top of page

Demokrasi, Medeniyetsizleşme ve Yeni Bir Karşı Kültür Arayışı Üzerine

Hans-Hermann Hoppe - 28.09.2018


Her eylem belirli fiziksel araçların -örneğin, bir beden, üzerinde durulan bir alan, dış nesneler, vesairenin- kullanılmasını gerektirdiğinden, iki eylemci farklı amaçlara ulaşmak için aynı fiziksel araçları kullanmaya çalıştığında, farklı eylemciler arasında bir anlaşmazlığın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çatışma ve anlaşmazlıkların kaynağı her zaman ve değişmez bir şekilde aynıdır: fiziksel araçların kıtlığı ya da çekişmeye konu olması. İki eylemci aynı anda aynı fiziksel araçları -aynı bedenleri, mekânları ve nesneleri- alternatif amaçlar için kullanamaz. Eğer bunu yapmaya çalışırlarsa çatışmaları gerekir. Dolayısıyla, çatışmadan kaçınmak ya da çatışma meydana gelirse bunu çözmek için eyleme geçirilebilir bir adalet ya da hukuk ilkesi ve ölçütü, yani kıt fiziksel araçların âdil, hukukî ya da “meşru” kullanımına ve kontrolüne (sahipliğine) karşı âdil olmayan, hukuka aykırı ya da “gayrimeşru” kullanımını ve kontrolünü (sahipliğini) düzenleyen bir ilke gereklidir.


Mantıksal olarak, tüm çatışmalardan kaçınmak için gereken şey açıktır: Her malın her daim ve her zaman özel olarak sahiplenilmesi, yani yalnızca belirli bir birey (ya da bireysel ortaklık veya dernek) tarafından kontrol edilmesi ve hangi malın kime ait olduğunun, hangisinin olmadığının ya da kimin tarafından sahiplenildiğinin her zaman fark edilebilir olması gereklidir. Bu durumda, çeşitli kâr gözeten eylemci-girişimcilerin planları ve amaçları olabildiğince farklı olmasına rağmen, eylemleri yalnızca ve münhasıran kendi özel mülkiyetlerinin kullanımını içerdiği için herhangi bir çatışma ortaya çıkmayacaktır.


Ancak bu durum, yani tüm malların tam ve açık bir şekilde özelleştirilmesi pratikte nasıl gerçekleştirilebilir? Fiziksel şeyler ilk etapta nasıl özel mülkiyet hâline gelebilir; ve bu ilk özelleştirme eylemlerinde çatışmadan nasıl kaçınılabilir?


Bu sorunun tek bir -praksiyolojik- çözümü vardır ve -her ne kadar sadece yavaş ve kademeli olarak detaylandırılmış ve mantıksal olarak yeniden inşa edilmiş olsa da- insanlığın başlangıcından beri temel olarak bilinmektedir. En başından itibaren çatışmadan kaçınmak için, özel mülkiyetin orijinal/ilk sahiplenme eylemleri yoluyla tesis edilmesi gerekmektedir. Mülkiyet (salt ifadeler, kararnameler veya deklarasyonlar yerine) eylemler yoluyla tesis edilmelidir, çünkü yalnızca zaman ve mekânda gerçekleşen eylemler yoluyla, belirli bir kişi ile belirli bir şey arasında nesnel, yani öznelerin hepsince algılanabilir bir bağ kurulabilir. Ve yalnızca daha önce sahiplenilmemiş bir şeyi ilk sahiplenen kişi bu şeyi çatışma olmaksızın kendi mülkü olarak edinebilir. Çünkü tanım gereği, ilk sahiplenen olarak söz konusu malı sahiplenirken kimseyle çatışmaya girmiş olamaz, zira diğer herkes ancak daha sonra ortaya çıkabilmiş demektir.


Bu durum, her insanın birincil eylem aracı olarak kendi fiziksel bedeninin münhasır sahibi olmasıyla bağlantılı olarak, hiç kimsenin bir başkasının bedeninin sahibi olamayacağı anlamına da gelir. Çünkü bir başkasının bedenini ancak dolaylı olarak, yani önce doğrudan sahiplendiğimiz ve kontrol ettiğimiz kendi bedenimiz aracılığıyla kullanabiliriz. Dolayısıyla, doğrudan sahiplenme zamansal ve mantıksal olarak dolaylı sahiplenmeden önce gelir; ve buna göre, başka bir kişinin bedeninin rıza dışı her türlü kullanımı, zaten başka biri tarafından doğrudan sahiplenilmiş bir şeyin haksız bir şekilde kötüye kullanılmasıdır.


O hâlde tüm âdil (hukuka uygun) mülkiyet, doğrudan ya da dolaylı olarak, karşılıklı fayda sağlayan -ve dolayısıyla çatışmasız- mülkiyet hakkı devirleri zinciri yoluyla, önceki sahiplenme eylemlerine ve nihai olarak ilk sahiplenenlerin eylemlerine dayanır. Bu durumun icap ettiği üzere, bu şeyleri sahiplenmemiş veya daha önce üretmemiş ya da daha önceki bir mülk sahibinden çatışmasız bir mübadele yoluyla edinmemiş bir kişi tarafından bu şeyler üzerinde yapılan tüm hak talepleri ve kullanım eylemleri haksızdır, adaletsizdir (hukuka aykırıdır).


