top of page

Liberteryenizm ve Aşırı Sağ

Toplumsal Değişim İçin Liberteryen Bir Strateji Arayışı


Hans-Hermann Hoppe - 28.09.2018


Liberal ve liberalizm terimlerinin kaderi hepimizin malumu. O kadar çok farklı insana ve farklı pozisyona yapıştırıldı ki, tüm anlamını yitirdi ve boş, tarif edilemez bir etiket hâline geldi. Aynı kader, bahsi geçen etiketlerin terk edilmesiyle kaybolan kavramsal doğruluğun bir kısmını yeniden kazanmak için icat edilen liberteryen ve liberteryenizm terimlerini de giderek daha fazla tehdit etmektedir.


Bununla birlikte, modern liberteryenizmin tarihi henüz oldukça tazedir. Liberteryenizm, Murray Rothbard’ın oturma odasında başlamış ve ilk yarı-kanonik tanımını onun 1973 yılında yazdığı For A New Liberty: Libertarian Manifesto adlı eserinde kazanmıştır. Bu nedenle, sözde liberteryenlerin suyu bulandırmaya ve liberteryenizmin iyi adını tamamen farklı bir şey için kötüye kullanmaya yönelik sayısız girişimine rağmen, Rothbard tarafından rakipsiz kavramsal netlik ve doğrulukla tanımlanıp açıklanan liberteryenizmden hâlâ umutluyum ve vazgeçmeye hiç niyetim yok.


Liberteryen doktrinin teorik, reddedilemez özü basit ve anlaşılırdır ve bunu daha önce burada defalarca açıklamıştım. Eğer dünyada kıtlık olmasaydı, insan anlaşmazlıkları veya daha doğrusu fiziksel çatışmalar da mümkün olmazdı. Bireyler arası anlaşmazlıklar her zaman kıt olan şeylerle ilgili anlaşmazlıklardır. Ben belirli bir şeyle A yapmak istiyorum ve siz de aynı şeyle B yapmak istiyorsunuz. Bu tür anlaşmazlıklar nedeniyle -ve birbirimizle iletişim kurabildiğimiz ve tartışabildiğimiz için- bu anlaşmazlıklardan kaçınmak üzere davranış normları arayışına gireriz. Normların amacı anlaşmazlık ve çatışmadan kaçınmaktır. Eğer çatışmalardan kaçınmak istemeseydik, davranış normları arayışı anlamsız olurdu. Sadece savaşır ve boğuşup dururduk.


Tüm çıkarlar arasında mükemmel bir uyum olmadığı sürece, kıt kaynaklara ilişkin çatışmalardan ancak tüm kıt kaynaklar belirli bir birey ya da bireyler grubuna özel, münhasır mülkiyet olarak tahsis edilirse kaçınılabilir. Ancak o zaman ben kendi eşyalarımla, siz de kendi eşyalarınızla iken birbirimizle çatışmaya girmeden, sizden bağımsız hareket edebilirim.


Peki ama kim özel mülkiyeti olarak hangi kıt kaynağa sahiptir ve kim sahip değildir? Birincisi, her insan sadece kendisinin sahip olduğu ve başka hiç kimsenin doğrudan kontrol edemediği fiziksel bedenine sahiptir. İkincisi, sadece dolaylı olarak kontrol edilebilen (doğuştan sahip olduğumuz, yani başkalarınca sahiplenilemeyen bedenimizle sahiplenmemiz gereken) kıt kaynaklara gelince: Münhasır/dışlayıcı kontrol (mülkiyet), söz konusu kaynağı ilk sahiplenen kişi tarafından elde edilir ya da önceki sahibinden gönüllü (çatışmasız) mübadele yoluyla devralınır. Çünkü bir kaynağa yalnızca onu ilk sahiplenen (ve gönüllü mübadeleler zinciri yoluyla onunla bağlantılı olan sonraki tüm sahipler) çatışma olmaksızın, yani barışçıl bir şekilde bu kaynak üzerinde kontrol sahibi olabilir. Aksi takdirde, münhasır kontrol ilk sahiplenenler yerine sonradan gelenler tarafından üstlenilirse, çatışma önlenmez, aksine normların amacına aykırı olarak kaçınılmaz ve kalıcı hâle gelir. Bu dinleyici kitlesinin önünde şunu eklemek dışında daha fazla ayrıntıya girmeme gerek yok: Diğer insanlarla barış içinde yaşamak ve tüm fiziksel çatışmalardan kaçınmak istiyorsanız ve bu tür çatışmalar meydana gelirse, bunları barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturmayı amaçlıyorsanız, o zaman bir anarşist veya daha doğrusu bir özel mülkiyet anarşisti, bir anarko-kapitalist veya bir özel hukuk toplumu savunucusu olmalısınız.


Öyleyse dolaylı olarak ve yine sözü fazla uzatmadan: Aşağıdakilerden bir ya da daha fazlasını savunan ve onaylayan herhangi bir kişi, liberteryen değildir ya da sadece sahte bir liberteryendir: Barış içinde yaşamak için bir Devletin, herhangi bir Devletin, “kamu” (Devlet) mülkiyetinin ve vergilerin gerekliliği; ya da “kadın hakları”, “eşcinsel hakları”, “azınlık hakları”, ayrımcılığa uğramama “hakkı”, serbest ve sınırsız göç “hakkı”, güvence altına alınmış asgari gelir ya da ücretsiz sağlık hizmeti “hakkı” ya da hoş olmayan konuşma ve düşüncelerden korunma “hakkı” gibi özel mülkiyet hakları dışında herhangi bir sözde “insan hakları” ya da “sivil haklar”ın varlığı ve savunulabilirliği. Bunlardan herhangi birinin savunucuları kendilerini istedikleri gibi adlandırabilirler ve biz de liberteryenler olarak onlarla işbirliğini, böyle bir işbirliğinin bizi nihai hedefimize yaklaştırmayı garanti ettiği ölçüde, pekâlâ sürdürebiliriz; ancak onlar liberteryen değildirler ya da sadece sahte liberteryenlerdir.


Gelgelelim, çok absürt ve komik bir klişe vuku buldu. Rothbard ve onun izinden giden ben, teorik olarak türetilmiş bu temel inançlardan asla sapmamış olsak da, sadece liberteryen olmayanlar değil, özellikle de sahte liberteryenler, yani (yanlış bir şekilde) liberteryen olduğunu iddia eden insanlar ve hatta muhtemelen dürüst ama ahmak liberteryenler, bizi favori bêtes noires’ları (nefret edilenleri) ve kötülüğün cisimleşmiş örnekleri olarak seçip karalamaya başladılar. Modern liberteryenizmin ruhani lideri Rothbard, bu sözde “anti-faşist” kalabalık tarafından gerici, ırkçı, cinsiyetçi, otoriter, elitist, zenofobik (yabancı düşmanı), faşist ve hepsinin ötesinde köklerinden nefret eden bir Yahudi Nazi olarak damgalandı. Ve ben bu onursal unvanların hepsini ve ayrıca daha fazlasını (Yahudilik hariç) miras aldım. Peki burada ne gibi komik bir şey oldu?


