top of page

Murray ile Büyümek

Hans-Hermann Hoppe - 28.09.2018


Murray Rothbard ile ilk kez 1985 yazında bir araya gelmiştik. O zamanlar ben 35, Murray ise 59 yaşındaydı. Sonraki on yıl içerisinde, ta ki Murray’nin 1995’teki erken ölümüne kadar, Murray ile önce New York’ta, sonra da Las Vegas’ta UNLV’de, tabii ki eşi Joey hariç, herkesten daha yakın, daha sürekli ve doğrudan temas hâlinde olacaktım.


Neredeyse Murray’nin öldüğü zamanki yaşına gelmiş biri olarak, bu vesileyle Murray ile geçirdiğim on yıl boyunca öğrendiklerim üzerine biraz konuşmanın ve geçmişi anarak bunları yansıtmanın uygun olacağını düşündüm.


Murray ile ilk tanıştığımda zaten bir yetişkindim, üstelik sadece biyolojik anlamda değil, zihinsel ve entelektüel anlamda da bir yetişkindim ama yine de tam olarak onunla birlikteyken olgunlaştım -ve bu deneyim hakkında konuşmak istiyorum.


Murray ile tanışmadan önce doktoramı tamamlamış ve Privatdozent (kadrolu ama maaşsız stajyer üniversite profesörü) kademesine ulaşmıştım; tesadüfe bakın ki Ludwig von Mises de bir zamanlar Viyana’da aynı kademedeydi. Doktora tezimin (Erkennen und Handeln) yanı sıra iki kitap da yazmıştım. Biri (Kritik der kausalwissenschaftlichen Sozialforschung), benim bir Misesyen olduğumu ortaya koyuyordu, ertesi yıl yayınlanacak olan diğeri ise (Eigentum, Anarchie und Staat), benim bir Rothbardyen olduğumu ortaya koyuyordu. Mises ve Rothbard’ın tüm kuramsal çalışmalarını zaten okumuştum. (Ancak Murray’nin o zamanlar benim için esasen ulaşılmaz olan sayısız dergiler ve ciltler boyunca sürmüş habercilik çalışmalarını henüz okumamıştım). Dolayısıyla, beni Misesyen ve Rothbardyen yapan şey Murray ile kişisel temasım değildi. Entelektüel olarak, Murray ile şahsen tanışmadan yıllar önce zaten Misesyen ve Rothbardyen idim. Dolayısıyla, her şeyden önce bir teorisyen olmama rağmen, burada Mises’in ve onun ardından Rothbard’ın bize devrettiği büyük Avusturo-liberteryen entelektüel yapıdan ya da benim bu sisteme yaptığım küçük katkılardan değil, Murray ile yaşadığım uzun kişisel tecrübeden, yani onunla geçirdiğim zamanlarım sayesinde öğrendiğim ve beni bir yetişkinden olgunlaşmış bir adama dönüştüren pratik ve varoluşsal dersler hakkındaki tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.


Tıpkı uzun süre önce aramızdan ayrılmış olan Mises’i tüm iktisatçıların en büyüğü olarak gördüğüm gibi, Murray’yi de tüm sosyal teorisyenlerin, kesinlikle 20. yüzyılın ve muhtemelen tüm zamanların en büyüğü olarak gördüğüm için New York’a taşındım, ve onu da kaybetmeden bu adamla, Rothbard’la tanışmak, onu tanımak ve onunla birlikte çalışmak istedim. Mises ve Rothbard’ın büyüklüğü konusundaki bu görüşümü hâlâ muhafaza ediyorum. Hatta bugün 30 yıl öncesinden daha da fazla savunuyorum. O zamandan beri ikinci bir Mises ya da Rothbard çıkmadı. Hatta yakınından bile geçemedik ve bunun gerçekleşmesi için uzun bir süre daha beklememiz gerekebilir.


Neticede New York’a Murray’nin işlerini bilerek ama adam hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeden taşındım. Unutmayın, 1985 yılıydı. Hâlâ el yazısıyla yazıyor ve mekanik daktilo kullanıyordum; bilgisayarla ilk kez UNLV’deki ikinci yılımda tanışmıştım. Murray ise hiçbir zaman bilgisayar kullanmadı ve hayatının sonuna kadar elektrikli daktilosuyla kaldı. Cep telefonu yoktu, e-posta yoktu, internet yoktu, Google yoktu, Wikipedia yoktu ve Youtube yoktu. Hatta ilk başlarda faks makineleri bile yoktu. New York’a gelmeden önce Murray ile yazışmalarım eski, bildiğimiz salyangozdan hâllice posta yoluyla oldu. Murray kendisiyle tanışma ve çalışma isteğimden duyduğu heyecanı dile getirdi ve hemen Burton Blumert’ın yardımını sağlamayı teklif etti ve gerçekten de Burt daha sonra Avrupa’dan ABD’ye taşınmamı kolaylaştırmak için çok yardımcı oldu. (Camino Coins’in sahibi ve nihayetinde Mises Enstitüsü ile birleşecek olan orijinal Libertarian Studies Center’ın kurucusu olan harika Burt Blumert, Murray’nin en yakın arkadaşlarından ve sırdaşlarından biriydi. Aynı zamanda benim için de büyük bir velinimet ve değerli bir dosttu.)


