top of page

İkinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Bir İnceleme

Murray N. Rothbard - 18.05.1962


Muazzam önem arz eden, karanlıktan tarihsel bilgi ve kavrayışa doğru gerçekten önemli bir “atılım” olan bir kitabı inceleme ayrıcalığına sahip olmak sık rastlanan bir durum değildir. İşte böyle bir kitaptır Alan John Percivale Taylor’ın muhteşem eseri, The Origins of the Second World War (Londra: Hamish Hamilton, 1961 & New York: Athenaeum, 1962). Taylor’ın bu kitabın başında işaret ettiği ve açıkladığı gibi, İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin revizyonizm dünyanın her ülkesinde neredeyse yok denecek kadar azdır. Amerika Birleşik Devletleri’nde Pearl Harbor revizyonizmi uzun bir yol kat etmiş ve başarılı bir tarihsel literatür oluşturmuştur, öyle ki aleyhtarları birbiri ardına geri çekilmek zorunda kalmıştır. Ancak, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki durumun tam tersine, “Avrupa’daki 1939 savaşının kökenleri kapalı bir kutu” olmuş ve savaşa dâhil olan tüm ülkelerde tarihçilik mesleği, tüm kamuoyu ve resmî kanaatler, çatışmanın doruğa ulaştığı dönemde benimsenen görüşlerin hemen hemen aynısına inatla ve acımasızca sarılmışlardır. Tüm Almanya’nın savaştan suçlu olduğu ve sonsuza dek suçlu kalacağı yönündeki savaş zamanı görüşünde önemli bir değişim yaşanmış olsa da, Adolf Hitler ve yönetimine ve sözde tek suçlunun onlar olduğuna dair savaş zamanı görüşünde bir değişim yaşanmamıştır. Boğucu atmosferin boyutu, bu propaganda çizgisinden herhangi bir sapmanın sözlü ya da yazılı olarak ifade edilmesi hâlinde otomatik olarak itibarsızlık, şaşkınlık ve ayıplama yaratmasından anlaşılmaktadır. (a) Hitler’in dünyayı fethetmeye kararlı olduğu ve (b) bu durumla başa çıkmanın tek yolunun “kesin” ve “sert” bir tavır takınıp onu durdurmak olduğu şeklindeki resmî görüşe en ufak bir şüpheyle yaklaşmak, otomatik olarak “Hitler yanlısı” ya da “Nazi yanlısı” olmakla suçlanmak anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, “tarihsel karartma ve örtbas” bugün Soğuk Savaş’ta da işlemektedir; Soğuk Savaş’ın tek sorumlusunun Sovyetler olmadığına dair her ima “Komünizm yanlısı” ya da “Komünizme karşı yumuşak” olma suçlamasıyla tepki görmektedir. Tüm bunlar, bir devletin iç politikasını dış politikasıyla özdeşleştiren eski propaganda hilesi tarafından ölçülemez bir derecede desteklenmektedir; bir hükümetin iç politikasını yeterince kötü olarak tasvir edin (örneğin Hitler, Komünizm) ve böylece cahil ve sığ olanlar, bu kötü hükümetin ortaya çıkabilecek herhangi bir savaştan veya savaş tehdidinden suçlu ve benzersiz bir şekilde suçlu olması gerektiğini ve bunun tersine, “iyi” Birleşik Devletler’in (veya İngiltere ya da Fransa’nın) benzersiz bir şekilde masum ve erdemli olacağını otomatik olarak kabul edecektir. Amerika Birleşik Devletleri’nde Pearl Harbor revizyonizmi bile ancak ağır ve baskıcı koşullarda mücadele edebilmiş ve her ne kadar bu durum William Langer, Henry Steele Commager ve diğerleri gibi hain eski izolasyonistlere yapılan coşkulu övgüler için bir engel teşkil etmese de Pearl Harbor revizyonizminin savunucuları, Müesses Nizam tarafından ya “sadece gazeteciler” (George Morgenstern, John R. Chamberlin) ya da eski izolasyonistler ve ABD’nin savaşa girmesine karşı çıkanlar (Harry Elmer Barnes, Charles C. Tansill, vd.) şeklinde karalanıp yok sayılmışlardır. Ayrıca Pearl Harbor revizyonizmi, Hitler ve Almanya revizyonizmine kıyasla aslında hiçbir zorlukla karşılaşmamıştır zira burada ve yurtdışında Japonya’ya karşı körüklenen savaş zamanı duygusallığı, Almanya’ya ve Hitler’e karşı körüklenen çılgınlığın yanında hiçbir şeydir. Hatta burada savaştan doğan karartmacı ve örtbas edici propaganda çılgınlığı neredeyse eksiksiz ve mutlaktır.

 

Bu zehirli ve kasvetli atmosferin içine, âdeta bir hızır gibi yetişen, Oxford’un tanınmış profesörü A.J.P. Taylor girmiştir. Buradaki şok özellikle kayda değer ve dikkat çekicidir çünkü Taylor, İkinci Dünya Savaşı’na ek olarak neredeyse tüm Avrupa savaşlarına uyguladığı Germanofobi’nin (Almanlara karşı nefret ve düşmanlığın) zehri ve genişliği ile diğer Müesses Nizam tarihçileri arasında bile ayırt edici olmuştur. Ve şimdi, “karartma çocukları” tarafından büyük bir tarihçi olarak müjdelendikten sonra, Profesör Taylor sadece fikrini kökten değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda 1939 üzerine ilk gerçek revizyonist çalışmayı yayınlayacak kadar da ileri gitmiştir. Taylor’a yönelik kişisel saldırılar tahmin edilebileceği gibi çok sayıda, hırçın ve canice olmuştur. Ancak önemli olan Taylor’ın görmezden gelinemeyecek kadar öne çıkmış olması ve bu nedenle kitabının okunuyor ve okunacak olması ve 1939’a ilişkin ilk büyük revizyonist atılımı işaret etmesidir. Bu olay ilham verici bir derstir, çünkü gerçeğin bastırılması ne kadar şiddetli ve kararlı olursa olsun, gerçeğin ortaya çıkacağını, bir yerlerden cesur ve bağımsız düşünen entelektüellerin ve akademisyenlerin onu yakalayacağını ve dünyaya yayınlayacağını göstermektedir. Ve gerçek mutlaka işitilecektir. Taylor’ın Almanya’ya yönelik tüm yönelim ve yaklaşımındaki bu değişimin nedeni nedir? Küstahça kişisel karalamalar (örneğin Hugh Trevor-Roper ve Alfred Leslie Rowse tarafından) bolca yapıldı ve bunların hepsinin burjuvaları eğlendirmek için eğlenceli bir oyun olduğu öne sürüldü. Bunların hiçbiri yoruma değer değildir. Ancak kayda değer olan ve en acımasız eleştirilerden biri National Review’da Profesör Stephen Tonsor tarafından yapılmıştır. Tonsor, kitabın içeriğinden neredeyse hiç bahsetmeden, histerik bir şekilde bunun Hitler’le ilgili değil, Sovyet Rusya’yı “yatıştırmak” amacıyla yazılmış “presentist” (bugüncülüğe özgü) bir yazı olduğunu iddia etmiştir. Ancak Taylor’ın değişiminin nedeni bu olsaydı, o zaman çok daha önce, Soğuk Savaş’ın başlangıcında değişmiş olurdu. Yine de, 1958 gibi yakın bir tarihte, Profesör Taylor, The Troublemakers: Dissent Over Foreign Policy, 1792-1939 (Indiana University Press, 1958) adlı kitabında, modern İngiliz tarihindeki tüm barış yanlısı dış politika muhaliflerini överken, 1930’ların sonundaki yatıştırma politikasına savaş yanlısı muhalifleri de övmüştür. Taylor, 1958 gibi geç bir tarihte de eskiden olduğu gibi inatla Germanofobik çizgisine bağlı kalmıştır (kitap tesadüfen ünlü Germanofobik Alan Bullock’a ithaf edilmiştir). O hâlde Rusya’ya yönelik “presentist” (bugüncü) politikanın nedeni bu olamazdı. Hayır, bunun tek bir açıklaması vardır. A.J.P. Taylor belgeleri incelemeye başladı ve bunu yaparken de gerçeği fark etmeye başladı. Gerçeğin gücü ve gerçeği cesurca kabul etmesi tüm önyargılarını ve peşin hükümlerini silip süpürdü ve ardından bu son derece önemli bulguları dünyaya yayınlama cesaretini göstererek muazzam cesur bir adım attı. İftira yaylım ateşine rağmen Taylor şimdiden hatırı sayılır bir etki yarattı; seçkin ve son derece saygın History Book Club, Taylor’ın kitabını ayın kitaplarından biri olarak seçti ve History Book Club News’de Taylor’ın kitabı, eskiden “karartma tugayının” liderlerinden biri olan Walter Millis’ten şaşırtıcı derecede olumlu bir eleştiri aldı (Millis, Taylor’ın bulgularının tam olarak ne anlama geldiğini kavrayamadı, ancak bu kesinlikle mükemmel bir başlangıca işaret ediyor).