Bu soruya bir yanıt geliştirmeye çalışmak beni bu söylevin konusuna, yani 2016 başkanlık seçimleri sürecinde Hillary Clinton’ın Trump’ı destekleyenleri “acınacaklar hâldekiler sepeti” şeklinde tanımlamasının altında yatan sebep olarak ulusal ve uluslararası üne kavuşan (ve Trump’ın seçim zaferinin ardından Trump’ın bir başka savaş çığırtkanı başkan olduğu ortaya çıkınca hızla ondan kopan) alternatif sağ ya da “Aşırı Sağ” ile liberteryenizm arasındaki ilişkiye getiriyor.


Aşırı Sağ hareketi esasen 1990’ların başında öne çıkan ve en tanınmış temsilcisi köşe yazarı ve çok satan yazar Patrick Buchanan olan paleo-muhafazakâr hareketin halefidir. Bu hareket 1990’ların sonlarına doğru biraz durgunlaştı ve son zamanlarda, birbirini izleyen Baba Bush, Clinton, Oğul Bush ve Obama yönetimleri tarafından Amerika’ya ve itibarına verilen ve giderek artan zararın ışığında, yeni Aşırı Sağ (Alt-Right) etiketi altında eskisinden daha güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıktı. Aşırı Sağ’ın önde gelen isimlerinden birçoğu, mesela, bu terimi ilk kez ortaya atan Paul Gottfried, Peter Brimelow, Richard Lynn, Jared Taylor, John Derbyshire, Steve Sailer ve Richard Spencer yıllar içinde buradaki toplantılarımıza katıldı. Ayrıca, Sean Gabb’ın adı ve benim adım sürekli olarak Aşırı Sağ ile birlikte anılmakta ve benim çalışmalarım da Curtis Yarvin (nam-ı diğer Mencius Moldbug) ve onun artık faaliyet göstermeyen blogu Unqualified Reservations’dan esinlenen yakın ilişkili neo-reaksiyoner hareketle ilişkilendirilmektedir. Özetle, bu kişisel ilişkiler ve birliktelikler bana Amerika’nın en ünlü karalama ve iftira birliği olan SPLC (Southern Poverty Law Center, nam-ı diğer Soviet Poverty Lie Center; Sovyet Sefalet ve Yalan Merkezi) tarafından birkaç kez onurlu bir şekilde anılmamı sağladı.


Şimdi, liberteryenizm ile Aşırı Sağ arasındaki ilişkiye ve Aşırı Sağ’ın önde gelen temsilcilerini liberteryenlerle toplantılara davet etme nedenlerime gelelim. Liberteryenler başlangıçta bahsettiğim reddedilemez teorik temel inançlar etrafında birleşmişlerdir. Ulaşmak istedikleri hedef konusunda nettirler. Ancak liberteryen doktrin şu sorulara ilişkin pek bir şey söylememektedir: Birincisi, liberteryen düzen bir kez tesis edildiğinde bunun nasıl sürdürüleceğidir. İkincisi ise liberteryen olmayan bir başlangıç noktasından liberteryen bir düzene nasıl ulaşılacağıdır ki bu da (a) bu başlangıç noktasının doğru bir şekilde tanımlanmasını ve (b) bu başlangıç noktası tarafından kişinin liberteryen amaçlarının önüne çıkarılan engellerin doğru bir şekilde tespit edilmesini gerektirir. Bu soruları yanıtlamak için teorinin yanı sıra insan psikolojisi ve sosyolojisi hakkında da biraz bilgi sahibi olmanız ya da en azından bir nebze sağduyulu olmanız gerekir. Ancak pek çok liberteryen ve sahte liberteryen insan psikolojisi ve sosyolojisinden bihaberdir, hatta sağduyudan bile yoksundur. Tüm ampirik kanıtlara rağmen, tüm insanların ve tüm toplumların ve kültürlerin esasen eşit ve birbiriyle yer değiştirebilir olduğu egalitaryen (eşitlikçi), boş bir insan doğası görüşünü körü körüne kabul etmektedirler.


Bu durumda günümüz liberteryenizminin büyük bir kısmı psikoloji ve sosyolojiden yoksun teori ve teorisyenlerden müteşekkil olarak nitelendirilebilirken, Aşırı Sağ’ın büyük bir kısmı ve hatta çoğu da teoriden yoksun psikoloji ve sosyoloji olarak tanımlanabilir. Aşırı Sağcılar ortak bir teori etrafında birleşmiş değildir ve anlamını belirleyen kanonik bir metne benzer hiçbir şeye de sahip değildir. Aşırı Sağ daha ziyade günümüz dünyasının, özellikle de ABD ve sözde Batı dünyasının tanımlanmasında ve toplumsal patolojilerinin tespit ve teşhisinde birleşmektedir. Aslında Aşırı Sağ’ın neyi savunduğundan ziyade neye karşı olduğu konusunda birleştiği doğru bir gözlemdir. Devleti, ana akım medyayı ve akademiyi kontrol eden elitlere karşıdır ve hatta büyük bir tutkuyla bunlardan nefret etmektedir. Neden mi? Çünkü bunların hepsi toplumsal yozlaşmayı ve hastalık hâlini teşvik etmektedir. Nitekim bunlar, eşitlikçiliği, (“ayrımcılık yapmama” olarak da bilinen) pozitif ayrımcılığı, multikültüralizmi (çok kültürlülüğü) ve multikültüralizmi tesis etmenin bir aracı olarak “serbest” kitlesel göçü teşvik etmekte olduklarından Aşırı Sağ bunlara şiddetle karşı çıkmaktadır. Aynı zamanda, Aşırı Sağ, kültürel Marksizm veya Gramscianizm kokan her şeyden ve tüm “politik doğruculuktan” nefret etmekte ve stratejik olarak, ırkçı, cinsiyetçi, elitist, üstünlükçü, homofobik, zenofobik vesaire olmakla ilgili tüm suçlamalardan hiçbir özür dilemeksizin yaka silkmektedir. Aşırı Sağ aynı zamanda (genç Alman dostum Andre Lichtschlag’ın “Liberallala-Liberteryenler” olarak adlandırdığı) sözde liberteryenlerin umutsuzca naif bir programatik sloganı olan ve Lichtschlag tarafından Almancaya uygun bir şekilde “Friede, Freude, Eierkuchen” olarak çevrilen “Barış, Sevgi ve Özgürlük” sloganına da kahkahalarla gülmektedir. Oysa Aşırı Sağcılar bunun tam aksine, hayatın sadece bireyler arasında değil, aynı zamanda birlikte hareket eden çeşitli insan grupları arasında çekişme, nefret, mücadele ve kavgalardan da meydana geldiği konusunda ısrarcıdırlar. “Millennial Woes” mahlaslı Colin Robertson, Aşırı Sağı şu şekilde özetlemiştir: “Eşitlik saçmalıktır. Hiyerarşi elzemdir. Irklar farklıdır. Cinsiyetler farklıdır. Ahlâk önemlidir ve dejenerasyon gerçektir. Hiçbir kültür birbirine eşit değildir ve biz de eşit olduklarını düşünmek zorunda değiliz. İnsan, Tanrı’nın gözünden düşmüş günahkâr bir yaratıktır ve yaşamda içi boş bir materyalizmden daha fazlası vardır. Son olarak, beyaz ırk önemlidir ve medeniyet kıymetlidir. İşte Aşırı Sağ budur.”


