü Alman Komünist Partisi’ni Hitler’in iktidara gelmesini sağlayacak siyasi adımlar atmaya yönlendirmiş ve daha sonra Alman diktatörü Polonya’yı bölmek için Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamaya ikna etmiştir. Bu, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesine yol açarken, Polonya tampon devletini de ortadan kaldırarak Sovyet ordularını doğrudan Almanya sınırına yerleştirmiştir. Ve Hitler ile uzun vadeli barış anlaşmasını imzaladığı andan itibaren, tüm savunma hazırlıklarını bir kenara bırakarak, bunun yerine Avrupa’nın fethi için kullanmayı planladığı tamamen saldırgan güçlerin muazzam bir askerî yığınağı sürecini başlatmıştır. Bu nedenle Suvorov’a göre Stalin, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin arkasındaki “elebaşı fail” (the chief culprit) konumundadır ve kitabının güncellenmiş İngilizce baskısı da tam olarak bu başlığı taşımaktadır. Suvorov’un savaşın patlak vermesinden hemen önceki birkaç haftayı yeniden canlandırması, hem Sovyet hem de Alman orduları tarafından gerçekleştirilen birbirinin aynısı eylemleri vurgulayan büyüleyici bir çalışmadır. Her iki taraf da en iyi vurucu birliklerini, hava alanlarını ve mühimmat depolarını, saldırı için ideal ancak savunmada çok elverişsiz olan sınıra yakın bir yere taşımıştır. Her iki taraf da yaklaşan saldırılarını engellememesi için mayın tarlalarını dikkatlice devre dışı bırakmış ve dikenli tel engellerini sökmüştür. Her iki taraf da hazırlıklarını kamufle etmek için elinden geleni yapıp yaklaşan savaşa hazırlanırken diğer taraftan da yüksek sesle barış hakkında konuşuyordu. Sovyet konuşlanması çok daha önce başlamıştı, ancak kuvvetleri çok daha büyük olduğundan ve aşmaları gereken çok daha uzun mesafeler olduğundan, Almanlar saldırdığında ve böylece Stalin’in Avrupa’yı fethetme planını paramparça ettiğinde henüz saldırıya tam olarak hazır değillerdi.

 

Büyük üstat Murray Rothbard, Neo-con’ların “iyi savaş” mitolojisinin aksine, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkarmamız gereken gerçek dersi bize şöyle anlatıyor:

 

Bu çarpıcı kitabın [A.J.P. Taylor’ın İkinci Dünya Savaşının Kökenleri adlı eserinin] beni yönlendirdiği iki önemli genel gözlem daha söz konusudur. Bunlardan birincisi, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya’da çok sevilen tipik “sertlik yanlısı” mitolojinin ne kadar tehlikeli olduğudur. Bu mitoloji sürekli olarak başarısız olmuş ve bu “büyük demokrasileri” sürekli olarak birbiri ardına savaşlara sürüklemiştir. Bu, düşmanı sadece “kötü” bir adam olarak değil, uluslararası bir öcü olarak öne sürülen Dr. Fu Manchu ya da Mars’tan gelen biri kalıbına sokulmuş kötü bir adam olarak düşünme mitolojisidir. Kötü adam, belirsiz bir nedenden ötürü, dünyayı fethetmek ya da en azından fethetmeye devam edebileceği kadarını fethetmek için harekete geçmiştir. Bu onun tek amacıdır. O ancak mücbir sebeplerle, yani “sert bir tavır” takınıp “sağlam durarak” durdurulabilir. Kısacası, iflah olmaz derecede kötü olsa da Kötü Adam özünde bir korkaktır; ve eğer asil İyi Adam sadece yerinde durursa, Kötü Adam, her zorba gibi, kuyruğunu kıstıracaktır. O hâlde Düşman, bildiğimiz Dr. Fu Manchu’dan ziyade, özünde bir Western filminde köşede sessizce duran bir zorbanın tüm diğer özelliklerine sahip bir tür Fu Manchu’dur. “Biz” İyi Adamlarız, sadece adalet ve nefsi müdafaa ile ilgileniyoruz, kötü ama korkakça blöf yapan Kötü Adamlarla yüzleşmek için sadece yerimizde durmamız gerekiyor. Amerikalıların ve Britanyalıların yarım yüzyıldır uluslararası ilişkilerde oynadıkları neredeyse aptalca ahlâkî oyun budur ve bugün içinde bulunduğumuz karmaşanın nedeni de bu durumdur. Bu iyi örnek saçmalığının hiçbir yerinde (a) Kötü Adam’ın bizim ona saldırmamızdan korkabileceği (Ama İyi Adamlar tanım gereği asla saldırmazlar!); ya da (b) Kötü Adam’ın dış politika taleplerinde oldukça iyi ve haklı bir davası olabileceği -ya da en azından davasının iyi ve haklı olduğuna inandığı; ya da (c) meydan okumayla karşılaşan Kötü Adam’ın geri adım atarsa kendine olan saygısını kaybedeceğini düşünebileceği- ve böylece iki savaş çıkabileceği düşünülmemiştir. Gelin hepimiz bu çocuksu uluslararası ilişkiler oyunundan vazgeçelim ve rasyonellik, barış ve dürüst müzakere politikasını düşünmeye başlayalım.

 

Neo-con’ların “iyi savaş” mitolojisine karşı çıkmak, barışı ve müdahalecilik karşıtlığını teşvik etmek uğrunda elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.


 

Lew Rockwell, Auburn, Alabama’daki Mises Enstitüsü’nün kurucu başkanı, LewRockwell.com’un editörü, Against the Left, Against the State, Fascism versus Capitalism, Speaking of Liberty ve The Left, the Right, and the State kitaplarının ve daha nicelerinin yazarıdır. E-postası üzerinden irtibat kurabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı LewRockwell.com sitesinin “The Truth About World War II” başlıklı yazısının tercümesidir.
95 görüntüleme0 yorum
bottom of page