 

Taylor’ın ana teması basitçe şudur: Almanya ve Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nın başlatılması konusunda tek suçlu değillerdi (aslında neredeyse hiç suçlu değillerdi); Hitler, Almanya’yı tepeden tırnağa silahlandırıp kendisine bir “eylem planı veya zaman çizelgesi” oluşturarak dünyayı fethetmeye meraklı ve kararlı değildi. Yani Hitler, (dış ilişkilerde) üstün bir güç tarafından durdurulana kadar ülkeleri şeytani bir şekilde yutmaya devam edecek benzersiz bir kötülük timsali ya da daimon (Yahudi inancına özgü bir kötü ruh) değildi. Hitler rasyonel bir Alman devlet adamıydı ve (Bolşevizm’e karşı bir saldırıda doğuya doğru genişleme arzusunun imalarını da ekleyebileceğimiz) geleneksel, Versay (Versailles) Antlaşması sonrası Alman politikasını -önemli bir sezgisel kavrayışla- takip ediyordu. Ancak temelde Hitler’in bir “ana planı” yoktu; o, tüm Almanlar gibi, tahammül edilemez ve aptalca Versay diktasını gözden geçirmeye ve bunu barışçıl yollarla, İngiliz ve Fransızlarla iş birliği içinde yapmaya niyetli bir Almandı. Kesin olan bir şey vardı: Hitler’in (bırakın ABD’yi) İngiltere ve Fransa’ya karşı batıya doğru genişlemek gibi bir planı, hatta belli belirsiz bir iması bile yoktu. Hitler Britanya İmparatorluğu’na hayrandı ve onunla iş birliği yapmak istiyordu. Taylor’ın mükemmel bir şekilde gösterdiği gibi, Hitler bunu sadece basiretle değil, sabırla da gerçekleştirdi; (belki de hepimizin bir dereceye kadar kabul ettiği) efsane, Hitler’in 1930’ların sonlarında can sıkıcı bir şekilde birbiri ardına Avrupa krizleri yarattığı ve aç bir şekilde bir zaferden diğerine ilerlediğidir; ancak aslında krizler doğal olarak ortaya çıkmış, dış koşullardan (büyük ölçüde Versay diktasının dayattığı doğası gereği istikrarsız koşulların bozulmasından) ve başkaları tarafından geliştirilmiş ve Hitler’in kendisinin ve Almanya’nın yararına kullanmak için sabırla sonucunu beklediği krizlerdi.

 

Avrupa’nın trajedisi, İngilizlerin büyük çoğunluğu tarafından, (ihtişamlı büyüklükleri söz konusu olmadığında) Fransızlar tarafından ve dünya kamuoyu tarafından Almanların ahlâkî açıdan haklı olduklarının ve Avusturya’nın küçültülmesi ve ardından yasaklanan Anschluss (Birleşme); kendine “Çekoslovakya demokrasisi” diyen Çek despotizmi altında coğrafi kürtaj; Yukarı Silezya’dakilerin yanı sıra, Königsberg ile anavatanı Almanya’yı birbirinden ayıran Koridor ve Danzig’de yaşayan Almanlar üzerindeki Polonya zulmü, vs. şeklinde sonuçlanan Versay anlaşmalarının kökten revize edilmeyi hak ettiklerinin genel olarak kabul edilmesiydi. Ahlâkî ve genel açıdan bu şekilde idrak edildiğinde, Versay Antlaşması da acı çeken halklar sürekli olarak telafi için feryat edeceğinden, başarısızlığa mahkûmdu. Taylor, değeri pek bilinmeyen Ramsay MacDonald’ın bunu fark etmesinin ve 1939’a kadar İngiltere için “yatıştırma” çizgisini belirlemesinin büyük bir erdem olduğuna işaret eder. Bunun doğru politika (aynı anda hem en ahlaki hem de en uygun olan rasyonel politika) olduğu kabul edildikten sonra, mümkün olduğunca hızlı ve kararlı bir şekilde izlenmemesi Avrupa’nın trajedisidir. İngiltere oyalandı; ve İngiliz devlet adamlarının hepsi MacDonald, Stanley Baldwin ya da Sir John Simon’ın ortaya koyduğu gibi “yatıştırmayı” onaylayacak anlayışa sahip değildi. Tazminatların isteksizce sona erdirilmesi vs. olan Locarno Antlaşmaları da ağır aksak, duraklayarak ve yavaşça atılan adımlardı. Eğer yatıştırma 1920 sonlarına kadar kararlılıkla sürdürülmüş olsaydı belki de Hitler hiç iktidara gelemeyecekti. Dolayısıyla Avrupa’nın trajedisi de işte buydu: İngiltere (İngiliz-Fransız koalisyonunun lideri) yatıştırmanın tek akılcı politika olduğunu anlamış, ancak Versay’da mağlup bir Almanya karşısında galip gelen “tepedeki” ülke olarak, bunu uygulamaya koymakta affedilmez bir şekilde ağırdan almış ve gecikmişti. Sonuç olarak Hitler, İngiltere’nin on yıl önce vermesi gereken tavizleri elde etmek için palavralar sıkmak ve tehditler savurmak ya da öyle görünmek zorunda kaldı. Sonuç olarak, 1930’ların sonlarında her “kriz” patlak verdiğinde, Hitler’in acımasız tehditlerle ve her seferinde bir adım atarak, isteksiz ve korkmuş İngiltere ve Fransa’dan tavizler kopardığı izlenimi -Neville Chamberlain ve İngilizlerin gözünde bile- ortaya çıktı. Hitler son derece haklıyken Avrupa’nın ve dünyanın gözünde haksız duruma düşmüştü ve tüm bunların nedeni İngilizlerin rasyonel yatıştırma hedefini hızla ve tek başına sürdürmeyi reddetmeleriydi.

 

Taylor’ın çeşitli krizlere ilişkin yazmış olduğu tarih çok etkileyicidir; bir kere, Hitler’in aslında ihtiyatlı, ılımlı ve pasif (ve hatta pasifist) olan politikasının, bu oyalanma yüzünden, ilgili ulusların (Avusturyalılar, Çekler ve Polonyalıların) sert olma, sözde “saldırgana” karşı “kesin bir tavır” alma yönündeki neredeyse tamamen irrasyonel ve ani kararlarıyla savaşçı ve kavgacı göründüğünü göstermektedir. Bu ülkeler defalarca kendi irrasyonel “sertlikleri” ve “sağlam durma” kararları yüzünden neredeyse tamamen mahvoldular. Max Jakobson’un Rusya-Finlandiya Savaşı hakkındaki önemli çalışmasına ilişkin 21 Mart 1962 tarihli incelememde (Rothbard to Resch), Finlandiya’nın Sovyet Rusya’nın ılımlı ve makul taleplerine karşı izlediği mantıksız “sert” politika nedeniyle neredeyse kendi kendini yok ettiğini (ve daha sonra barış talebi ve barış içinde bir arada yaşamaya yönelik son derece başarılı “Paasikivi Hattı”nın yazarı Başkan Paasikivi’nin cesur “yatıştırıcı” eylemleri sayesinde kurtulduğunu) belirtmiştim. Benzer bir hikâye Hitler ile de yaşanmıştır.