Ne var ki, birleştirici bir teoriden yoksun olan Aşırı Sağ’ın nihai olarak ulaşmak istediği hedef konusunda aralarında çok daha az mutabakat vardır. Her ne kadar %100 özgürlükçü olmasalar ve kendilerini bu şekilde tanımlamasalar da, önde gelen isimlerinin birçoğu, özellikle de buradaki buluşmalarımıza gelenler (ki onları buraya davet etmemizin nedeni de buydu), belirgin bir şekilde liberteryen eğilimlere sahipler. Örneğin burada yer alan tüm Aşırı Sağcılar Rothbard’a ve çalışmalarına aşinayken, bildiğim kadarıyla Liberteryen Parti’nin en son başkan adayı olan kişi, Rothbard’ın adını bile duymamıştı (ç.n.: Bahsi geçen rezil kişi Nicholas Sarwark’tır). Ayrıca, buluşmalarımızda yer alan Aşırı Sağcılar, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığı için yürüttüğü ön seçim kampanyası sırasında Ron Paul’un açık sözlü ve ateşli destekçileriyken, kendini liberteryen ilân eden pek çok kişi Ron Paul’a sözde (artık cümlenin nereye varacağına aşinasınız) “ırkçı” görüşleri nedeniyle saldırmış ve onu karalamaya çalışmıştır.


Bununla birlikte, Aşırı Sağ’ın bazı liderleri ve tabandaki takipçilerinin çoğu liberteryenizmle bağdaşmayan görüşleri de desteklemiştir. Daha önce Patrick Buchanan’ın ve şimdi Trump’ın yaptığı gibi, kısıtlayıcı, son derece seçici ve ayrımcı bir göç politikasını (ki bu liberteryenizmle ve liberteryenizmin örgütlenme özgürlüğü ve zorla entegrasyona karşı çıkma ilkesiyle tamamen uyumludur) katı bir kısıtlı ticaret, ekonomik korumacılık ve korumacı gümrük tarifeleri politikasıyla (ki bu liberteryenizme zıttır ve insan refahına zarar verir) tamamlama konusunda kararlıdırlar. (“Ekonomisi” hakkındaki şüphelerime rağmen, Pat Buchanan’ı hâlâ büyük bir adam olarak gördüğümü burada eklememe izin verin).


Aşırı Sağ terimini ilk kez gündeme sokan Richard Spencer gibi diğerleri ise daha da uzaklaştı. Bu arada, kendisine ABD’de belli bir şöhret kazandıran son zamanlardaki birkaç reklam hareketi sayesinde Spencer, sözde güçlü ve birleşik bir hareketin mutlak lideri olma iddiasında bulundu (ki bu da paleo-muhafazakârdan Aşırı Sağ’a dönüşen hareketin kıdemli savunucusu ve Spencer’ın eski işvereni Taki Theodoracopulos tarafından alaya alınan bir çabaydı). Spencer birkaç yıl önce buradaki buluşmalarımızda yer aldığında hâlâ güçlü liberteryen eğilimler sergiliyordu. Ancak ne yazık ki bu durum değişti ve Spencer artık herhangi bir niteleme yapmaksızın tüm liberteryenleri ve liberteryen olan her şeyi kınıyor ve sadece beyazların sosyalizmi olduğu sürece sosyalizme bile tahammül edecek kadar ileri gidiyor. Ne feci bir hayal kırıklığı!


Herhangi bir teorik temelden yoksun olduğu düşünüldüğünde, Aşırı Sağ hareketin birbirine rakip fraksiyonlara bölünmesi pek de sürpriz sayılamaz. Yine de bu gerçek, bu bölünmenin göz ardı edilmesine yol açmamalıdır zira Aşırı Sağ, daha önce bahsedilen ve liberteryen teori tarafından cevaplanmamış iki soruya, yani liberteryen bir toplumsal düzenin nasıl sürdürüleceği ve kesinlikle liberteryen olmayan mevcut statükodan böyle bir düzene nasıl ulaşılacağı sorularına cevap bulma yolunda kilit öneme sahip pek çok farkındalığa yol açmıştır. Aşırı Sağ bu farkındalık ve kavrayışları kendisi keşfetmemişti. Bunlar çok daha önce ortaya konmuştu ve aslında büyük ölçüde sağduyudan başka bir şey değillerdi. Ancak son zamanlarda bu farkındalık ve kavrayışlar eşitlikçi, solcu propaganda dağlarının altına gömülmüştü ve Aşırı Sağ bunları tekrar gün ışığına çıkarmış olduğu için takdir edilmelidir.


Bu tür farkındalık ve kavrayışların önemini göstermek için önce cevaplanmamış ilk soruyu ele alayım.


Pek çok liberteryen, liberteryen bir toplumsal düzeni sürdürmek için gereken tek şeyin saldırmazlık ilkesinin (NAP; Non-Agression Principle) tavizsiz bir şekilde uygulanması olduğu görüşündedir. Onlara göre, saldırganlıktan kaçınıldığı sürece, “yaşa ve bırak yaşasın” ilkesi geçerli olmalıdır. Yine de, bu “yaşa ve bırak yaşasın” ilkesi ebeveyn otoritesine ve tüm sosyal gelenek ve kontrollere isyan eden ergenlere cazip gelse de (ve birçok genç başlangıçta bu “yaşa ve bırak yaşasın” ilkesinin liberteryenizmin özü olduğuna inanarak liberteryenizme çekilmiş olsa da), bu ilke, birbirinden uzakta yaşayan ve birbirleriyle sadece dolaylı olarak ve uzaktan ilişki kuran insanlar için geçerli olsa da, komşu ve aynı toplumun sakinleri olarak birbirlerine yakın yaşayan insanlar söz konusu olduğunda geçerli değildir ya da daha doğrusu yetersizdir.


Basit bir örnek konuyu açıklamak için yeterlidir. Yeni bir kapı komşunuz olduğunu varsayalım. Bu komşu size veya mülkünüze herhangi bir şekilde saldırmıyor, ancak “kötü” bir komşu. Komşu kendi mülküne çöp atıyor, orayı bir çöp yığınına çeviriyor; açıkta, sizin görebileceğiniz şekilde hayvan kesiyor, evini bir “Freudenhaus”a, bir geneleve çeviriyor, bütün gün ve gece boyunca müşteriler gelip gidiyor; asla yardım eli uzatmıyor ve verdiği hiçbir sözü tutmuyor; ya da sizinle kendi dilinizde konuşamıyor ya da konuşmayı reddediyor vesaire. Bu durumda hayatınız bir kabusa dönüşür. Yine de ona karşı şiddet kullanamazsınız, çünkü o size saldırmamıştır. Peki ne yapabilirsiniz? Onu dışlayabilirsiniz ve topluluktan kovabilirsiniz. Ancak komşunuz bunu umursamaz ve her hâlükârda sizin tek başınıza onu “cezalandırmanız” onun için pek bir şey değiştirmez. Mülkünü satıp gitmesi için yeterli baskıyı uygulamak amacıyla, topluluğunuzdaki herkesi ya da en azından üyelerin çoğunu aynı şeyi yapmaya ikna etmek ve kötü komşuyu topluluktan kovmak için topluluk içinde saygı ve otoriteye sahip olmanız ya da bunu yapan birine başvurmanız gerekir. (“Yaşa ve bırak yaşasın” idealinin yanı sıra “otoriteye saygı duyma!” sloganını da benimseyen liberteryenler için bu söylediklerim çok fazla gelebilir.)