Bu temel görüşlerin tartışmasız olarak reddedilemez ve dolayısıyla a priori doğru olduğunu düşündüğümü vurgulamama izin verin. Diğer insanlarla barış içinde yaşamak istiyorsanız -ve bunu istediğinizi onlarla argümantasyona girerek belli ediyorsanız- ortada sadece tek geçerli yol vardır: insanî amaçların (hedeflerin) gerçekleştirilmesinde araç (ya da mal) olarak kıt ve müsait olan her şey üzerinde özel (münhasır/dışlayıcı) mülkiyete sahip olmalısınız; ve bu tür şeyler üzerindeki özel mülkiyet de ilk sahiplenme eylemlerine, yani kıt kaynakların algılanabilir/tanınabilir bir şekilde sınırlandırılması veya çevrelenmesine, ya da bu tür mülkiyetin bir önceki mülk sahibinden bir sonraki mülk sahibine gönüllü olarak devredilmesine dayanmalıdır.


Öyleyse bu kuralların “doğal hukuku” yansıttığını ve açıkladığını söyleyebiliriz. İnsanın barışçıl etkileşim hedefi göz önüne alındığında; ve bu hukuk “verili” olduğu ve sadece insan tarafından keşfedildiği için “doğal” olduğu açıktır. Yani, bu kesinlikle uydurulmuş, tasarlanmış ya da kararlaştırılmış bir hukuk değildir. Aslında, (keşfedilmiş ya da bulunmuş olmaktan ziyade) insan yapımı olan her hukuk, yani tüm mevzuatlar, hukuk değil, hukukun saptırılmasıdır, yani barışa değil de çatışmaya yol açan ve dolayısıyla hukukun amacını işlevsiz kılan emirler, buyruklar ya da yasal talimatlardır.


Bu, doğal hukuk ilkelerinin keşfedilmesiyle birlikte toplumsal düzenin tüm sorunlarının çözüleceği ve tüm sürtüşmelerin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Herkes bunlardan nasıl kaçınacağını bilse bile çatışmalar yaşanabilir ve yaşanmaktadır. O hâlde, iki ya da daha fazla çekişen taraf arasındaki her çatışma durumunda hukukun uygulanması gerekir ve bunun için de (hukukî-içtihadın aksine) hukukî-ihtiyat, muhakeme ve (juris-diction’ın, yani hükmetmenin aksine) hakemlik gereklidir. Sizin ya da benim belirli araçlarla ilgili belirli durumlarda ilkeleri yanlış uygulayıp uygulamadığımız konusunda anlaşmazlıklar olabilir. Bir davanın “gerçek” olguları konusunda anlaşmazlıklar olabilir: kim neredeydi, ne zaman oradaydı, şu ya da bu zaman ve yerde şuna ya da buna kim sahipti? Ve bu gerçekleri tespit etmek ve sıralamak sıkıcı ve zahmetli olabilir. Çeşitli önceki-sonraki anlaşmazlıkların araştırılması gerekir. Sözleşmelerin incelenmesi gerekebilir. İlkelerin yeraltı kaynaklarına, suya ve havaya, özellikle de su ve hava akışlarına uygulanmasında zorluklar ortaya çıkabilir. Dahası, belirli bir suça verilecek cezanın “ayarlanması”, yani bir mağdurlaştırıcnın mağdur ettiği kişiye borçlu olduğu tazminat ya da cezanın uygun ölçüsünün bulunması ve ardından hukuk kararlarının uygulanması sorunu her zaman vardır.


Bu sorunlar zaman zaman ne kadar zor olursa olsun, çözüm arayışında izlenecek yol gösterici ilkeler her zaman açık ve tartışmaya yer bırakmayacak kadar nettir.


Mahkemeye intikal eden her ihtilaf davasında, karine her zaman söz konusu malın mevcut sahibinin lehinedir ve icap ederse, “aksini ispat” yükü her zaman mevcut bir durumun ve mevcut sahipliğin muhalifi olan karşı tarafa aittir. Karşı taraf, belirli bir mal üzerinde, birincil durumun (prima facie) aksine, mevcut sahibinin iddiasından daha eski bir hak iddiasına sahip olduğunu ispatlamalıdır. Eğer ve ancak karşı taraf bunu başarılı bir şekilde ispatlayabilirse, tartışma konusu mal kendisine mülk olarak iade edilmelidir. Öte yandan, karşı taraf hak iddiasını ispatlayamazsa, söz konusu mal sadece mevcut sahibinin mülkiyeti olmaya devam etmekle kalmaz, aynı zamanda mevcut sahibin karşı taraf aleyhinde meşru bir hak kazanmasına neden olur. Çünkü mevcut sahibin bedeni ve zamanı, karşı tarafın başarısız ve reddedilmiş argümanı sırasında rakip tarafından haksız yere kullanılmıştır. Ne de olsa kendisini karşı tarafa karşı savunmak yerine bedeni ve zamanı ile başka şeyler de yapabilirdi.