 

İlk olarak, Şansölye Kurt Schuschnigg’in Hitler tarafından “zorbalıkla” boyun eğdirildiği ve sonunda ülkesinin Hitler birlikleri tarafından “işgal edildiği” varsayılan “kahraman küçük Avusturya’yı” ele alalım. Avusturya belki de Birinci Dünya Savaşı ve Versay’dan (Saint-Germain Antlaşması’ndan) en çok zarar gören ülke konumundaydı. Topraklarının büyük bir kısmı elinden alınan Avusturya, kendisini dalgalanan para birimleri, gümrük tarifeleri ve kambiyo kontrollerinin olduğu bir dünyada buldu. Tarihi boyunca ilk kez sadece Alman olmaya indirgenmişti ve Almanya ile Anschluss (Birleşme) için güçlü bir siyasi hareketin gelişmiş olması son derece anlaşılabilir bir durumdu. Ancak Avusturya’daki koşullar sıkıntılıydı, çünkü Avusturya 1930’larda Engelbert Dollfuss ve ardından Kurt Schuschnigg liderliğindeki faşist bir diktatörlük tarafından yönetiliyordu; Anschluss’u destekleyen Avusturyalı Nasyonal Sosyalistler, iktidara giden demokratik yol engellendiği için isyan girişiminde bulunmak zorunda kaldılar. Bu noktada Taylor çok önemli bir gerçeğe dikkat çekmektedir: Avusturya, Sudetenland, Danzig, vs.’deki Nasyonal Sosyalistler, her zaman düşünüldüğü gibi, Hitler’in emirlerine tâbi “kuklaları” değildir. Aynı yanılgı, “Moskova’dan gelen emirlere” tabi olan yerel Komünist partiler için de söz konusudur; Nasyonal Sosyalistler söz konusu olduğunda ise bu yanılgı daha da büyüktür. Bunlar elbette Hitler’e hayranlık duyan ve hatta ondan etkilenen, ancak onun tarafından “kontrol edilemeyen” ideolojik hareketlerdi. Gerçekten de Hitler çoğu zaman bu yerli Nasyonal Sosyalizm hareketlerini isyan etmekten, sorun yaratmaktan vs. alıkoymaya çalışmakla -başarısız bir şekilde- meşguldü; yani bunlar Hitler’in kukla yaratımları olmaktan çok uzaktı.

 

Konuya dönecek olursak, yerli Nasyonal Sosyalistler 1934’te başarısız bir şekilde ayaklanmıştı ve genel olarak huzursuzdular. Schuschnigg, Temmuz 1936’da Almanya ile Avusturya’nın bir “Alman Devleti” olduğunu kabul ettiği ve Nasyonal Sosyalistleri hükümet üyesi olarak kabul etmeyi kabul ettiği bir Centilmenlik Anlaşması imzalamaktan mutluluk duydu. Buna karşılık Hitler de Avusturya’nın “bağımsız egemenliğini” kabul etti ve Avusturya’nın artık Almanya’ya bağlı bir devlet olduğuna ve Avusturyalı Nasyonal Sosyalistlerin yavaş yavaş ve barışçıl bir şekilde Avusturya’nın kontrolünü ele geçireceğine memnuniyetle inandı. Gerçekten de böyle bir anlaşmadan beklenebilecek en mantıklı şey buydu. Zorlayıcı bir Anschluss ya da Alman birliklerinin sınırı geçen gösterişli ve dramatik yürüyüşü öngörülmüyordu.

 

Ancak ahmak Schuschnigg olayları farklı gördü; Avusturyalı Nasyonal Sosyalistlerin temelde Hitler’in kuklaları olduğu gibi tipik bir hataya düşerek, Almanya ile barışçıl anlaşmasının ve kabineye Nasyonal Sosyalistleri dâhil etmesinin, Avusturyalı Nasyonal Sosyalistlerin daha fazla iç ajitasyonuna son vereceği anlamına geleceğini varsaydı. Söylediğim gibi bu tamamen gerçek dışıydı; ideolojik bir hareket uzaktan “durdurulamaz” ve Taylor da aşırı Avusturyalı Nasyonal Sosyalistlerin Hitler’in propagandalarını azaltma önerilerine karşı çıktıklarını göstermektedir. Schuschnigg de Avusturya’daki Nasyonal Sosyalizm ajitasyonunun kamuoyuna duyurulmasının ardından Hitler’in onları “geri çağıracağını” ve kınayacağını gerçekçi olmayan bir şekilde varsaymıştır (çünkü Schuschnigg ajitasyonun devam etmesini Centilmenlik Anlaşması’na ihanet olarak görmüştür). Taylor, genel kanının aksine, taleplerini Hitler’e sunmakta ısrar eden ve Berchtesgaden’de Hitler’le görüşmek için bir davetiye ayarlayan kişinin Schuschnigg olduğunu gösterir; Hitler, anlaşılır bir şekilde tüm meselenin bu şekilde üzerine yıkılmasından sabırsızlanarak, Schuschnigg’in Alman milliyetçisi Arthur Seyss-Inquart’ı İçişleri Bakanı yapmasında ve ekonomik ve dış politikasını Almanya’nınkiyle koordine etmeyi kabul etmesinde ısrar eder, bunun karşılığında Hitler de Avusturyalı Nasyonal Sosyalistleri kınamayı kabul edecektir. Schuschnigg bunu gönüllü olarak kabul etti; bu sadece Centilmenlik Anlaşması’nın bir ileri aşamasıydı; Avusturya gerçekte Almanya’nın bir uydu devleti hâline gelecek, bunun karşılığında Schuschnigg Avusturyalı Nasyonal Sosyalistlerin devrimci ajitasyonundan kurtulacaktı. Hitler, Avusturyalı Nasyonal Sosyalistleri azarlayarak ve devrimci değil evrimci rotada ısrar ederek pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirdi.

 

Artık her şey, Hitler, Schuschnigg ve daha ılımlı, evrimci Avusturyalı Nasyonal Sosyalistler tarafından üzerinde mutabık kalınan barışçıl ve evrimci bir şekilde, muhtemelen güzelce halledilmişti. Ama sonra ne oldu? Schuschnigg, 12 Şubat 1938 tarihli gönüllü Berchtesgaden Anlaşması’nı fiilen inkâr etti. İki yıl süren rasyonel yatıştırma politikasının ardından aniden “sert” bir çizgi izlemeye karar verdi; Hitler’e meydan okuyarak Avusturya’nın bağımsızlığı için hemen bir halk oylaması yapılacağını duyurdu. Herkes bunu Hitler’e karşı bir meydan okuma olarak algıladı. Hitler bunu Avusturya’ya karşı askerî harekâtla karşılamaktan başka çare görmüyordu. Schuschnigg nihayet plebisiti ertelemeyi kabul ettiğinde, diğer ülkelerin onu kurtarmaya gelmeyeceğini gören Hitler, anlaşılır bir şekilde Schuschnigg’e güvenilemeyeceğine ve yerine Seyss-Inquart’ın geçmesi gerektiğine karar vermişti. Schuschnigg bunu bilgece bir kararla kabul etti ve istifa etti, ancak daha sonra bir başka mantıksız “sertlik” patlaması yaşandı ve Avusturya Cumhurbaşkanı Wilhelm Miklas, Seyss-Inquart’ı atamayı reddetti; bunun üzerine Hitler devreye girdi. Hitler sınırdan içeri girmeyi planlamamıştı; içeri girmek istememişti. Ve içeri girdiğinde bile, sadece Seyss-Inquart’ın atanmasını sağlamayı ve sonra geri çekilmeyi planlıyordu. Ancak onları coşkuyla karşılayan Avusturyalı kalabalıkların büyük heyecanı Hitler’i, Avusturya halkının ezici çoğunluğu tarafından onaylanan Anschluss’u ilan etmeye teşvik etti.

 

Çek krizini anlamak için de Çekoslovakya’nın, Versay sisteminin tüm başarısız yaratımları arasında en grotesk olanı olduğu anlaşılmalıdır. Putlaştırılmış Tomáš Garrigue Masaryk liderliğindeki Çekler, Woodrow Wilson’u Çekler ve Slovakların bir ve aynı olduğuna inandırmayı başarmışlardı; ve sonra, elbette, Bohemya’nın “doğal sınırları” olması gerektiği konusunda da başarılılardı, böylece Bohemya Almanlarını Slovaklar, Almanlar, Ukraynalılar ve diğerleri üzerinde bir Çek azınlık despotizmi ülkesi olan “Çekoslovakya”ya sürüklediler. Almanlar, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ortaklarından Çeklerin altında acı çekenlere dönüşmekten ötürü bilhassa mutsuzdu. Anschluss onları heyecanlandırdı ve Çek krizi başladı. Aslında “Çekoslovakya”nın varlığı bile parçalanmayı gerektiriyordu ama Edvard Beneš yine de çok “sert” bir tutum sergilemeye, Hitler’in “blöflerine” karşı sağlam durmaya ve Fransa ile İngiltere’yi Beneš’in yardımına koşmaya ikna ederek onu geri adım attırmaya karar verdi. Beneš, Fransız ve İngilizleri kendi tarafına çekmek için Sudetenland Almanlarını sadece özerklik değil, Almanya’ya bağlanma talebinde bulunmaları için de kasıtlı olarak kışkırttı. Ne yazık ki İngilizler ve Fransızlar bir kez daha yatıştırma konusunda ağırdan aldılar; Fransızlar fiziksel olarak destekleyemeyecekleri Doğu Avrupa ülkeleriyle kurdukları mantıksız ittifaklar sistemi karşısında hâlâ afallamış durumdaydılar. Bir kez daha, gecikme o kadar uzun sürdü ki, İngilizler Alman baskısına boyun eğiyormuş gibi göründü -oysa İngilizler rasyonel bir çözüm için çok istekliydi- ve Neville Chamberlain, Çek sınırlarının geri kalanını garanti altına almak için kendisinin ayartılmasına ve zorlanmasına göz yumdu.