Peki buradan çıkarılacak ders nedir? Komşuların ve belirli bir toprak üzerinde birbirleriyle düzenli olarak doğrudan temas hâlinde olan insanların barış içinde bir arada yaşaması -sakin, huzurlu, keyifli bir sosyal düzen- aynı zamanda dil, din, gelenek ve görenek bakımından kültürel bir ortaklığı da gerektirir. Birbirinden uzak, fiziksel olarak ayrılmış topraklarda farklı kültürlerin barış içinde bir arada yaşaması mümkündür, ancak multikültüralizm ve kültürel heterojenlik (çeşitlilik), toplumsal güvenin azalmasına, gerilimin artmasına ve nihayetinde “tek adam, tek iktidar” çağrısına ve liberteryen bir toplumsal düzene benzeyen her şeyin yok olmasına yol açmadan aynı yerde ve aynı topraklarda var olamaz.


Ve dahası: Liberteryen bir düzen nasıl ki (saldırgan olmasa bile) “kötü” komşulara karşı toplumsal dışlama yoluyla, yani ortak bir “burada istenmiyorsunuz” kültürüyle her zaman tetikte olmak zorundaysa, komünizmi, sosyalizmi, sendikalizmi ya da demokrasiyi herhangi bir şekil ya da biçimde açıkça savunan komşulara karşı da aynı şekilde ve hatta daha da dikkatli bir şekilde tetikte olmalıdır. Böylelikle tüm özel mülkiyete ve mülk sahiplerine açık bir tehdit oluşturan bu kişilerden sadece uzak durulmakla kalınmamalı, aynı zamanda, artık meşhur olmuş bir Hoppe memindeki gibi, gerekirse şiddet kullanılarak “fiziksel olarak tasfiye edilmeli” ve başka diyarlara gitmeye zorlanmalıdırlar. Bunu yapmamak kaçınılmaz olarak komünizme, sosyalizme, sendikalizme ya da demokrasiye ve dolayısıyla liberteryen bir toplumsal düzenin tam tersine yol açar.


Bu “sağcı” ya da benim deyimimle basit sağduyulu anlayışları aklımda tutarak, şimdi buradan, yani statükodan oraya nasıl gidileceği gibi daha zorlu bir soruya dönüyorum. Bunun için öncelikle liberallala, barış-sevgi-ve-özgürlük, Friede-Freude-Eierkuchen ya da kapitalizm-sevgidir liberteryenleri tarafından verilen cevabı kısaca ele almak öğretici olabilir. Bu, biraz farklı bir biçimde de olsa, yaşa ve bırak yaşasın liberteryenleri tarafından da sergilenen aynı temel eşitlikçiliği ortaya koymaktadır. Bunlar, az önce açıklamaya çalıştığım gibi, “kötü komşu sorunu” olarak adlandırabileceğimiz şeyi -ki bu, belirgin bir şekilde farklı, yabancı, karşılıklı olarak rahatsız edici, sinir bozucu, tuhaf veya düşmanca kültürlerin bir arada var olmasının yarattığı genel sorunun kısa adıdır- basitçe varolmayan bir şey olarak tanımlamaktadırlar. Nitekim, tüm ampirik kanıtlara rağmen, her yerde tüm insanların özünde aynı olduğunu varsayarsanız, tanım gereği “kötü komşu sorunu” diye bir şey kalmaz.


Aynı eşitlikçi ya da liberallala-liberteryenlerin kendi söylemlerindeki “insancıl/hümaniter” ruh, liberteryen strateji sorusuna verdikleri yanıtta da kendini göstermektedir. Özetle, tavsiyeleri şudur: Nazik olun ve herkesle diyalog kurun -böylece uzun vadede daha iyi liberteryen argümanlar öne çıkacaktır.


Ancak eşitlikçi fantezi diyarlarının dışında, gerçek dünyada, liberteryenler her şeyden önce gerçekçi olmalı ve Aşırı Sağ’ın yaptığı gibi, sadece bireylerin değil, farklı kültürlerin de eşitsizliğini insan varoluşunun ortadan kaldırılamaz bir verisi olarak en başından kabul etmelidir. Ayrıca, liberteryenizm tarafından tanımlandığı şekliyle özgürlüğün pek çok düşmanı olduğunu ve dünyanın yönetiminde bizim değil de onların bulunduğunu; çağdaş dünyanın pek çok yerinde halk üzerindeki kontrollerinin özgürlük ve liberteryen toplumsal düzen fikirlerinin (birkaç “egzotik” bireyin boş entelektüel oyunları ya da zihinsel jimnastikleri dışında) neredeyse hiç duyulmamasını ya da düşünülememesini sağlayacak kadar eksiksiz olduğunu; ve esasen sadece Batı’da, Batı Avrupa ve Orta Avrupa ülkelerinde ve halklarının yerleştiği topraklarda, özgürlük fikrinin bu düşmanlara hâlâ açıkça meydan okuyabilecek kadar köklü olduğunu kabul etmeliyiz. O hâlde, Aşırı Sağ’ın etkili bir şekilde yaptığı gibi, stratejik değerlendirmelerimizi sadece Batı ile sınırlandırarak, bu aktörleri ve kurumları başlıca düşmanlarımız olarak tanımlayabiliriz.


Bu düşmanlar her şeyden önce Devlet aygıtını kontrol eden yönetici elitler ve özellikle de “Derin Devlet” ya da ordu, gizli servisler, merkez bankaları ve yüksek mahkemelerden oluşan sözde “Katedral”dir. Bu düşmanlık ayrıca, askerî-endüstriyel kompleksin, yani varlıklarını ürünlerinin münhasır ya da baskın alıcısı olarak Devlete borçlu olan sözde özel firmaların liderlerini ve havadan para/kredi yaratma ayrıcalıklarını merkez bankasının varlığı ile “son çare mercii” rolüne borçlu olan büyük ticarî bankaların liderlerini de içerirler. Bunlar, yani Devlet, Büyük İş Dünyası ve Büyük Bankacılık, birlikte, küçük de olsa son derece güçlü bir “karşılıklı takdir topluluğu” oluşturmakta, vergi mükelleflerinden oluşan büyük bir kitleyi ortaklaşa soymakta ve onların sırtından büyük bir keyif sürmektedirler.


İkinci ve çok daha büyük düşman grubu ise akademinin en üst kademelerinden ilkokul ve anaokullarına kadar uzanan entelektüeller, eğitimciler ve “eğitim bürokratları”ndan oluşmaktadır. Doğrudan ya da dolaylı olarak neredeyse tamamen Devlet tarafından finanse edilen bu kişiler, ezici çoğunluklarıyla, yönetici elitin ve onun mutlak güç ve tam kontrol tasarımlarının kullanışlı araçları ve gönüllü cellatları hâline gelmişlerdir. Üçüncü grup da “halk eğitimi” sisteminin uysal ürünleri ve devletin “enformasyonunun” ödlek alıcıları ve yaygınlaştırıcıları olarak ana akım medyaya mensup gazetecileridir.


Liberteryen bir stratejinin geliştirilmesinde aynı derecede önemli olan bir diğer husus da şu soruya verilen yanıttır: Kurbanlar kimlerdir? Buna verilen standart liberteryen cevap şudur: Vergiden beslenenlere karşılık vergi mükellefleri. Ancak bu esasen doğru olsa da, en iyi ihtimalle cevabın sadece bir kısmıdır ve liberteryenler bu konuda Aşırı Sağ’dan bir şeyler öğrenebilirler: Zira dar anlamda iktisadî boyutun yanı sıra, kurbanları tanımlarken dikkate alınması gereken daha geniş bir kültürel boyut da vardır.