Ayrıca daha da önemlisi şu ki adaletin belirtilen çizgide sağlanması için seçilecek prosedür barışçıl, argümantasyona dayalı çatışma çözümü hedefinde açıkça yer almaktadır. Herhangi bir mülkiyet anlaşmazlığındaki her iki taraf da -diyelim ki John ve Jim- birbirine zıt hakikat iddialarında bulundukları ya da bu iddiaları sürdürdükleri için -ben, John, falanca kaynağın meşru sahibiyim, hayır, ben, Jim, aynı kaynağın meşru sahibiyim, vesaire gibi- ve dolayısıyla hem John hem de Jim davanın belirli bir sonucu lehine çıkar sahibi, taraflı ya da önyargılı oldukları için, adalet dağıtma görevi yalnızca çıkarsız ya da tarafsız bir üçüncü tarafa verilebilir. Bu prosedür elbette adaletin her zaman yerine getirileceğini garanti etmez. Ancak adaletsiz karar olasılığının en aza indirilmesini ve hüküm hatalarının büyük olasılıkla ve kolayca düzeltilmesini sağlar. Kısacası, iki (veya daha fazla) çekişen taraf arasındaki her bir mülkiyet anlaşmazlığı için bu kural geçerli olmalıdır: Hiçbir taraf kendisini içeren/etkileyen herhangi bir uyuşmazlıkta nihai karar mercii olamaz ve nihai karar mercii olarak hareket edemez. Aksine, adalete yapılan her başvuru her zaman “konunun dışında olanlara”, yani tarafsız üçüncü taraf hakimlere yapılmalıdır.


Bu ilke ve usullerin uygulanmasıyla ortaya çıkan toplumsal düzeni “doğal düzen”, “doğal adalet sistemi”, “özel hukuk toplumu” veya “özgürlük anayasası” olarak adlandırabiliriz.


İlginçtir ki, doğal bir düzenin öngördüğü yönerge ve yükümlülükler sezgisel olarak akla yatkın ve onu oluşturan parçalara, yani bireysel eylemciler olarak bizlere karşı makul ölçüde zahmetsiz görünse de, aslında böyle bir düzenden keskin bir şekilde sapan bir dünyada yaşıyoruz. Elbette, medeni yaşamda ve medeni anlaşmazlıkların ele alınışında hâlâ doğal hukukun ve adaletin izlerine rastlanmaktadır, ancak doğal hukuk giderek daha fazla deforme olmuş, çarpıtılmış, yozlaşmış, bataklığa saplanmış ve sürekli yükselen dağlar gibi yasal mevzuatlar tarafından, yani doğal hukuk ve adaletle çelişen kurallar ve prosedürler tarafından boğulmuştur.


Toplumsal gerçekliğin doğal düzenden giderek daha belirgin bir şekilde sapmasının temel nedenini tespit etmek ve bu dönüşümü temel ve aynı zamanda asli bir hatanın zorunlu sonucu olarak açıklamak çok zor değildir. Bu hata -deyim yerindeyse “ilk günah”- hakimlik ve hakemlik işlevinin tekelleştirilmesidir. Yani “ilk günah”, (başka hiç kimse olmaksızın!) bir kişi ya da kurumu, kendisinin taraf olduğu ihtilaflar da dâhil olmak üzere tüm ihtilaflarda nihai karar mercii olarak tayin etmektir.


Böyle bir tekelin kurulması, görüldüğü üzere, ilk sahiplenme eylemleriyle ya da önceki sahibinden gönüllü bir devir yoluyla elde etmediği bir toprak parçası üzerinde nihai karar verme ve şiddet tekeli olarak Devletin klasik tanımını ortaya koymaktadır. Başka hiç kimse olmaksızın sadece Devlet, kendi eylemlerini yargılamak ve kendi kararını şiddet yoluyla uygulamak üzere serbest ve yetkili kılınmıştır.


Bu durum kendi içinde doğal hukuk ve adaletin iki yönlü ihlalini içermektedir. Bir yandan, Devlet kendisiyle bir mülkiyet ihtilafına karışan herkesin adalet için dışarıdan herhangi bir potansiyel üçüncü taraf hakime başvurmasını yasaklamaktadır; ve diğer yandan da, icap ederse Devlet (kendisi hariç) diğer herkesi bu tür ihtilaflarda hakemlik hizmeti sunmaktan alıkoymaktadır.


Dahası, başlangıçtaki hatadan öngörülebilir sonuçlar çıkmaktadır. Evrensel bir kural olarak, rekabetten korunan her bir tekel, aksi durumda olacağından daha yüksek fiyatlara ve söz konusu ürün ya da hizmetin daha düşük kalitede olmasına yol açar. Yargı ve hakemlik tekeli durumunda, bu, bir yandan hukukun ve adaletin kalitesinin düşeceği ve doğal hukukun yerini tekelci yapımı mevzuatın, yani hukukun saptırılmasının alacağı anlamına gelir; tahmin edilebileceği gibi, tekelci nihai karar verici konumunu sadece çekişen mülk sahipleri arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için değil, aynı zamanda giderek artan bir şekilde özel mülk sahipleriyle anlaşmazlıkları başlatmak ya da kışkırtmak için de kullanacak, böylece bu anlaşmazlıkları kendi lehine karara bağlayacak, yani kendi uydurduğu yasalar temelinde başkalarının âdil mülkiyetini kendi yararına kamulaştıracaktır. Diğer yandan da adalet için ödenmesi gereken fiyatlar yükselecektir. Hatta adaletin bedeli, adalet arayanların ödemeye razı olabileceği ya da olamayacağı (diğer herhangi bir tekelde olduğu gibi) basit bir ‘daha yüksek fiyat’ değil, adalet arayanların kabul etseler de etmeseler de ödemek zorunda oldukları bir vergi olacaktır. Yani, Devletle mülkiyet ihtilafına düşen özel mülk sahipleri sadece mevzuat yoluyla kamulaştırılmakla kalmayacak, aynı zamanda kendilerine karşı yapılan bu kamulaştırma “hizmeti” için de Devlete ödeme yapmak zorunda kalacak ve böylece yaraya tuz basmış olacaklardır.