 

Taylor’ın cesur ve anlayışlı bir şekilde ifade ettiği gibi Münih Antlaşması, “İngiliz yaşamında en iyi ve en aydınlanmış olan her şey için bir zaferdi; halklar arasında eşit adaleti vaaz edenler için bir zaferdi; Versay’ın sertliğini ve dar görüşlülüğünü cesurca kınayanlar için bir zaferdi.” Evet, ama Taylor’ın da belirttiği gibi Münih’te yanlış olan çok önemli bir şey vardı: Yanlış olan şey yatıştırmadan ziyade, yatıştırmanın yeterince hızlı, istekli ve kapsamlı bir şekilde yürütülmemiş ve takip edilmemiş olmasıydı. Batı’da her zaman, tavizlerin adalet arzusundan ziyade Hitler korkusuyla verildiği izlenimi vardı; her zaman kapsamlı çözümler yerine parça parça çözümler vardı, böylece Orta Avrupa’da hâlâ çözümlenmemiş sorunlar vardı. Sudetenland Almanları Alman kardeşleriyle yeniden bir araya geldikten sonra Çekoslovakya’nın işinin bittiği, Çekoslovakya’nın geri kalanı için İngiliz-Fransız garantisinin en büyük ahmaklık olduğu her bilgili kişi için açık olmalıydı. Beneš bunu gördü ve o andan itibaren güvenli bir sığınaktan “yatıştırmaya” karşı olduğunu ilan etmek üzere ülkeyi terk etti. Polonyalılar Çekoslovakya’nın Moravya-Silezya bölgesindeki sınır hattında bulunan Tesin şehrinin üzerine yürüdü; Versay benzeri Trianon Antlaşması’nın acısını çeken Macarlar da harekete geçti. Sonunda, Slovaklar da kendilerine düşen görevi yerine getirerek, özlemini duydukları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Çekler bir kez daha sertleşerek Slovakya üzerine yürümeye hazırlanırken, Hitler Slovakya’yı Çeklerden ve Macarlardan kurtarmak için Slovak bağımsızlığını tanıdı. Çekler artık kendi hakiki bölgeleri olan Bohemya ile baş başa kalmışlardı; etrafları düşmanlarla çevrili ve bir Macar tehdidiyle karşı karşıya olan Çeklerin başkanı Emil Hácha, yine gönüllü olarak Hitler’le görüşmek istedi ve Hitler’den Bohemya’yı himayesi altına almasını talep etti. Ancak dünya bunu yine Münih Antlaşması’na “ihanet”, Almanya’nın asil ve küçük bir ülkeyi acımasızca işgali vs. olarak gördü. Yine, Hitler açık bir işgal için değil, sadece Çekoslovakya’nın yavaş ve evrimsel bir şekilde parçalanması için pazarlık yapmıştı; olaylar ona yine (aşırı) dramatik kazanımlar sundu.

 

Eğer Beneš, coğrafi olarak bile mümkün değilken İngiltere ve Fransa’nın Çekleri sonuna kadar savunmasını beklemekle aptallık ettiyse, aynı şey Polonya’nın Józef Beck’i için de söylenebilirdi. Polonya Versay’ın bir başka grotesk -daha doğrusu berbat bir şekilde şişirilmiş- yaratığıydı. Polonya yüzyıllar boyunca Orta Avrupa’daki iki büyük gücün, Almanya ve Rusya’nın (ayrıca Versay’da “öldürülmüş” olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun) değirmen taşları arasında sıkışıp kalmıştı. Her Polonyalı için Polonya’nın ancak Almanya, Rusya ya da her ikisiyle ittifak yaparsa başarılı ve müreffeh olabileceği, hatta bağımsız bir ülke olarak var olabileceği açık olmalıydı. Başka herhangi bir yol ölümcül olurdu. Ancak Birinci Dünya Savaşı, Taylor’ın kitabının başında dikkat çektiği gibi, çok tuhaf bir sonuç doğurdu; Rusya önce Almanya karşısında yenildi, ardından da Komünist Devrim’in Rusya’ya müttefiklerin zaferinden elde edeceği kazanımları kaybettirmesiyle Doğu Avrupa’da hem Almanya hem de Rusya yenildi. Her iki Büyük Güç’ün de geçici olarak devre dışı kalmasıyla, Doğu Avrupa’da sayısız bağımsız ülke için alan doğdu; bu yapay ve geçici bir alandı, ancak çok az kişi bu önemli gerçeğin farkına vardı. Polonya sadece bağımsız olmakla kalmadı, çok sayıda Alman (Koridor, Yukarı Silezya ve Danzig’de), Ukraynalı ve Beyaz Rus’a zulmedecek kadar toprak elde etti. Polonya, Almanya ya da Rusya ile ittifak yapsaydı, hak etmediği kazanımlarını elinde tutabilirdi; ancak tek başına bir Polonya’nın sonu gelmişti. Yine de Beck, başlangıçta Almanya ile müttefik olmasına rağmen, tek başına, hem Almanya’ya hem de Rusya’ya zafer kazanmışçasına meydan okuyan, herkese ve her şeye karşı kararlı bir şekilde “sert” ve katı bir tavır takınan bir Büyük Güç olarak kalmayı seçti. Ve bunun doğrudan sonucu olarak Polonya yok edildi. Hitler’in Polonyalılardan “talepleri” neredeyse yok denecek kadar azdı; Taylor’ın da belirttiği gibi, Weimar Cumhuriyeti bu şartları hayati Alman çıkarlarının satılması olarak küçümseyecekti. Hitler en fazla “Koridor boyunca bir koridor” ve aşırı Alman yoğunluklu (ve Alman yanlısı) Danzig’in iadesini istiyordu; bunun karşılığında da geri kalan kısmın bağımsızlığını garanti edecekti. Polonya “bir karış Polonya toprağı” dahi vermeyi kararlılıkla reddetti ve Almanlarla müzakere etmeyi bile son dakikaya kadar reddetti. Yine de, İngiliz-Fransız garantisine rağmen Beck, İngiltere ve Fransa’nın Polonya’yı gerçekten saldırıdan kurtaramayacağını açıkça biliyordu. Sonuna kadar, her yerdeki tüm “sertlik yanlılarının” o büyük şiarlarına bel bağladı: X “blöf yapıyor”; X, sertlik, kararlılık ve bir santim bile vermeme azmiyle karşılaşırsa geri adım atacaktır gibi... (Tıpkı Finlandiya ve diğer “çatlak realistler” örneğinde olduğu gibi, sertlik yanlılarının “X blöf yapıyor” yaklaşımının tamamen saçma olduğu ortaya çıktığında ve X zaten saldırdığında, “sertlik yanlısı” kendi kendisiyle çelişerek “bir karış kutsal topraktan” vazgeçilmeyeceği, düşman topraklarımızdayken barış yapılmayacağı vb. söylemlere başvurur ve bu da ülkenin “sertlik yanlısı” yöneticileri tarafından mahvedilmesini tamamlar. Beck’in Polonya’ya yaptığı da işte tam olarak buydu). Taylor’ın gösterdiği gibi, Hitler’in başlangıçta Polonya’yı istila etmek ya da fethetmek gibi en ufak bir niyeti yoktu; bunun yerine Danzig ve diğer küçük Versay düzeltmeleri aradan çıkarılacak ve ardından Polonya, belki de Sovyet Rusya’nın nihai istilası için rahat bir müttefik olacaktı. Ancak Beck’in mantıksız sertliği bu yolu tıkadı.