Yönetici elitler, güçlerini genişletmek ve arttırmak için, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesini (trans-valuation) ve aileler, topluluklar, etnik gruplar ve soy bağı ile bağlı uluslar gibi tüm doğal ya da “organik” sosyal bağların ve kurumların yok edilmesini amaçlayan ve böylece tek ortak özelliği ve birleştirici bağı Devlete olan ortak varoluşsal bağımlılığı olan, giderek atomize olmuş bir halk yaratmayı hedefleyen bir süreci, Pat Buchanan’ın sistematik bir “kültür savaşı” olarak tanımladığı süreci onlarca yıldır yürütmektedir. Bu yönde atılan ilk adım, yarım yüzyıl ya da daha uzun bir süre önce, “kamu refahı” ve “sosyal güvenlik” uygulamalarının başlatılması olmuştur. Böylece, alt sınıflar ve yaşlılar devlete bağımlı bireylere dönüştürülmüş, aile ve toplumun değeri ve önemi de buna bağlı olarak azalmış ve zayıflamıştır. Son zamanlarda, bu yöndeki daha kapsamlı adımlar giderek çoğalmıştır. Yeni bir “mağduriyet bilimi” (victimology) ortaya atılmış ve teşvik edilmiştir. Kadınlar ve özellikle de bekâr anneler, siyahlar, esmerler, Latinler, homoseksüeller, lezbiyenler, biseksüeller ve transseksüeller “mağdur” statüsü ile ödüllendirilmiş ve ayrımcılık yasağı ya da pozitif ayrımcılık kararnameleri yoluyla yasal imtiyazlar kazanmışlardır. Ayrıca, son zamanlarda bu ayrıcalıklar, yasal ya da yasadışı yabancı uyruklu göçmenleri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu göçmenler, az önce bahsedilen kategorilerden birine girdikleri ya da örneğin İslâm gibi Hıristiyanlık dışı dinlere mensup oldukları sürece bu ayrıcalıklardan yararlanabilmektedirler. Sonuç mu? Daha önce bahsedilen “kötü komşu sorunu” önlenemediği ya da çözülemediği gibi, sistematik olarak teşvik edilmiş ve derinleştirilmiştir. Kültürel homojenlik yok edilmiş, birliktelik özgürlüğü ve farklı insanların, toplulukların, kültürlerin ve geleneklerin gönüllü fiziksel ayrışması ve ayrılması yerini her yere yayılmış bir zorunlu sosyal entegrasyon sistemine bırakmıştır. Dahası, söz konusu “mağdur” grupların her biri birbirleriyle ve hepsi de beyaz, heteroseksüel, Hıristiyan erkeklerle ve özellikle de geriye kalan ve yasal olarak korunmayan tek grup olan evli ve çocuklu sözde “mağdurlarla” karşı karşıya getirilmiştir. Dolayısıyla, yönetici seçkinler tarafından desteklenen tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesinin bir sonucu olarak dünya alt üst olmuştur. İnsanlığın bildiği en özgür, en çalışkan, en zeki ve her yönüyle en başarılı medeniyet olan Batı medeniyetinin temelini oluşturan baba, anne ve çocuklardan kurulu aile kurumu, yani insanlık tarihinde en hayırlı işlere imza atan kurum ve insanlar, düşman elitlerin acımasız “divide et impera” (böl ve yönet) politikasıyla resmen tüm toplumsal kötülüklerin kaynağı olarak damgalanıp karalanmış ve en ağır dezavantajlı, hatta zulme uğrayan grup konumuna düşürülmüştür.


Dolayısıyla, mevcut durum göz önüne alındığında, umut vaat eden herhangi bir liberteryen strateji, Aşırı Sağ’ın da takdir ettiği gibi, her şeyden önce en ciddi şekilde mağdur edilen bu gruba yönelik olmalıdır. Beyaz, evli, çocuklu, Hıristiyan ve özellikle de (vergiden beslenenler yerine) vergi ödeyenler sınıfına mensup çiftlerin, ve bu standart toplumsal düzen ve organizasyon biçimine en çok benzeyen ya da bunu arzulayan herkesin gerçekçi bir şekilde liberteryen mesaja en açık kitle olması beklenebilir (öte yandan en az desteğin de örneğin sosyal yardım alan bekar Siyah Müslüman anneler gibi yasal olarak en çok “korunan” gruplardan gelmesi beklenmelidir).


Bugünün Batı’sındaki bu fail-düşman ve mağdur gruplaşmasını göz önünde bulundurarak, artık değişim için gerçekçi bir liberteryen stratejinin ana hatlarını çizmeye çalışmak üzere son görevi yerine getirebilirim. Öncelikle, akademinin en tepelerinden ana akım medyadaki kanaat oluşturucu gazetecilere kadar entelektüeller sınıfının egemen sistem tarafından finanse edildiği ve bu sisteme sıkı sıkıya bağlı olduğu, yani sorunun bir parçası olduğu göz önüne alındığında, sorunun çözümünde önemli bir rol oynamaları da beklenmemelidir. Dolayısıyla, doğru liberteryen fikirlerin en tepeden, yani önde gelen filozoflardan başlayarak, oradan gazetecilere ve nihayetinde de geniş halk kitlelerine yayılmasını öngören Hayekçi toplumsal değişim stratejisi temelde gerçekçi değildir. Bunun yerine, değişim için herhangi bir gerçekçi liberteryen strateji popülist bir strateji olmalıdır. Yani, liberteryenler, egemen entelektüel elitleri pas geçip kitlelere doğrudan hitap ederek onların egemen elitlere karşı öfke ve nefretini uyandırmalıdır.


Öte yandan, popülist bir liberteryen mesajın ana muhataplarının az önce bahsettiğim mülksüzleştirilmiş ve haklarından mahrum bırakılmış yerli beyazlar olması gerekirken, Aşırı Sağ’ın bazı kesimlerinin yapmayı önerdiği gibi “beyazlığı” stratejik kararların dayandırılacağı tek kriter hâline getirmenin ciddi bir stratejik hata olduğuna inanıyorum. Ne de olsa, yönetici eliti teşkil eden ve mevcut karmaşayı başımıza saran her şeyden önce beyaz adamlardır. Doğru, daha önce bahsedilen çeşitli korunan “azınlıklar” kendilerine tanınan yasal ayrıcalıklardan sonuna kadar faydalanıyor ve daha fazla “koruma” istemek için giderek daha da cüretkâr hâle geliyorlar, ancak bunların hiçbiri, beyaz adamlardan aldıkları ve almakta oldukları araçsal yardım olmasaydı, bu sonucu mümkün kılacak entelektüel beceriye sahip değillerdi ve hâlâ da sahip değiller.


Şimdi, Pat Buchanan, Ron Paul ve Donald Trump hareketlerinden yola çıkarak, liberteryen değişim için popülist bir stratejinin ayrıntılarına, şu anda kamuoyunun zihninde en büyük aciliyete sahip olan ilki dışında belirli bir sıralama olmaksızın geçelim.