Gerçekte, bir yargı tekelinin kurulmasıyla tüm özel mülkiyet esasen fiat mülkiyetine, yani Devlet tarafından verilen özel mülkiyete dönüşür. Özel mülkiyet yalnızca geçici olarak özeldir ve özel kontrol altında bırakılır, yani yalnızca Devlet tarafından çıkarılan bir yasa veya regülasyon aksini hükmetmediği sürece sahipliktir, ki bu da kalıcı bir yasal belirsizlik ortamı yaratır ve toplumsal zaman tercihi oranında bir artışa neden olur.


Bir Devletin kurulmasıyla birlikte başlayan bu süreci, doğal düzen ve adalet sisteminden giderek sapma ve tüm özel mülkiyet haklarının giderek aşınması ve buna bağlı olarak Devletin yasama ve düzenleme yetkilerinin artması, yani kısaca medeniyetsizleşme süreci olarak adlandırmama izin verin.


Devletin kurulmasıyla başlayan medeniyetsizleşme süreci, yönü sabit olmakla birlikte, farklı zaman ve mekânlarda farklı hızlarda, bazen daha yavaş bazen de daha hızlı ilerleyebilir. Ancak, medeniyetsizleşme sürecinin hızlanmasına neden olacak bir başka hata daha tespit edilebilir. Bu ikinci hata, Devletin demokratik bir Devlete dönüşmesidir. Bu dönüşüm, Devletin yargı tekeli statüsünde herhangi bir değişiklik içermemektedir. Ancak yine de iki yönlü önemli bir değişiklik içerir: Devlete ve nihai yargı makamına giriş, belirli bir bölgenin her (yetişkin) sakinine açılır ve nihai yargı işlevi, düzenli olarak tekrarlanan gizli ve anonim tek-kişi-tek-oy seçimlerinin galibi tarafından kısa bir süre için geçici olarak yerine getirilir.


Tahmin edilebileceği gibi, bu değişim medeniyetsizleşme sürecinin sistematik olarak ivme kazanmasına yol açacaktır.


Bir yandan, Helmut Schoeck’in de defalarca ortaya koyduğu gibi, kıskançlık duygusu medeniyetsizleştirici motivasyon güçlerinin en yaygın ve güçlü olanlarından biridir. Bu nedenle tüm büyük (semavi) dinler, kişinin komşusunun malını mülkünü arzulamasını günah olarak kınamıştır. Doğal bir düzende ya da doğal hukuk ve adalet sisteminde de insanlar, kimileri daha fazla kimileri daha az olmak üzere, başkalarının mülklerini kendi çıkarları için gasp etme eğilimindedir. Ancak doğal bir düzende, tamamen dinî buyruklara paralel olarak, bu tür arzular gayriahlâkî ve gayrimeşru kabul edilir ve herkesin bu tür arzuları bastırması beklenir. Devletin varlığıyla birlikte, az sayıda insanın belirsiz bir süre için bu tür gayriahlâkî arzulara boyun eğmesine ve başkalarının mülklerine yönelik kendi arzularını tatmin etmek için yasama ve vergilendirmeyi araç olarak kullanmasına izin verilir. Ancak demokrasiyle, yani Devlete serbest ve sınırsız girişle birlikte, başkalarının yasal mülklerini almaya yönelik tüm ahlâkî kısıtlamalar ve engellemeler ortadan kalkar. Herkes bu tür cazibelere kapılmakta, başkalarının zararı pahasına kazanç elde etmek için akla gelebilecek her türlü yasama ve vergilendirme tedbirini önermekte ve teşvik etmekte özgürdür. Yani, doğal bir düzende herkesin zamanını yalnızca üretim ya da tüketime harcaması beklenirken, bunun yerine demokratik düzen altında giderek daha fazla zaman siyasete, yani ne üretken ne de tüketici olan, ancak başkalarının mülkiyeti üzerinde sömürücü ve parazitik olan faaliyetlerin savunulması ve teşvik edilmesine harcanmaktadır. Gerçekten de, böyle bir gelişmenin karşıtları bile, yalnızca kendilerini ve mülklerini savunmak ya da bu tür saldırılara karşı önlem almak için bile olsa, zamanlarını giderek artan bir şekilde verimsiz çabalara, yani siyasete harcamak zorundadır. Aslında, demokratik ortamda yeni bir insan sınıfı, yani mesleği, bazılarının mülklerini diğerlerinin (en başta da kendilerinin) yararına kamulaştırmak üzere tasarlanmış kanun, kararname ve vergileri önermek ve teşvik etmek olan politikacılar ortaya çıkar.