 

Kitabın asıl gizemi ise Büyük Britanya’dır; Münih Antlaşması’nda ürkek bir şekilde de olsa yatıştırmanın lideri olan Britanya, 1939 başlarında aniden “sert”, kolektif güvenlikçi, “saldırıya karşı sert bir tutum” benimsemeye yönelmiştir. İngiltere Polonya’ya garanti verdi, ki bu garanti elbette yerine getirilemezdi, Çekoslovakya’yı teşvik ettiği gibi Polonya’yı da rasyonel taleplere boyun eğmeye ikna edemedi. Polonya’yı boyun eğmeye teşvik etmek, İngiliz yatıştırma politikasının rasyonel bir sonucu olabilirdi; bu da Versay’a -nihayet- bir son verebilirdi. Bunun yerine, İngiltere aniden “saldırganlık” karşıtı bir tutum takındı ve neredeyse çılgınca bir şekilde Polonyalıları desteklemeye çalıştı. Soru şu: Neden? Ve işte burası kitapta Taylor’ın tartışmasının zayıf ve başarısız olduğu en önemli noktaydı. Çünkü Taylor, İngiliz politikasının aslında çok da değişmediğini, İngiltere’nin son ana kadar Hitler’in “sert çizgi” tehditlerine boyun eğeceğine ve sonra müzakere edeceğine, Danzig’de makul değişiklikleri kabul edeceğine vs. inandığını iddia etmektedir. Taylor’a göre İngiltere, Hitler’in bundan sonra “barışçıl” olmayı kabul etmesini istiyordu. Ancak burası revizyonun gerekli olduğu son yerdi! Hayır, İngiltere’nin çılgınca ve ekstrem bir şekilde yön değiştirmesinin basitçe beceriksizce ve iyi niyetli bir hata olmadığı açıktır; Taylor’ın anlattıklarından bile İngiltere’nin politikasını kasıtlı olarak savaşa kaydırdığı ve Polonya’da karar kılarken çılgınca davrandığı açıktır çünkü Polonya, İngiltere’nin Hitler’i küçük ülkeleri yağmalayan bir canavar gibi gösterirken savaşı başlatabileceği son yerdi.

 

Polonya’ya İngiltere ve Fransa tarafından gerçekten yardım edilecekse, bunun coğrafi olarak ancak Rusya üzerinden yapılabileceği açıktı. Böylece Sovyet Rusya’ya kur yapılmaya başlandı ve Rusya -İngiliz ve Fransızlar tarafından- Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Avrupa siyasetinin tam ortasına sokuldu. (Bir önceki Fransız-Sovyet anlaşması bunu bir dereceye kadar yapmıştı.) Taylor alaycı bir şekilde, Hitler karşıtı tarihçilerin Hitler’i fetih savaşını başlatmak üzere Hitler-Stalin anlaşmasını yaptığı için her zaman kınadıklarını ve şimdi buna Batılı Soğuk Savaş propagandacılarının Rusya’yı da aynı şeyi yaptığı için kınamalarının eklendiğini belirtiyor. Aslında Rusya’yı, her zaman yapıldığı gibi, İngiltere ve Fransa ile bir pakt imzalamadığı ve bunun yerine Almanya ile bir pakt imzaladığı için suçlamak saçma bir propagandadır. Taylor, Molotov-Ribbentrop Paktı ve öncülleri hakkındaki tartışmasında harikulade bir yaklaşım sergilemektedir. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın, Almanya tarafından saldırıya uğramaları ve talep etmeleri hâlinde Polonya ya da Romanya’nın yardımına koşmayı kabul etmesini istiyordu. Rusya, hareket özgürlüğünden bu şekilde vazgeçmesi karşılığında tam olarak hiçbir şey alamayacaktı. Taylor’ın belirttiği gibi, Sovyet Rusya’nın tüm dış politikasının özünü korku oluşturuyordu; bunlar Batı’nın saldırısına uğrama korkusu, İç Savaş sırasında Rusya’nın Komünist rejimi neredeyse yok etmeyi başaran “uluslararası kapitalist” işgalinin tekrarlanmasından duyulan korku, Hitler’in ve “anti-Komintern” paktındaki müttefiklerinin ideolojik anti-Bolşevizminden duyulan korku, Sibirya’da kendisine karşı saldırganlaşan Japonya’dan duyulan korku gibi korkulardı. Sovyet Rusya’nın dış politikası savunmacı, korkulu ve güvenlikçiydi (Çar’ın geleneksel politikasından çok daha savunmacı olduğunu da eklemek gerekir). Hitler’den korkan Rusya, anlaşılır bir şekilde, Hitler karşıtı bir ittifaka katılmaya -ancak bu ittifakın sağlam bir ittifak olması koşuluyla- gayet hevesliydi; en büyük korkusu böyle bir ittifaka katılıp Beneš gibi İngiltere ve Fransa tarafından çantada keklik bırakılmaktı. Rusya iki şey istiyordu: Bir Alman savaşı durumunda, Polonya’nın kabul edip etmediğine bakmaksızın ordularının Polonya’yı geçerek Almanya’ya saldırmasını sağlamak ve Baltık ülkelerinde kurulabilecek Alman yanlısı rejimlere ya da üslere müdahale edebilmek. Her iki durumda da, küçük ulusların haklarını savunan İngiltere, Rusya’nın bu tür bir serbestliğini tanımayı reddetti; Polonya meselesinde ise Polonya, Rus birlikleri ve Rusya’nın garantisiyle herhangi bir şey yapmayı kesin bir dille reddetti. Polonya tek başına hareket edecekti. Bu durum göz önüne alındığında, bir İngiliz-Rus ittifakı için hiçbir zaman umut yoktu ve Taylor da İngilizlerin zaten ittifak girişimlerinde hep gönülsüz olduklarını belirtmektedir.

 

Hitler, Beck’in de Beneš gibi boyun eğmesini bekliyordu; ama bu kez işler farklıydı. (Polonya Ordusu’nun 1938’deki Çek Ordusu’ndan çok daha yetersiz olduğunu hatırlamak gerekir.) Hitler daha sonra Sovyet Rusya ile kendi paktını imzalamaya koyuldu; Rusya’nın tarafsızlığı sağlanırsa, İngiltere’nin Polonya garantisinden vazgeçeceğini -ki bu artık delilik olurdu- ve İngiltere ile Beck’in mantığa kulak vereceğini düşünüyordu. Hitler Rusya’ya, ne olursa olsun Almanya’nın Polonya’da ya da Baltık ülkelerinde Curzon hattının ötesine geçmeyeceğine dair bir hoş tutan bir yaklaşımla birlikte bir saldırmazlık paktı teklif etti; sonunda Rusya, küçük güçler için kanunlara aşırı riayete (small-power legalism’e) saplanıp kalmış Batı’dan alamadığı tanınmayı, yani Doğu Polonya ve Baltık ülkelerinden oluşan güvenlik bölgesinde bir Sovyet Monroe Doktrini’ni, bir etki alanını elde etmişti. Rusya’nın da Almanya gibi Birinci Dünya Savaşı’ndan geriye “revizyonist” bir güç olarak kaldığını unutmamalıyız; etki alanının tanınması Rusya’nın Brest-Litovsk Antlaşması’nı revize etmesiydi. Taylor’ın da işaret ettiği gibi, Hitler-Stalin Paktı, Münih Antlaşması’nın Çekoslovakya’nın bölünmesi için bir anlaşma olması gibi, Polonya’nın bölünmesi için bir anlaşma değildi; daha ziyade tarafsızlık ve saldırmazlık için karşılıklı bir anlaşma, ve buna ek olarak Sovyet etki alanına nüfuz etmemek için bir Alman anlaşmasıydı. Sovyet Rusya’dan tek istediği şey tarafsızlık olduğu için de Polonya meşru bir şikâyette bulunmuyordu.

 

Müesses Nizam tarihçileri, Hitler-Stalin Paktı ile bayram edip âdeta dalga geçmişlerdir, zira burada her iki öcünün de bir eylemi söz konusudur. Bu iki diktatörün, üzerinde mutabık kaldıkları her eylemin a priori olarak canavarca olduğu varsayılır. Bu nedenle de Pakt’ın İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan ve Polonya’yı parçalayan kötücül kıvılcım olduğu kabul edilir. Ancak, Taylor’ın da gösterdiği gibi, hem Almanya hem de Rusya bunu rasyonel açıdan olması gerektiği gibi barış için bir eylem olarak düşünmüştür. Bu sayede bir Alman-Rus çatışması tehlikesinden kaçınılmış ve hem Hitler hem de Stalin, Rusya’nın Polonya’yı destekleme umudunun ortadan kalkmasıyla birlikte İngiltere ve Fransa’nın Polonya’yı yumuşatacağına ve barışın korunacağına inanmıştır. Taylor’ın da belirttiği gibi, İngilizlerin kararlılığı göz önüne alındığında, “Sovyet Rusya’nın başka nasıl bir yol izleyebileceğini görmek zordur.” Daha da ileri gidebiliriz; benim kanaatime göre Hitler-Stalin Paktı, yirminci yüzyılda Avrupa devlet adamlığının -her iki taraf için de- en büyük başarılarından biriydi. Bu pakt Rapallo Antlaşması’nın muhteşem geleneğini devam ettirmekteydi. Coğrafi gerçekler, Doğu Avrupa’da barışın ancak Almanya ve Rusya’nın barış içinde olması hâlinde korunabileceği ve bu nedenle de ancak Alman-Rus dostluk ve hatta ittifak politikasının dünyanın bu sorunlu bölgesinde barışı koruyacağıdır.