Bir: Kitlesel göçü durdurun. Hâlihazırda Batı dünyasına akın eden göçmen sürüleri, sosyal yardım ve refah paraziti olarak ülkeye yük olmuş, teröristleri ülkeye getirmiş, suç oranını yükseltmiş, girilmesi sakıncalı bölgelerin çoğalmasına yol açmış ve yabancı yetiştirilme tarzları, kültürleri ve gelenekleri nedeniyle özgürlüğe dair herhangi bir anlayış ve takdirden yoksun olan ve gelecekte refah devletçiliğinin akılsız destekçileri hâline gelecek sayısız “kötü komşu”nun ortaya çıkmasına neden olmuştur.


Hiç kimse göçe ve göçmenlere karşı değildir. Ancak göç sadece davetle olmalıdır. Tüm göçmenler üretken insanlar olmalı ve dolayısıyla tüm yerel sosyal yardımlardan ve refah ödemelerinden men edilmelidir. Bunu sağlamak için, kendileri ya da davet eden taraf, yerleşecekleri toplumla bir bağ kurmalı ve bu bağ, kamuya yük olması hâlinde iptal ve reddedilerek göçmenin sınır dışı edilmesine yol açmalıdır. Bunun yanı sıra, her göçmen, davet eden taraf ya da işveren yalnızca bu göçün masraflarını ya da aylık ödemelerini karşılamakla kalmamalı, aynı zamanda yerleşim yerinin kamusal tesislerinde göçmenin varlığıyla ortaya çıkan ek kullanım ve yıpranma masraflarını da karşılamalıdır; böylece göçmenlerin yerleşimiyle ortaya çıkan her türlü masrafın kamuya mal edilmesinin önüne geçilmelidir. Dahası, kabul edilmeden önce bile, her potansiyel göçmen davetlinin sadece üretkenliği açısından değil, aynı zamanda kültürel yakınlığı (veya “iyi komşuluk”) açısından da dikkatlice taranması ve test edilmesi gerekir -ampirik olarak öngörülebilir sonuç, çoğunlukla, ama kesinlikle sadece batılı-beyaz göçmen adaylarıdır. Ve hangi renkten, mezhepten ya da ülkeden olursa olsun bilinen herhangi bir komünist ya da sosyalist, kalıcı yerleşimden men edilmelidir -tabii ki potansiyel göçmenin yerleşmek istediği topluluk, sakinlerinin mülklerinin yeni gelen yabancılar tarafından yağmalanmasını resmî olarak onaylamadığı sürece, ki bu en azından (hâlihazırda var olan “komünist” komünlerde bile) pek olası değildir.


(Hiç şüphesiz bunu “faşist” olarak nitelendirecek olan tüm açık sınır ve liberallala-liberteryenlerine kısa bir mesaj: Tamamen özelleştirilmiş liberteryen bir düzende serbest göç hakkı diye bir şey yoktur. Özel mülkiyet, sınırlar ve mal sahibinin istediği zaman dışlama hakkı anlamına gelir. Ve “kamu mülkiyetinin” de sınırları vardır. Sahipsiz değildir. Yerel vergi mükelleflerinin malıdır ve kesinlikle yabancıların malı değildir. Devletin bir suç örgütü olduğu ve sınır kontrolü görevinin ona verilmesinin kaçınılmaz olarak hem ülke sakinlerine hem de yabancılara karşı çok sayıda adaletsizliğe yol açacağı doğruysa da, Devletin sınır kontrolü konusunda hiçbir şey yapmamaya karar verdiğinde de bir şeye yol açtığı ve mevcut koşullar altında bu konuda hiçbir şey yapmamanın özellikle yerli vatandaşlarına karşı çok daha fazla ve çok daha vahim adaletsizliklere yol açacağı da doğrudur.)


İki: Yabancı ülkelerdeki insanlara saldırmayı, onları öldürmeyi ve bombalamayı kesin. Batı ülkelerinin yabancı göçmen orduları tarafından istila edilmesinin tek nedeni olmasa da başlıca nedenlerinden biri, ABD’nin yönetici elitleri ve onlara bağlı Batılı kukla elitler tarafından Ortadoğu’da ve başka yerlerde başlatılan ve yürütülen savaşlardır. Aynı şekilde, Batı dünyasında İslâm adına gerçekleştirilen ve artık her yerde sürekli ve “normal” olarak görülen terör saldırıları da büyük ölçüde bu savaşların ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’da ortaya çıkan kaosun “geri tepmesi”dir. Bu Batılı yöneticilerin ne olduklarını söylemekte tereddüt edilmemeli ve hepsine katiller ya da toplu katliamların suç ortakları diye ithamda bulunulmalıdır. Artık katı bir müdahalecilik karşıtı dış politika talep etmeli ve bunu yüksek sesle haykırmalıyız. Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği gibi bir ülkeyi diğerinin iç işlerine karıştıran tüm uluslararası ve uluslarüstü örgütlerden tamamen çıkılmalıdır. Devletten devlete tüm yardımlar durdurulmalı ve yabancı devletlere tüm silah satışları yasaklanmalıdır. Bırakın “Önce Amerika!”, “Önce İngiltere!”, “Önce Almanya!”, “Önce İtalya!” gibi politikalar uygulansın, yani her ülke birbiriyle ticaret yapsın ve kimse kimsenin içişlerine karışmasın.


Üç: Yönetici elitleri ve onların entelektüel fedailerini tasfiye edin. Yönetici elitlerin, hükümet ve devlet bürokrasisindeki üst düzey yöneticilerin, yüksek mahkemelerin, merkez bankalarının, gizli servisler ve casus ajanslarının, politikacıların, parlamenterlerin, parti liderlerinin, siyasî danışmanlar ve bilirkişilerin, ahbap-çavuş kapitalistlerinin, “kamu eğitimcileri ve eğitim bürokratları”nın, üniversite başkanlarının, rektörler ve akademik “yıldızlar”ın aldıkları cömert maaşları, avantaları, emekli maaşlarını, yan anlaşmaları, rüşvetleri ve sus paylarını ifşa edin ve geniş çapta duyurun. Tüm bu parlak ihtişam ve lüksün vergi mükelleflerinden zorla alınan paralarla finanse edildiğini vurgulayın ve sonuç olarak gelir vergisi, emlak vergisi, satış vergisi, veraset vergisi, ve benzerleri gibi tüm vergilerin düşürülmesini ve yok edilmesini talep edin.


Dört: FED’i ve tüm merkez bankalarını kapatın. Yönetici elitlerin halktan vergi olarak gasp ettikleri paranın yanı sıra ikinci finansman kaynağı da merkez bankalarıdır. Merkez bankalarının havadan kâğıt para yaratmalarına izin verilmektedir. Bu da paranın satın alma gücünü azaltmakta ve ortalama insanların tasarruflarını yok etmektedir. Bu, toplumu bir bütün olarak daha zengin yapmamakta ve yapamamaktadır, ancak gelir ve serveti toplum içinde yeniden dağıtmaktadır. Yeni yaratılan paranın ilk kullanıcıları, yani yönetici elitler, böylece daha zengin olurken, daha sonraki ve en son kullanıcıları, yani ortalama vatandaş, daha fakir hâle getirilmektedir. Merkez bankasının faiz oranlarını manipüle etmesi boom-bust (âni yükseliş-çöküş) döngülerinin nedenidir. Merkez bankası, geleceğin bilinmeyen (doğmamış) vergi mükelleflerine yük olarak kaydırılan ya da basitçe şişirilen daha büyük “kamu borcunun” birikmesine izin vermektedir. Ve kamu borcunu yaratan merkez bankaları aynı zamanda savaşların da yaratıcısıdır. Bu canavarlık sona ermeli ve yerine altın ya da gümüş gibi gerçek bir emtia parası temeli üzerine inşa edilmiş serbest, rekabetçi bir bankacılık sistemi getirilmelidir.