Dahası, düzenli olarak tekrarlanan seçimler nedeniyle toplumun siyasallaşması asla sona ermez, aksine sürekli olarak yeniden alevlenir ve devam eder. Böylece yasal belirsizlik ya da hukuksuzluk artar ve toplumsal zaman tercihleri daha da yükselir, yani kişinin eylem planlarında dikkate aldığı zaman ufku giderek kısalır. Ve siyasî rekabet sürecinde, yani nihai karar verici pozisyonu için rekabette, en az ahlâkî duyarlılığa ve en iyi demagoji becerilerine sahip olan, yani kamuoyuna sunulan neredeyse sınırsız talepler arasından en popüler ahlâk dışı ve hukuk dışı talepleri öneren ve yayan siyasetçiler ve siyasî partiler zirveye yükselecektir.


Ayrıca demokrasi -madalyonun diğer yüzü olarak- yolsuzlukların artmasına da yol açacaktır. Devlete açık girişle birlikte, Devlet yönetimine karşı direnç azalacak ve Devletin boyutu/kapsamı büyüyecektir. Devlet çalışanlarının ve yöneticilerinin sayısı artacak ve gelirleri ve geçimleri Devletin yasama ve vergilendirme gücünün devamına bağlı olduğu için, zorunlu olarak değil ama büyük olasılıkla Devletin güvenilir ve sadık destekçileri hâline geleceklerdir. Özellikle entelektüeller sınıfı, yani şeylerin üreticilerinin (imalatçılar) aksine kelimelerin üreticileri (laf üreticileri) bu bağlamda satın alınacak ve yozlaştırılacaktır. Piyasada şeylerden ziyade kelimelere yönelik çok az ve değişken bir talep olduğu için, entelektüeller ayakta kalabilmek adına her türlü yardıma muhtaçtır ve doğal hukuk ve adalete karşı amansız saldırısı için sürekli ideolojik desteğe ihtiyaç duyan Devlet, bu yardımı uygun propaganda yapmaları karşılığında sunmaya ve onları halk eğitimcisi olarak istihdam etmeye çok isteklidir.


Ancak bu kadar yozlaşan sadece Devlet çalışanları değildir. Vergi gelirleri ve Devletin diğer parasal olmayan varlıklar ve holdingler üzerindeki kontrol alanı, çalışanlarını istihdam etmek ve donatmak için gerekli olanın çok ötesine geçecektir. Devlet ayrıca sivil toplumun çeşitli üyelerine gelir ve yardım dağıtabilir. Yoksulların ve ezilenlerin sadakati sözde sosyal refah programları aracılığıyla elde edilebilir; zenginler, bankacılık ve sanayi devleri ve dolaylı olarak onların çalışanları da hükümet ayrıcalıkları, sözleşmeleri ve faiz getiren devlet tahvilleri aracılığıyla yozlaştırılabilir. Ve aynı politika, giderek kutuplaşan ve hizipleşen ya da “atomize” olan bir nüfusu daha kolay kontrol edebilmek amacıyla sivil toplum üyelerini “bölmek” için de kullanılabilir. Divide et impera! (Böl ve yönet!)


Toplumsal evrimin ana yönü, insanın, devletin ve özellikle de demokrasinin doğasına ilişkin birkaç temel varsayım temelinde güvenle tahmin edilebilirken, medeniyetsizleşme sürecine ilişkin tüm ayrıntılar belirsiz ve muğlak kalmaktadır. Daha açık olmak adına, bu konuda tarihe başvurulmalıdır. Özellikle de son yüz yıla, yani 1918’de Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana, modern demokrasinin eski monarşik devletin yerine geçerek kendine yer bulduğu tarihe bakılmalıdır.


Bu tarih genel öngörüyü doğrularken, gerçek sonuçlar en kötü korkuları da aşarak gerçekten dehşet vericidir. Ahlâkî yozlaşma ve yolsuzluk söz konusu olduğunda, demokratik bir devletin başlıca örneği ve modeli olarak sadece ABD’yi ele alırsak, birkaç gösterge örnek olarak yeterli olabilir.


ABD’de, Federal Düzenlemeler Kanunu -tüm hükümet kural ve regülasyonlarını listeleyen bir belge- 1937 yılına kadar mevcut değildi. Kanun, 1960 yılına gelindiğinde 22.877 sayfaya ulaşmış, 2012 yılına gelindiğinde ise tarım ve havacılıktan ulaşım, yaban hayatı ve balıkçılığa kadar akla gelebilecek her şeyin üretimini en ince ayrıntısına kadar düzenleyen 50 başlığa ayrılarak toplam 174.545 sayfaya ulaşmıştır. Doğal hukuk ise sadece üç ilkeden oluşur: öz sahiplik, ilk sahiplenme ve mülkiyetin önceki sahibinden sonraki sahibine sözleşmeyle devri... Yüz yıllık bir demokrasi döneminden sonra bugün, üretim ve tüketimin hiçbir yönü serbest ve regülasyonsuz bırakılmamıştır. Ayrıca, söz konusu dönemin başında “vatana ihanet” ya da “federal yetkililere rüşvet verme” gibi konularla ilgili bir avuç “federal suç” tanımından fazlası mevcut değildi (üstelik tüm “normal” suçlar tek tek Eyaletler tarafından tanımlanmakta ve kovuşturulmaktaydı). 1980 yılına gelindiğinde “federal suçların” sayısı yaklaşık 3000’e ulaşmıştı. 2007 yılına gelindiğinde ise bu sayı 4450’ye ulaşmış ve sadece giderek daha fazla sayıda mağduru olmayan eylemi ve suçu değil, aynı zamanda giderek daha fazla sayıda güdüyü, düşünceyi, sözü ve konuşmayı da suç kapsamına almıştı.