 

Kuşkusuz, İngilizler, Fransızlar ya da Polonyalılar en ufak bir rasyonaliteye sahip olsalardı, Hitler-Stalin Paktı tam da bunu yapmalı ve İngilizler “sert” tavırlarını bir kenara bırakmalıydı. Bunun yerine, İngilizler ve Polonyalılar daha da sertleştiler ve görünüşe göre İngiliz kamuoyu şimdi kolektif güvenlik, küçük uluslar için “demokrasi” ve benzeri şeylerin satışı için akıl dışı bir savaş çığırtkanlığı şeklindeki sefahat cümbüşünün (orjisinin) tadını çıkarıyor. Taylor burada da İngilizlerin müzakere istekliliğine karşı oldukça nazik davranıyor. Gerçek şu ki rakiplerinin mantıksızlığı karşısında şaşkına dönmeye başlayan Hitler müzakereleri teşvik etmeye başladı, ancak Polonyalılar sonuna kadar kararlı kaldılar. Oysa bana göre İngilizlerin bu konudaki kötü niyetinin en açık kanıtı, Hitler’in Polonya’yı işgal ederek ciddi olduğunu ve “blöf” yapmadığını kanıtlamasından sonra bile İngilizlerin ve Polonyalıların müzakereye yanaşmamalarıdır; yukarıda da söylediğimiz gibi, düşmanın “blöf” yaptığını ve sertlik karşısında geri adım atacağını söyleyerek her şeyi mahveden aynı “çatlak realistler”, şimdi de Alman birlikleri kutsal Polonya topraklarından çekilmeden hiçbir müzakerenin başlayamayacağını iddia ediyorlardı. Böylece Polonya ortadan kalktı ve İkinci Dünya Savaşı başladı. Beneš ve Beck’in politikalarının ahmaklığı kabul edilebilir; ancak İngilizler, Taylor’ın kendi ifadesiyle, bu trajik savaşın patlak vermesinde onun kabul etmek istediğinden daha fazla sorumluluk taşımaktadır. Şüphesiz burada beceriksizlikten daha fazlası söz konusudur.

 

Bu çarpıcı kitabın beni yönlendirdiği iki önemli genel gözlem daha söz konusudur. Bunlardan birincisi, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya’da çok sevilen tipik “sertlik yanlısı” mitolojinin ne kadar tehlikeli olduğudur. Bu mitoloji sürekli olarak başarısız olmuş ve bu “büyük demokrasileri” sürekli olarak birbiri ardına savaşlara sürüklemiştir. Bu, düşmanı sadece “kötü” bir adam olarak değil, uluslararası bir öcü olarak öne sürülen Dr. Fu Manchu ya da Mars’tan gelen biri kalıbına sokulmuş kötü bir adam olarak düşünme mitolojisidir. Kötü adam, belirsiz bir nedenden ötürü, dünyayı fethetmek ya da en azından fethetmeye devam edebileceği kadarını fethetmek için harekete geçmiştir. Bu onun tek amacıdır. O ancak mücbir sebeplerle, yani “sert bir tavır” takınıp “sağlam durarak” durdurulabilir. Kısacası, iflah olmaz derecede kötü olsa da Kötü Adam özünde bir korkaktır; ve eğer asil İyi Adam sadece yerinde durursa, Kötü Adam, her zorba gibi, kuyruğunu kıstıracaktır. O hâlde Düşman, bildiğimiz Dr. Fu Manchu’dan ziyade, özünde bir Western filminde köşede sessizce duran bir zorbanın tüm diğer özelliklerine sahip bir tür Fu Manchu’dur. “Biz” İyi Adamlarız, sadece adalet ve nefsi müdafaa ile ilgileniyoruz, kötü ama korkakça blöf yapan Kötü Adamlarla yüzleşmek için sadece yerimizde durmamız gerekiyor. Amerikalıların ve Britanyalıların yarım yüzyıldır uluslararası ilişkilerde oynadıkları neredeyse aptalca ahlâkî oyun budur ve bugün içinde bulunduğumuz karmaşanın nedeni de bu durumdur. Bu iyi örnek saçmalığının hiçbir yerinde (a) Kötü Adam’ın bizim ona saldırmamızdan korkabileceği (Ama İyi Adamlar tanım gereği asla saldırmazlar!); ya da (b) Kötü Adam’ın dış politika taleplerinde oldukça iyi ve haklı bir davası olabileceği -ya da en azından davasının iyi ve haklı olduğuna inandığı; ya da (c) meydan okumayla karşılaşan Kötü Adam’ın geri adım atarsa kendine olan saygısını kaybedeceğini düşünebileceği- ve böylece iki savaş çıkabileceği düşünülmemiştir. Gelin hepimiz bu çocuksu uluslararası ilişkiler oyunundan vazgeçelim ve rasyonellik, barış ve dürüst müzakere politikasını düşünmeye başlayalım.

 

İkinci genel gözlem ise Doğu Avrupa’nın yirminci yüzyıldaki her büyük savaşın, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Soğuk Savaş’ın merkezini oluşturduğu ve trajik bir ahmaklık içinde olduğudur. Doğu Avrupa, yukarıda da belirttiğim gibi, neredeyse hepsi küçük ve bölünmüş birçok ulusun yaşadığı bir ülkedir. Doğu Avrupa’nın gerçekliği, her zaman ya Almanya ya Rusya ya da her ikisinin egemenliği altında kalmaya mahkûm olduğudur. Eğer Doğu Avrupalı politikacılar rasyonel olmak istiyorlarsa, bunun farkına varmalı ve bu iki güçten birine ya da ikisine birden boyun eğmek zorunda olduklarını anlamalıdırlar; ve eğer Doğu Avrupa’da barış olacaksa, hem Almanya hem de Rusya ile dost olunmalıdır.

 

Şimdi beni yanlış anlamayın; ahlâkî ilkeleri sinizm (cynicism) için terk etmedim. Kalbim etnik adalet için, sadece Doğu Avrupa’da değil, tüm dünyada tüm insanlar için ulusal kendi kaderini tayin hakkı adına yanıp tutuşuyor. Ben bir Ukraynalı değilim ve görkemli bağımsız bir etnik Ukrayna ya da Beyaz Rusya görmekten daha iyi bir şey istemem; bağımsız bir Slovakya ya da kördüğüm olmuş Transilvanya sorununun nihayet adil bir çözüme kavuşmasını isterim. Makedonya’nın bağımsız mı olması gerektiği yoksa Bulgaristan’daki etnik kardeşleriyle mi birleşmesi gerektiği konusunda hâlâ endişeliyim. Ancak Sydney Smith’in Lady Grey’e yazdığı meşhur mektubun sözleriyle ifade edecek olursam, lütfen bırakın bunu kendileri çözsünler! Doğu Avrupalı olmayan güçlerin (örneğin İngiltere, Fransa ve günümüzde de ABD) Doğu Avrupa’nın işlerine sürekli olarak baskıcı bir şekilde karışmasının suç teşkil eden ahlâksızlığından ve aptallığından vazgeçelim. Bir gün Almanya ve Rusya’nın Doğu Avrupa halklarına adaleti gönüllü olarak sağlayacağını umalım, ancak bunu yapay olarak sağlamaya çalışmak için sürekli savaşlara yol açmayalım.

 

Smith’in ünlü pasajından alıntı yapmaktan kendimi alıkoyamayacağım:

 

İspanyollar için üzülüyorum, Yunanlar için üzülüyorum; Yahudilerin kaderine üzülüyorum; Sandwich Adaları halkı en iğrenç zalimlikler altında inim inim inliyor; Bağdat eziliyor; Delta’nın şu anki durumunu beğenmiyorum; Tibet huzurlu değil. Tüm bu insanlar için savaşmalı mıyım? Dünya günah ve kederle dolup taşıyor. Ben İlahi Adalet’in ve On Emir’in savunucusu mu olacağım ve tüm insanları iyi ve mutlu kılmak için sonsuza dek filolar ve ordular mı toplayacağım? Avrupa’yı kurtarmayı daha yeni bitirdik ve korkarım ki bunun sonucunda birbirimizin boğazını keseceğiz. Savaş olmasın, sevgili Leydi Grey! Belagat, hitabet olmasın; ama umursamazlık, bencillik, sağduyu, aritmetik var olsun! ... “Cennetin intikamı” Verona’nın Meşruiyetçileri’nin yakasına yapışsın! Ama kiraların ve vergilerin mevcut durumunda da onları cennetin intikamına bırakmak gerekir. ... “Adil savaş” diye bir şey yoktur, ya da en azından bilgece bir savaş diye bir şey yoktur.