Beş: Tüm “pozitif ayrımcılık” ve “ayrımcılık yapmama” yasa ve regülasyonlarını lağvedin. Bu tür fermanların tümü, en azından Batı’da sezgisel olarak hissedilen ve temel bir adalet ilkesi olarak kabul edilen kanun önünde eşitlik ilkesinin açık ihlalleridir. Özel mülk sahipleri olarak insanlar başkalarıyla bir araya gelme ya da gelmeme (association or disassociation), diğerlerini içerme ya da dışlama, entegre olma ya da ayrı tutma, birleşme ya da ayrışma, birlik olma ve katılma ya da dağılma, çıkma ve ayrılma konularında özgür olmalıdır. Üniversitelerdeki tüm Siyah, Latin, Kadın, Toplumsal Cinsiyet, Queer Çalışmaları gibi bölümler bilimle bağdaşmadıkları gerekçesiyle kapatılmalı ve öğretim üyeleri entelektüel sahtekârlar ya da alçaklar olarak görevden azledilmelidir. Ayrıca, üniversitelerden okullara ve anaokullarına kadar tüm pozitif ayrımcılık görevlilerinin, kültürel çeşitlilik ve insan kaynakları memurlarının sokağa atılmaları ve faydalı bir meslek öğrenmeye mecbur bırakılmaları talep edilmelidir.


Altı: “Anti-Faşist” çeteyi ezin. Batı’da tüm değerlerin yeniden değerlendirilerek değersizleştirilmesi, giderek daha fazla “mağdur grubunun” icat edilmesi, “pozitif ayrımcılık” programlarının yaygınlaştırılması ve “politik doğruculuğun” durmaksızın teşvik edilmesi, “anti-faşist” bir güruhun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yönetici elitler tarafından üstü kapalı bir şekilde desteklenen ve dolaylı olarak finanse edilen, kendini “sosyal adalet savaşçıları” olarak tanımlayan bu güruh, “ırkçı”, “sağcı”, “faşist”, “reaksiyoner/gerici”, “düzeltilemez” veya “eski kafalı” olarak gördükleri herkese ve her şeye karşı kasıtlı terör eylemleri yoluyla sözde “beyaz ayrıcalığa” karşı mücadeleyi tırmandırma görevini üstlenmiştir. Bu türlü yaftalara maruz kalan “ilerleme düşmanları” “anti-faşist” güruh tarafından fiziksel saldırıya uğramakta, arabaları yakılmakta, mülkleri tahrip edilmekte ve işverenleri de onları işten çıkarmakla ve kariyerlerinin mahvolmasıyla tehdit edilmektedir -tüm bunlar olurken de polise “beklemede kalması” ve işlenen suçları soruşturmaması ya da suçluları kovuşturup cezalandırmaması emri verilmektedir. Bu rezalet karşısında kamuoyunda öfke uyandırılmalı ve polisin serbest bırakılıp bu güruha hadlerini bildirerek boyun eğdirmesi için geniş çapta baskı yapılmalıdır.


(“Anti-faşist” güruhu ezmesi istenen polisin devlet polisi olduğu gerekçesiyle bu talebe itiraz edecekleri kesin olan liberallala-liberteryenler için bir soru: Aynı gerekçelerle polisin katilleri ya da tecavüzcüleri tutuklamasına da itiraz ediyor musunuz? Bu meşru vazifeler herhangi bir liberteryen düzende özel polis tarafından da yerine getirilmesin mi? Ve eğer polis bu güruh hakkında hiçbir şey yapmayacaksa, o zaman saldırılarının hedefi olan “Irkçı Sağ”ın da bu “sosyal adalet savaşçılarının” suratlarını dağıtma görevini üstlenmesi gerekmez mi?)


Yedi: Sokak serserilerini ve çeteleri ezin. Yönetici elitler, kanun önünde eşitlik ilkesinden vazgeçerek ve (evli beyaz Hıristiyan erkekler ve ailelerinden oluşan bir grup hariç) her türlü gruba imtiyaz tanıyarak, eşit suça eşit ceza ilkesinden de vazgeçmişlerdir. Devletin kayırdığı bazı gruplara aynı suç için diğerlerine göre daha hafif cezalar verilirken, özellikle kayırılan bazı grupların başıboş bırakılması ve neredeyse hiç ceza almaması suçu fiilen ve etkili bir şekilde teşvik etmektedir. Bunun yanı sıra, kanunların uygulanmasına yönelik her türlü çabanın fiilen ortadan kalktığı ve şiddet yanlısı serserilerin, haydutların ve sokak çetelerinin yönetimi ele geçirdiği girilmesi sakıncalı bölgelerin oluşmasına izin verilmiştir. Bu durum göz önünde bulundurularak, kamuoyunda bir infial yaratılmalı ve polisin her türlü soyguncu, gaspçı, tecavüzcü ve katilin üzerine hızla ve sert bir şekilde gitmesi ve mevcut tüm sakıncalı bölgeleri şiddet yanlısı çetelerden acımasızca temizlemesi açıkça talep edilmelidir. Bu politikanın renk körü olması gerektiğini söylemeye bile gerek yok, ancak gerçekte olduğu gibi, sokak serserilerinin veya çete üyelerinin çoğu Amerika’da genç Siyah veya Latin erkekler ve Avrupa’da Afrika, Orta Doğu, Balkanlar veya Doğu Avrupa’dan gelen genç göçmen erkekler ise, durum değişmez ve bu tür insan örnekleri en belirgin şekilde suratları dağıtılanlar olmalıdır. Ayrıca, ister sıradan sokak suçları ister terör eylemleri olsun, tüm saldırganlıklardan korunmak için dürüst ve namuslu vatandaşların silah sahibi olmalarına yönelik tüm yasakların kaldırılması gerektiği de unutulmamalıdır.


Sekiz: Tüm sosyal yardım parazitlerinden ve aylaklardan kurtulun. Egemen sınıf, kendi konumunu sağlamlaştırmak için alt sınıfı yardıma muhtaç bırakmış ve böylece onu en güvenilir kamu desteği kaynağı hâline getirmiştir. İnsanların kalkınıp alt sınıftan kendi kendine yeten bireyler konumuna yükselmelerine yardımcı olacağı iddia edilen Devletin sözde “sosyal politikası”nın gerçek -ve aslında amaçlanan- etkisi bunun tam tersidir. Kişilerin alt sınıf statülerini daha kalıcı hâle getirmiş ve alt sınıfın istikrarlı bir şekilde çoğalmasına neden olmuştur (ve bununla birlikte vergilerle finanse edilen sosyal hizmet uzmanlarının ve terapistlerin sayısı da “yardım ve destek” için artmıştır). Çünkü, katı ve değişmez iktisadî yasalar uyarınca, sözde bir ihtiyaç veya eksiklik nedeniyle verilen her sübvansiyon, hafifletmesi veya ortadan kaldırması gereken sorunu daha az değil, daha fazla üretir. Böylece, bir kişinin alt sınıf statüsünün temel nedeni olan yetersiz dürtü kontrolü ve yüksek zaman tercihi, yani kontrolsüz anlık tatmin arzusu ve bu nedene bağlı olarak ortaya çıkan işsizlik, yoksulluk, alkolizm, uyuşturucu kullanımı, aile içi şiddet, boşanma, aile reisinin kadın olması, evlilik dışı doğumlar, sürekli çeşitlenen ve kaçan erkek partnerler, çocuk istismarı, ihmalkârlık ve âdi suçlar hafifletilmiyor ya da ortadan kaldırılmıyor, aksine sistematik olarak pekiştiriliyor ve teşvik ediliyor. O hâlde, giderek daha da çirkinleşen bu toplumsal felaketi sürdürmek ve yaygınlaştırmak yerine, bu durum ortadan kaldırılmalı ve İncil’de yer alan, çalışabilecek durumda olup da çalışmayanın yemek de yemeyeceği ve ciddi zihinsel ya da fiziksel yetersizlikler nedeniyle gerçekten çalışamayacak durumda olanlara aile, toplum ve gönüllü hayırseverler tarafından bakılacağı yönündeki öğütlere kulak verilmesi yüksek sesle talep edilmelidir.