Yolsuzluğun derecesine dair ikinci bir gösterge olarak, toplam nüfus sayısı ile devlete bağımlı kişilerin sayısını karşılaştırmak açıklayıcı olacaktır. Hâlihazırda ABD’nin toplam nüfusu yaklaşık 320 milyon ya da 18 yaşın altında olan ve oy kullanma hakkı bulunmayan kişilerin sayısını çıkarırsak yaklaşık 260 milyondur. Buna karşılık, geçimlerini tamamen ya da büyük ölçüde Devlet desteğine borçlu olan insanların sayısı aşağıdakileri içermektedir: Devlet çalışanlarının sayısı (tüm hükümet kademelerinde) yaklaşık 22 milyondur. 46 milyon kişi “gıda yardımı” almaktadır. 66 milyon kişi “Sosyal Sigorta” kapsamındadır. Sekiz milyon kişi “işsizlik ödeneği” almaktadır. Charles Murray tarafından yapılan bir hesaplamaya göre, sadece federal hükümetin kâr amacı güden firmalara yaptığı harcama 500 milyar dolar civarındadır ve Amerikan işgücünün yaklaşık %22’sine ya da yaklaşık 36 milyon kişiye tekabül etmektedir. Son olarak, yıllık gelirleri 2 trilyon dolar olan ve yaklaşık 12 milyon çalışanı bulunan kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri, finansmanlarının yaklaşık üçte birini devletten almaktadır ve bu da yaklaşık 3 milyon devlet bağımlısına daha karşılık gelmektedir -böylece devlet bağımlılarının toplamı yaklaşık 181 milyon kişiye ulaşmaktadır. Yani, 260 milyonluk yetişkin (18 yaş üstü) ABD nüfusunun sadece 79 milyonunun ya da yaklaşık üçte birinin (ya da 320 milyonluk toplam nüfusun yaklaşık %25’inin) mali açıdan tamamen ya da büyük ölçüde Devletten bağımsız olduğu söylenebilirken, ABD yetişkin nüfusunun yaklaşık %70’i ve toplam nüfusun %57’si Devlete bağımlı olarak sayılabilir.


Son olarak, ahlâkî yozlaşma ve yolsuzluğun üçüncü bir göstergesi bağlamında, demokratik devlet sisteminin tepesine, yani demokratik gösteriyi yöneten ve yönlendiren politikacılara ve siyasi partilere bakmak öğretici olacaktır. Bu konuda ister ABD’ye ister Avrupa’daki ve dünyanın dört bir yanındaki uydu devletlerinden herhangi birine bakalım, tablo aynı derecede açık ve nettir -ve aynı derecede kasvetlidir. Doğal hukuk ve adalet standartlarıyla ölçüldüğünde, hiçbir istisna olmaksızın bütün partilerden bütün politikacılar, sürekli ve devasa ölçekte, cinayet, katliam, mülke izinsiz girme, haneye ve şahsa tecavüz, kamulaştırma ve istimlak yoluyla gasp, hırsızlık, dolandırıcılık ve çalınmış malların ticaretini yapmaktan doğrudan ya da dolaylı olarak suçludurlar. Üstelik yeni gelen her politikacı ve parti daha da beter bir görüntü sergiliyor ve zaten devasa boyutlarda olan bu zulüm ve sapkınlık dağının üzerine daha da fazlasını yığıyor, öyle ki insan âdeta geçmişe dair bir hasret hissiyle doluyor.


Tüm bu politikacıların ya asılması ya hapislerde çürümeye terk edilmesi ya da tazminat ödemeye mahkum edilmesi gerekiyor.


Ama bunun yerine, halkın önünde güpegündüz boy gösterip kendilerini -görkemli, gösterişli, ukalâ ve kendini beğenmiş bir şekilde- iyi yürekli azizler gibi merhametli hayırseverler, özverili kamu görevlileri, ve insanlık ile uygarlığın kurtarıcıları olarak ilân ettikleri geçit törenleri yapıyorlar. Kiralık bir entelijansiyanın desteğiyle, Alice’in harikalar diyarındaymışçasına hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını sonsuz döngüler ve varyasyonlarla halka empoze ediyorlar:


“Ben bir sözcük kullandığım zaman,” dedi Humpty Dumpty oldukça küçümseyici bir tonda, “o sözcük ne demeyi arzu ediyorsam işte o anlama gelir. O sözcük demek istediğimden ne fazlası ne de azı anlamında kullanılabilir.” “Yalnız, mesele şu ki,” dedi Alice, “sözcüklerin birçok anlama gelmelerini sağlayabilecek misiniz?” “Asıl mesele,” dedi Humpty Dumpty, “kimin efendi olduğunu bilmektir. Hepsi bu kadar.”