 

Doğu Avrupa’ya dönecek olursak, 1914’ten önce çeşitli uluslar hakkında çok az şey duyduk, çünkü bölge Almanya, Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının egemenliği altındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlıca nedeni Çarlık Rusyası’nın Doğu Avrupa’da, özellikle de Balkanlar’daki yayılmacı emelleri ve az sayıdaki bağımsız milliyetlerden biri olan Sırbistan’ı kışkırtmasıydı. Almanya ve Avusturya-Macaristan Rusya’nın yayılma hamlesine karşı çıktı; İngiltere, Fransa ve nihayetinde ABD doğal olarak savaşa girmekte ısrar etti -ama neden? Bu yayılmayı desteklemek için mi? Yukarıda da belirttiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı Komünist Devrim nedeniyle çok “tesadüfi” bir şekilde sona erdi; ancak şunu asla unutmayalım ki ABD ve kahraman müttefiki Çarlık Rusyası savaşı kazansaydı -yani eğer Komünist Devrim olmasaydı- Çarlık Rusyası, müttefiklerin gizli anlaşmalarıyla da teyit edildiği üzere, tüm Doğu Avrupa’ya hâkim olacak ve Konstantinopolis’i de ele geçirecekti. Günümüzün Soğuk Savaş yanlıları tarafından Doğu Avrupa’daki Sovyet “hâkimiyetine” karşı yapılan hamaset ve ahlâkçılık bu gerçek karşısında oldukça gülünç görünmektedir; aslında Komünist Devrim Rusya’nın Doğu Avrupa’daki “olası uydu devletler” üzerindeki hâkimiyetini bir nesil boyunca engellemiştir ve o zaman bile bu sadece Hitler’in Rusya’ya saldırısının bir sonucudur. (Gerçekten de Finlandiya, Komünist Devrim sayesinde Rus kontrolünden kalıcı olarak kurtulmuştur.) Yine de Amerikalılar 1918 gibi uzun bir süre önce Doğu Avrupa’da Çarlık kuklası devletlere rıza göstermişlerdi.

 

Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı esasen Almanya ve Avusturya ile Rusya arasında Doğu Avrupa’ya kimin hâkim olacağına dair bir çatışmaydı ve İngiltere, Fransa ve ABD de bu çatışmaya müdahil oldu. Hem Almanya’nın hem de Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki tuhaf yenilgisi, yapay da olsa Doğu Avrupa’da ulusal kendi kaderini tayin etme yolunu açtı ki bu görev Versay’da korkunç bir şekilde başarısızlığa uğramıştı. Orada, özellikle de mağlup ülkeler için yeni adaletsizlikler yaratıldı. 1939’a gelindiğinde Almanya ve Rusya Doğu Avrupa konusunda barış içindeydi ama İngiltere, iki büyük komşusuna meydan okuyarak var olamayacak bir Polonya’nın üzerine atlayarak savaşın fitilini ateşledi. Son olarak, İngiltere ve ABD’nin kendilerini ilgilendirmeyen bir Doğu savaşına karışması ve Almanya’nın Rusya’ya saldırarak trajik bir gaf yapması sonucunda, Almanya’nın fethi doğal olarak Rusya’yı yine kendi etki alanı olan Doğu Avrupa üzerinde fiilen hâkim durumda bıraktı. (Bu hâkimiyetin “komünizm” ile hiçbir ilgisi olmamakla birlikte, bu Rus vb. güç faktörlerinin bir neticesiydi ve Rusya’nın sosyal sistemi ne olursa olsun gerçekleşecekti.)

 

Derken ABD ve İngiltere, Doğu Avrupa’da iki kez ölümcül bir müdahalede bulunduktan sonra, Rusya’yı zorlukla kazandığı etki alanından, yine hiçbir Batılı gücün karışmaya hakkı olmadığı Doğu Avrupa’dan çıkarmak için Soğuk Savaş’ı başlattılar!

 

Taylor’ın kitabıyla ilgili daha fazla değinmemiz gereken çeşitli özel noktalar var. Kitabın başında Revizyonizm’in savaştan bu yana neden gelişmediğine dair çok iyi bir tartışma yer alıyor; Nürnberg belgelerinin geçerliliğine dair kısa da olsa iyi bir eleştiri yapılıyor. Taylor arada bir eski Ortodoks çizgisine geri dönüyor; örneğin, “kolektif güvenlik” yılanının ve dolayısıyla statüko sınırlarını korumak için ebedi savaşın Milletler Cemiyeti’nin doğasında olduğunu ve bu nedenle Cemiyet zihniyetinin o yıllarda yatıştırma politikasının ahlâk ve adaletini gerçekleştirmenin önünde muazzam bir engel olduğunu fark etmiyor gibi görünüyor. Taylor ayrıca Versay konusunda şaşırtıcı bir şekilde “yumuşak” davranıyor, özellikle kitabın ilk bölümünde Versay’da gerçekten yanlış olan tek şeyin, durumu gerginleştiren sürekli tazminat sorunu olduğunu savunuyor gibi görünüyor; ancak kitabın son yarısının tamamı, Avusturyalılar, Çekoslovakya ve Polonya krizlerinin tartışılmasıyla Versay’ın ciddi kötülüklerine tanıklık etmiş oluyor. Her ne kadar Taylor Brest-Litovsk Antlaşması’nı hatalı bir şekilde Mart 1918 yerine Ocak ayına koysa da, Almanya’nın Doğu’daki savaşı (Birinci Dünya Savaşı’nı) kazanmasının önemine de işaret ediyor. Taylor, 1920’deki Rus-Polonya savaşının Polonya’nın Rus Ukraynası’na yönelik saldırganlığından kaynaklandığını ve Rusya’nın bu savaşta Polonya’ya karşı uğradığı toprak kayıplarının (etnik olarak Ukrayna ve Beyaz Rusya topraklarında) onu fırsat bulduğunda revizyon için daha da istekli kıldığına değinmiyor. Taylor ayrıca Versay Antlaşması’nda silahsızlandırılmış bir Almanya’ya silahsızlandırılmış Müttefiklerin eşlik etmesi gerektiği gerçeğini de göz ardı ediyor. Taylor, silahsızlanma taahhüdünün Müttefikler tarafından ısrarla ihlal edilmesini görmezden gelerek, Almanya’nın yeniden silahlanmasına ya da daha doğrusu Müttefiklerin Almanya’nın yeniden silahlanmasını bastırmasına karşı olan savı gerektiği kadar güçlü hâle getiremiyor. Ayrıca Taylor, hem Maksim Litvinov’un hem de Hitler’in tüm ülkelerin genel ve tam silahsızlanmasına yönelik önerilerinden -silahsız Kötü Adamlar’ın sunduğu ama İyi Adam “demokrasilerin” silah sahibi oldukları için görmezden geldikleri önerilerden- en hafif tabirle dar görüşlü bir bakış açısı sergileyerek bahsetmiyor. Taylor, Japonya’nın Mançurya’daki durumunu çok iyi anlamış; ancak daha sonraki 1937 Japon-Çin savaşı hakkında biraz daha fazla bilgiye ihtiyacı var gibi görünüyor. Taylor, Hitler’in Mein Kampf’ında (Kavgam) dile getirdiği ve o zaman bile “dünyanın fethi” ve hatta Britanya’nın fethi ile hiçbir ilgisi olmayan -değişen- “hayallerinin” önemini küçümseme konusunda çok başarılıdır. Hitler’in “fetih planları” olduğu iddia edilen ve çokça abartılan Hossbach Memorandumu’nun sönükleştirilmesinde mükemmel bir Revizyonizm vardır. Taylor ayrıca, örneğin, “1940’ta Alman Kara Kuvvetleri’nin yönetim dışında her konuda Fransızlardan daha aşağı olduğuna” işaret ederken de çok başarılıdır.