Dokuz: Eğitimi devletin elinden kurtarın. Çağdaş Batı’nın başına bela olan sosyal patolojilerin hepsi olmasa da çoğunun ortak kökü “kamusal eğitim” kurumuna dayanmaktadır. İki yüzyıldan daha uzun bir süre önce Prusya’da, eskiden tamamen özel olan eğitim sistemini tamamlamak ve nihayetinde evrensel bir zorunlu “kamu eğitimi” sistemiyle değiştirmek için ilk adımlar atıldığında, Devlet tarafından yönetilen okullarda geçirilen süre çoğu durumda dört yılı geçmiyordu. Bugün, tüm Batı dünyasında, “kamusal eğitim” kurumlarında geçirilen süre en az on yıl civarındadır ve birçok durumda ve giderek artan bir şekilde yirmi hatta otuz yıla kadar çıkmaktadır. Yani, bir insanın hayatının en biçimlendirici gelişim dönemindeki zamanın büyük bir kısmı, hatta en büyük kısmı, en başından beri temel amacı bağımsız, olgun, “Mündige Bürger” (“sorumlu yurttaş”) olabilecek aydın bir halk yetiştirmek değil, bağımlı, köle, “Staats-Bürger” (“devlet vatandaşı”) olabilecek “iyi askerler” ve “iyi kamu görevlileri” yetiştirmek olan ve Devlet tarafından finanse edilip Devlet tarafından denetlenen kurumlarda geçmektedir. Sonuç mu? Endoktrinasyon işe yaramıştır: Bir kişi kamu eğitim sistemi içinde ne kadar uzun zaman geçirmişse, solcu-eşitlikçi fikirlere o kadar çok bağlanmış ve resmî doktrini, “politik doğruculuk” gündem ve ajandasını yutmuş ve gönülden içselleştirmiştir. Gerçekten de, özellikle sosyal bilimler öğretmenleri ve profesörleri arasında, kendilerini Sol’un bir parçası olarak görmeyen insanların nesli neredeyse tükenmiştir. Sonuç olarak, okulların ve üniversitelerin kontrolünün merkezî devletten alınarak, ilk adımda bölgesel ya da daha iyisi mahalli otoritelere ve yerel olarak finanse edilen otoritelere geri verilmesi ve nihayetinde tamamen özelleştirilmesi, böylece zorunlu tekdüzelik ve uyumluluk sisteminin yerine insan yeteneklerinin ve ilgi alanlarının doğal çeşitliliğini, çokluğunu ve farklılığını yansıtan desentralize bir eğitim sisteminin getirilmesi talep edilmelidir. Gerçekten de, özellikle sosyal bilimler öğretmenleri ve profesörleri arasında, kendilerini Sol’un bir parçası olarak görmeyen insanların nesli neredeyse tükenmiştir. Sonuç olarak, okulların ve üniversitelerin kontrolünün merkezî devletten alınarak, ilk adımda bölgesel ya da daha iyisi mahalli otoritelere ve yerel olarak finanse edilen otoritelere geri verilmesi ve nihayetinde tamamen özelleştirilmesi, böylece zorunlu tekdüzelik ve uyumluluk sisteminin yerine insan yeteneklerinin ve ilgi alanlarının doğal çeşitliliğini, çokluğunu ve farklılığını yansıtan desentralize bir eğitim sisteminin getirilmesi talep edilmelidir.


On: Siyasete ya da siyasî partilere güvenmeyin. Nasıl ki akademi ve entelektüel dünyanın liberteryen bir toplumsal değişim stratejisinde önemli bir rol oynaması beklenemezse, siyaset ve siyasî partilerin de herhangi bir rol oynaması beklenemez -ne de olsa liberteryenizmin nihai hedefi tüm siyasete son vermek ve tüm kişiler arası ilişki ve çatışmaları özel hukuk ve medeni hukuk usullerine tâbi kılmaktır. Kuşkusuz, günümüzün her yere yayılmış siyasallaşma koşullarında siyasete ve parti politikalarına dâhil olmaktan tamamen kaçınılamaz. Ancak, böyle bir dâhiliyette kişi gücün yozlaştırıcı etkisinin ve bununla birlikte gelen para ve avantaların cazibesinin farkında olmalı ve bunlara karşı kendisini korumalıdır. Bu riski ve cazibeyi en aza indirmek için, çabalarımızı ulusal siyasetten ziyade bölgesel ve yerel siyaset düzeyinde yoğunlaştırmamız ve burada radikal bir desentralizasyon gündemini, yani yetkiyi reddetme, hükümsüz kılma, barışçıl ayırma, ayrışma ve ayrılmayı teşvik etmemiz tavsiye olunur. Ancak en önemlisi, Ludwig von Mises’in hayat mottosuna kulak vermeliyiz: Kötülüğe boyun eğmeyin, onlara karşı her zamankinden daha cesurca hareket edin. Yani, her zaman ve her yerde, ister resmî ister gayriresmî toplantılarda olsun, artık çok tanıdık gelen “politik doğrucu” zırvalar ve sol-eşitlikçi saçmalıklarla bize hakaret edenlere karşı sesimizi yükseltmeli ve açıkça şunu söylemeliyiz: “Hayır. Kesinlikle hayır. Ciddi olamazsınız.” Bu arada, yönetici elitler, akademi ve ana akım medya tarafından uygulanan neredeyse tam zihin kontrolü göz önüne alındığında, bunu yapmak zaten büyük bir cesaret gerektiriyor. Ancak bunu şimdi yapacak kadar cesur olmazsak ve böylece başkalarının izlemesi için bir örnek oluşturmazsak, gelecekte işler giderek daha kötü ve daha tehlikeli hâle gelecek ve biz, Batı medeniyeti ve Batı’nın bağımsızlık ve özgürlük fikirleri silinip yok olacağız.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Arda Uludağ & Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Hans-Hermann Hoppe’nın 28 Eylül 2018’de yayınlanan Getting Libertarianism Right adlı eserinin Mises.org sitesinde paylaşılan “Libertarianism and the Alt-Right: In Search of a Libertarian Strategy for Social Change” başlıklı üçüncü bölümünden tercüme edilmiştir.
292 görüntüleme2 yorum
bottom of page