Ve efendi olan politikacılardır ve saldırganlık, istila, cinayet ve savaşın aslında öz savunma olduğunu, buna karşın öz savunmanın da saldırganlık, istila, cinayet ve savaş olduğunu belirtirler. Özgürlük baskı, baskı da özgürlüktür. Tasarruf ve yatırım tüketimdir, tüketim ise tasarruf ve yatırımdır. Para kâğıttır ve kâğıt da paradır. Vergiler gönüllü ödemelerdir ve gönüllü olarak ödenen bedeller sömürüye dayalı vergilerdir. Sözleşmeler sözleşmemedir ve sözleşmesizlikler de sözleşmedir. Üreticiler parazittir ve parazitler de üreticidir. Kamulaştırma hak iadesi, hak iadesi de kamulaştırmadır. Aslında, görebildiğimiz, duyabildiğimiz ya da başka bir şekilde hissedebildiğimiz şey aslında yoktur ve göremediğimiz, duyamadığımız ya da başka bir şekilde hissedemediğimiz şey de aslında vardır. Normal olan a-normaldir ve a-normal olan normaldir. Siyah beyazdır ve beyaz siyahtır. Erkek kadındır ve kadın erkektir, vesaire.


Daha da kötüsü, halkın ezici çoğunluğu, hatta devlete bağımlı olanların sayısını bile aşan bir çoğunluk, bu saçmalığa kanıyor. Politikacılar kitleler tarafından hor görülüp alaya alınmamakta, aksine el üstünde tutulmakta, alkışlanmakta, takdir edilmekte ve hatta yüceltilmektedir. Onların huzurunda ve özellikle de “üst düzey” politikacılar karşısında çoğu insan hayranlık içinde itaatkâr köleler gibi davranır. Gerçekten de, belirli bir politikacıya ya da partiye karşı çıkanlar ya da onu kınayanlar bile bunu neredeyse her zaman sadece bir başka, farklı ama aynı derecede saçma ve kafası karışık politikacı ya da partiyi övmek ya da öne çıkarmak için yaparlar. Ve entelijansiya, şu ya da bu politikacı ya da siyasî partinin gevezeliklerinde kendi zırvalarının yankılandığını gördükçe onları âdeta ağızlarının suyu akarak alkışlar.


Ve diğer yandan, tüm ahlâkî yargıların temeli olarak hâlâ doğal hukuk ve adalet ilkelerine bağlı kalan ve çağdaş dünyayı buna göre bir “Absürdistan”, yani çılgın megalomanlar tarafından yönetilen bir akıl hastanesi olarak değerlendirenlerin sayısı, bugün nüfusun küçük bir azınlığından fazlasını oluşturmuyor, hatta solcuların meşhur “süper zengin” %1’inden bile daha küçük (ve bu son grupla çok az örtüşüyor). Bu sonucun sistematik nedenini belli belirsiz de olsa fark edenlerin sayısı ise daha bile azdır. Ve tüm bunlar -tımarhanede kalan az sayıdaki aklı başında insan- demokrasi denen bu “Absürdistan”ın koruyucuları ve gardiyanları tarafından sürekli tehdit altında tutulmakta ve Neandertal, gerici, aşırı, aydınlanma öncesi aptal, sosyopat ya da pislik olarak damgalanmaktadır.


Bu da beni Property and Freedom Society’ye (PFS; Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti) getiriyor. Çünkü cemiyetimiz tam da bu tür dışlanmış Neandertalleri, yani gözlerinin önünde cereyan eden “Schmierentheater”ı (adi ve pis tiyatroyu) fark edebilen, saçma sapan politikacılarla medyanın tatlı maymunlarından bıkmış ve sonuç olarak tek istekleri demokratik devlet tarafından kendilerine dayatılan yasal sistemden çıkmak olan insanları bir araya getirmeyi amaçlıyor.


Ancak bu Neandertaller nerede ikamet ederlerse etsinler, kendilerini aynı çıkmazın içinde bulurlar: Çıkış yolları tutulmuş ya da tamamen kapatılmıştır. Devletin topraklarından ayrılmaya izin verilmez. Bir kişi bir ülkeden diğerine göç edebilir ve böylece bir A Devletinin yargı yetkisini başka bir B yargı yetkisi için terk edebilir. Ancak kişinin taşınmaz mülkiyeti, özellikle satış durumunda da A’nın yargı yetkisine tâbi olmaya devam eder ve aynı şekilde A’nın yargı yetkisine tâbi olan tüm taşınır mülklerin devri de devam edecektir. Yani, hiç kimse, hiçbir yerde, ister kalsın ister başka bir yere taşınsın, mülküne dokunulmadan buralardan ayrılamaz. Ve ayrılma (secession) sadece politikacılar tarafından yasaklanıp hainlik olarak görülmekle kalmaz, aynı zamanda ‘eğitimli’ ya da daha doğrusu beyni yıkanmış halkın ezici çoğunluğu tarafından da gayrimeşru ve sorumluluktan kaçmak olarak görülür. Dolayısıyla Neandertaller için işler umutsuz görünmektedir.


PFS elbette bu çıkmazdan bir çıkış yolu sunamaz. Onun buluşma ve toplantıları da sahada gerçekleşmek zorundadır ve bu nedenle Devlet hukukuna ve yargı yetkisine tâbidir. Bizimki gibi buluşmaların her zaman ve her yerde yapılmasına izin verileceğine kesin gözüyle bile bakılamaz. Durum böyleyken, PFS buluşmaları, yeryüzünde olmasa bile en azından fikirlerin, düşüncelerin ve tartışmaların sanal gerçekliğinde, bir akıl hastanesinin mahkumları olarak gerçek hayatımızdan kısa bir kaçış ve ertelemeden başka bir şey sunamaz.