 

Yine Taylor, Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin tipik “ılımlı revizyonist” görüşü, yani hiçbir hükümetin ya da liderin suçlu olmadığı, çünkü savaşlara “uluslararası anarşinin” neden olduğu görüşünü de çok iyi eleştirmektedir ki bu görüş herhangi bir savaşın gerçek nedenlerini, gerçek suçlarını ve hatalarını görmezden gelmektedir. Taylor doğru söylüyor: “‘Uluslararası anarşi’ savaşı mümkün kılar; savaşı kesinleştirmez.” Aynı şekilde, kapitalizmin “kaçınılmaz olarak” savaşlara neden olduğu şeklindeki Leninist görüşün de bir eleştirisi vardır. Taylor, Almanya ve İtalya’nın genişlemeye yönelik Lebensraum argümanını yerinde bir şekilde eleştirirken, bu argümanın aşırı nüfuslu, gümrük tarifeli ve göçten dışlanmış Japonya için çok daha mantıklı olduğu gerçeğini görmezden gelmiştir. Taylor aynı zamanda İspanya İç Savaşı’nın ya da “uluslararası faşizm” tehdidinin çok şişirilmiş önemini küçümseme konusunda da başarılı ve yine cesurdur. Yine de bazı pasajlarda Taylor’ın eski tarzına geri döndüğü ve İspanya İç Savaşı’na aktif İngiliz müdahalesi çağrısında bulunduğu da görülmektedir.

 

Taylor aynı zamanda pek çok kişinin unuttuğu bir başka gerçeği de doğru bir şekilde ifade etmiştir: Sovyet Rusya, barış ve güvenliği uğruna defalarca feda ettiği “enternasyonal Komünizm”in çıkarlarının ötesinde, her zaman kendi bekasıyla ilgilenmiştir (Taylor, Chiang Kai-shek’e karşı Sovyetlerin Çinli Komünistleri desteklememesi örneğinden bahsetmektedir).

 

Taylor, şehirlerdeki sivillere yönelik barbarca stratejik bombardıman politikasını Almanların değil de İngilizlerin başlattığından tam olarak bahsetmiyor -bu onun yetki alanının dışında kalıyor-, ancak Almanların şehirlerin stratejik bombardımanını değil de sadece taktiksel avcı bombardımanını planladıklarını söylüyor ki bu da yeterli bir delildir.

 

Ayrıca Sovyetler Birliği ve ABD’nin çekişmelerden uzak durma ve tehlike altındaki taraflara ahlâk dersi verme eğilimlerine de güzel göndermeler yapıyor. Taylor akıllıca şu noktaya dikkat çekiyor: “Eski Dünya’nın dengesini düzeltmek için Yeni Dünya’yı çağırma deneyi Birinci Dünya Savaşı’nda zaten denenmişti. Amerikan müdahalesi belirleyici olmuş, Müttefiklerin savaşı kazanmasını sağlamıştı. ... Geriye dönüp baktığımızda, 1917’nin az çok ılımlı Almanyası ile uzlaşmacı bir barışa zorlansalardı daha iyi olmaz mıydı?”

 

Taylor, Hjalmar Schacht’ın, kendisinin iddia ettiği gibi, artan silahlanma harcamalarına karşı çıktığı için değil, bunun finansmanı için bütçe açığı yerine daha yüksek vergilerde ısrar ettiği için görevden alındığını belirtmelidir. (Burton H. Klein’ın Germany’s Economic Preparations for War adlı çalışmasına bakınız.)

 

Yukarıda tartışılan 1939’daki İngiliz motivasyonları konusundaki “yumuşaklık” bir yana, kitaptaki en büyük zayıflık -muhtemelen Eski Taylor’dan kalma- Benito Mussolini ve İtalya’ya karşı neredeyse çılgınca bir kınama ve önyargıdır. Neyse ki bu 1939 için teğet geçen bir konudur ve bu bağlamda Germanofobi kadar çarpıtıcı değildir. Taylor, kitabında örneğin Ramsay MacDonald’ı, “Giacomo Matteoti’nin öldürüldüğü anda” Mussolini’ye samimi mektuplar yazdığı için -ve Alman meselesinde iç ve dış politika arasındaki farkları ve ikincisinde doğru davranışın ne olduğunu bilen biri için tuhaf bir ahlâkçılık çukuruna düştüğü için- suçluyor. Ayrıca Taylor, Mussolini’nin Etiyopya’ya saldırma nedenlerini değerlendirirken, bunun sadece nedensiz bir fetih arzusu olduğunu belirtiyor; ancak Etiyopya’nın Walwal’daki sürekli provokasyon ve saldırganlığından hiç bahsetmiyor. Taylor bu kitabın başında Amerikan revizyonistlerini yeterince “bilimsel” olmadıkları gerekçesiyle kaba bir şekilde reddediyor; tabii keşke Amerikan revizyonistlerine (Tansill’in İtalya ve Walwal tartışması gibi) daha fazla ilgi gösterseydi, bu kitabını önemli ölçüde geliştirebilirdi.

 

Taylor’ın kitabı üslup açısından tipik bir eser: İyi yazılmış, esprili, çeşitli saiklerle ilgili spekülasyonlara dayanan kolaycı genellemelerle dolu ve genellikle belgesel kaynaklara çok az dayanıyor. Aslına bakılırsa bu sonuncusu, günümüz İngiliz tarihçiliği için fazlasıyla tipiktir.

 

Özetle, A.J.P. Taylor’ın The Origins of the Second World War (İkinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri) adlı eseri, 1939’un nedenlerine ilişkin revizyonist bir tarih ortaya koyması bakımından büyük önem taşıyan, unutulmaz ve çığır açıcı bir çalışmadır. Ayrıca, Soğuk Savaş’a dair revizyonist kitap çalışmaları için de önemli bir mühimmat sağlama gibi bir meziyete sahiptir. Eğer National Book Foundation’ın (Ulusal Kitap Vakfı) yeni programları olacaksa, bu kitabın NBF tarafından dağıtılmasını tereddütsüz tavsiye ederim. Şimdi ihtiyaç duyulan şey, bu çığır açan kitabın devamı niteliğinde, yani daha kapsamlı bir titizlik ve kanıtlı dokümantasyonla Taylor’ı tamamlayacak ve 1939’un kökenlerine dair kesin bir açıklama sunacak bir devam kitabıdır. David L. Hoggan’ın yakında yayınlanacağı vaat edilen kitabının (The Forced War: When Peaceful Revision Failed) bu görevi yerine getireceğini umalım.


 

Murray Newton Rothbard, 2 Mart 1926’da New York’ta doğmuş ve 7 Ocak 1995’te aynı şehirde hayatını kaybetmiş bir Amerikan ekonomist, tarihçi, filozof, yazar, hukuk ve siyaset teorisyenidir. Özellikle Anarko-kapitalizm felsefesini harmanladığı Avusturya İktisat Okulu ile ilişkilendirilir. Rothbard, Ludwig von Mises’in en önde gelen öğrencisi olarak Avusturya İktisat Okulu’nun üçüncü jenerasyonunun da başını çekmiş ve Mises’in öğretilerine sadık kalarak, serbest piyasa ekonomisi, bireysel özgürlük ve devletsizlik gibi temel etik ilkelere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Rothbard, Mises’in magnum opus’u olan Human Action (İnsan Eylemi) adlı eserindeki fikriyatı genişlettiği 1962 tarihli Man, Economy, and State (İnsan, İktisat ve Devlet) adlı eseriyle Avusturya İktisat Okulu’nun fikirlerini daha geniş kitlelere tanıtmıştır. Bu eserinin içine daha sonra kattığı Power and Market (İktidar ve Piyasa) adlı kapsamlı ek ile Anarko-kapitalizmin felsefî temellerini kurmuştur. Rothbard, bu kitapta, piyasanın her türlü faaliyeti barışçıl ve sorunsuz yönetebileceğini ve devletin müdahalesinin, hatta salt varlığının piyasanın işleyişini bozduğunu savunmuştur. Ayrıca Rothbard, ABD’deki Liberteryen Parti’nin kurucuları arasındaydı ve birçok kesimden insanı etkileyerek liberteryenizme kazandırdı. Ancak, Rothbard’ın felsefesi ve özellikle Anarko-kapitalizm yaklaşımı, eleştirmenleri tarafından radikal ve uygulanamaz olarak nitelendirilmiştir. Yine de Rothbard’ın radikalizmi, onun temel felsefesi olan özgürlükçü düşüncenin sonuçlarından kaynaklanmaktaydı ve özgürlükçü bir düzenin ancak radikal bir şekilde uygulanmasıyla gerçekleşebileceğine inanmaktaydı. En önemli çalışmalarından olan “Anatomy of the State” (“Devletin Anatomisi”) adlı makalesinde de belirttiği üzere devletin özgürlüklere müdahalesini sınırlandırmak için sadece belirli düzenlemeler yapmak yeterli değildi; devletin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Nitekim devletin varlığı bile özgürlükleri sınırlandırmak ve gasp etmek anlamına geliyordu.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Murray Rothbard’ın William Volker Vakfı’ndan Bay Kenneth Templeton’la yazışmasının LewRockwell.com tarafından Review of The Origins of the Second World War başlığı ile yayınlanan bir kesitinin tercümesidir.
304 görüntüleme0 yorum
bottom of page