Ancak elbette bu buluşmaların gerçek bir amacı var. Nesnelerin dünyasında bir değişim gerçekleştirmek istiyorlar. En azından Neandertal kültürünün, yani doğal hukuk, düzen ve adalet kültürünün tamamen yok olmasını önlemek istiyorlar. Giderek daha nadir görülen bu insan ve kültür türünün entelektüel olarak beslenmesine ve sürdürülmesine yardımcı olmak istiyorlar.


Tabii daha da iddialı olarak PFS, bu Neandertalleri ve kültürlerini açık bir şekilde sergileyerek ve onları benzersiz derecede çekici ve büyüleyici bir tür ve karşı kültür olarak göstererek kamuoyunda yeniden güç kazanmalarına yardımcı olmak istiyor.


Bu hedefe ulaşmak için PFS, görünüşte paradoksal bir şekilde, katı bir ayrımcılık, yani dışlama ve kapsayıcılık politikası yürütmektedir. Yani PFS bir yandan mevcut, egemen demokratik Devlet kültürünün tüm temsilcilerini ve destekçilerini, tüm profesyonel politikacıları, Devlet yargıçlarını, savcıları, hapishanecileri, katilleri, vergi tahsildarlarını ve bankacıları, tüm savaş çığırtkanlarını ve ister “sonuç” ister “fırsat” olsun sosyalizmin, hukuki pozitivizmin, ahlaki göreceliliğin ve eşitlikçiliğin tüm savunucularını sistematik olarak dışlamakta ve ayrımcılık yapmaktadır. Öte yandan, olumlu anlamda, PFS sadece Thomas Jefferson’un “Korktuğum ya da tüm dünya tarafından bilinmesini istemediğim hiçbir gerçek yoktur.” sözünü kendilerine düstur edinmiş, dolayısıyla hiçbir entelektüel “tabu” ve “politik doğruculuk” barındırmayan, bunun yerine tavizsiz entelektüel radikalizme kendini adamış, aklın emirlerini nereye götürürse götürsün takip etmeye istekli insanları arar ve kabul eder. Daha spesifik olarak, PFS yalnızca âdil bir şekilde edinilmiş özel mülkiyet ve mülkiyet haklarının, sözleşme özgürlüğünün, bir araya gelme ve bir araya gelmeme özgürlüğünün, serbest ticaretin ve barışın tanınmasına kendisini adamış kişileri arar ve kabul eder.


Bu katı ayrımcılık politikasını izleyen PFS, on yıllık varlığının ardından, her yaştan, entelektüel ve profesyonel geçmişten ve ulustan istisnai bireylerden oluşan, tüm devletçilerden ve devletçi olan her şeyden azade ve arınmış, radikalizminin disiplinler arası genişliği ve derinliği açısından rakipsiz, güzel bir ortamda toplanmış ve bir şenlik ve yoldaşlık ruhuyla birleşmiş bir topluluk olarak; tüm olağan şüpheliler tarafından karalanan, hor görülen ve hatta nefret edilen (ve içten içe kıskanılan) ve yine de onu görebilme ve deneyimleyebilme bilgeliğine ve şansına sahip olan herkes tarafından selamlanan bir topluluk olarak ve entelektüel topluluklar dünyasında gerçek bir tekel olarak kendini kanıtlamıştır.


Ancak diğer ‘normal’ tekellerin aksine, benim amacım PFS’nin mevcut tekel konumunu korumak ve sürdürmek değildir. Tam aksine; bir örnek oluşturarak, çekici ve gerçekten de güzel bir ürün -diyelim ki özel olarak üretilmiş bir kamu hizmeti- üreterek, PFS’nin mevcut tekel konumunun yalnızca geçici bir konum olacağını ve örneğinin başkalarına ilham kaynağı olacağını, giderek daha fazla sayıda benzer dernek ve topluluğun ortaya çıkacağını, böylece egemen demokratik kültürsüzlüğün giderek daha fazla savunmaya geçeceğini ve halkın alay etmesine maruz kalacağını ve nihayetinde onların, yani hüküm süren demokratik kültürsüzlüğün savunucuları ve temsilcilerinin, kibar toplumda dışlanmış olarak kabul edileceğini umuyorum.


Bazı pozitif emareler de var: Mesela, ABD’nin büyük şehirlerindeki bir günlük Mises Circle etkinlikleri, Rahim Taghizadegan’ın Avusturya’daki Wertewirtschaft toplantıları ve Andre Lichtschlag’ın Almanya’daki Eigentuemlich-Frei konferansları gibi. Ancak onlar adına korkarım ki PFS’nin başarısını yakalamak zor bir iş olacak ve uzun bir süre daha bu eşsiz konumunu koruyacak. Şahsen ben, benim ve özellikle Gülçin’in gücü devam ettiği sürece ve daha da önemlisi sizler PFS’nin entelektüel ürününü ve girişimini etkin bir şekilde desteklemeye devam ettiğiniz sürece bu projeyi sürdürmeyi planlıyorum.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Arda Uludağ & Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Hans-Hermann Hoppe’nın 28 Eylül 2018’de yayınlanan Getting Libertarianism Right adlı eserinin Mises.org sitesinde paylaşılan “On Democracy, De-Civilization, and the Quest for a New Counterculture” başlıklı ikinci bölümünden tercüme edilmiştir.
164 görüntüleme0 yorum
bottom of page