Murray’nin bazı fotoğraflarını görmüştüm, onun da Mises gibi Yahudi olduğunu, Brooklyn Politeknik Enstitüsü’nde (daha sonra New York Politeknik Üniversitesi ve günümüzde NYU Politeknik Enstitüsü olarak değiştirildi) ders verdiğini, çok beğenilen Journal of Libertarian Studies’in editörü olduğunu ve Lew Rockwell’in 35 yıl önce, 1982’de kurduğu Ludwig von Mises Enstitüsü ile akademik direktör olarak yakından ilişkili olduğunu biliyordum. Hepsi bu kadardı.


Ve böylece, ikimiz de hazırlıksız bir şekilde, Murray’nin üniversite ofisinde ilk kez buluştuk. İşte ben, “Kuzeyli havalı sarışın”, Kuzey Alman biralarının bitter tadına ilişkin popüler bir reklamdan alıntı yaparsak, genç, uzun boylu ve atletik, biraz çekingen, ketum ve mizah anlayışı zayıf, daha çok dobra, iğneleyici ve çatışmacı biriydim. Âdeta mükemmel bir Wehrmacht malzemesi. Ve bir de Murray vardı: Woody Allen’ın komedi filmi Annie Hall’un Almanca başlığını kullanırsak “büyük şehir nevrotiği”, bir nesil daha yaşlı, kısa ve toparlak, atletik olmayan, hatta (daktilo haricinde) sakar, sokulgan ve komik, asla üzgün olmayıp her zaman neşeli ve kişisel ilişkilerinde (yazılarının aksine) sürekli çatışmacı olmayan, iyi huylu, hatta uysal. Tam olarak Wehrmacht malzemesi değil. Kişilik olarak birbirimizden daha farklı olamazdık. Gerçekten de oldukça tuhaf bir çifttik -ve yine de en başından beri çok iyi anlaşıyorduk.


Almanlar ve Yahudiler arasındaki uzun, istisnai ve bilhassa 1933-1945 yılları arasında Almanya’da on iki yıl süren Nasyonal Sosyalist Parti iktidarı dönemindeki ilişki göz önüne alındığında, Amerika’da yaşlı bir Yahudi ile tanışan genç bir Alman olarak bu geçmişin potansiyel bir gerilim kaynağı olabileceğinden korkuyordum. Ama öyle olmadı. Hatta tam tersine.


Din konusunda ortak bir görüşlerimiz vardı. İkimiz de agnostiktik, ancak din sosyolojisine derin bir ilgi duyuyorduk ve karşılaştırmalı din konusunda da oldukça benzer görüşlere sahiptik. Yine de Murray, hayatının son on yılında iktisadî düşünce tarihi üzerine yaptığı ve ne yazık ki tamamlayamadığı büyük çalışmasıyla dinin tarihteki rolüne ilişkin anlayışımı büyük ölçüde derinleştirmişti.


Dahası, sayısız sohbetlerimizde Murray’den, tarihî olayların ve küresel meselelerin gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilmek için Avusturo-liberteryen teoriyi revizyonist tarihle tamamlamanın önemini öğrendim. İkinci Dünya Savaşı sonrası yenilmiş ve harap olmuş Batı Almanya’da büyümüş ve o zamanlar (ve hâlâ) tüm Alman okullarında ve üniversitelerinde öğretilen “resmî tarih” ile (a) Alman olmaktan ve Alman tarihinden suçluluk ve utanç duyan ve (b) Amerika’nın ve Amerika’nın demokratik kapitalizminin dilimli satılan ekmeğin icadından bu yana ve hatta ondan önce “en büyük şey” olduğuna inanan ben, tüm Avusturo-liberteryen bakış açıma rağmen, genel olarak dünya meseleleri ve özellikle de ABD-Amerikan ve Alman tarihi hakkındaki oldukça naif kalan görüşlerimi gözden geçirmek zorunda kalmıştım. Aslına bakarsanız Murray, ABD’ye dair (Vietnam’a ve diğer şeylere rağmen) oldukça toz pembe olan görüşlerimi temelden değiştirmemi sağladı ve ilk kez Alman olduğum için kendimi teselli edilmiş, memnun ve hatta mutlu hissetmeme, Almanya ve Alman halkının kaderi için özel bir ilgi geliştirmeme yardımcı oldu.


İlk başta şaşırdığım -ve nihayetinde muazzam ve sevindirici bir rahatlama yaşadığım- şey, Murray’nin tam bir Alman hayranı olduğuydu. Almanların felsefeye, matematiğe, bilime, mühendisliğe, bilimsel tarihe ve edebiyata katkılarını biliyor ve çok takdir ediyordu. Sevgili hocası Mises aslen Almanca yazmıştı ve Alman kültürünün bir ürünüydü. Murray Alman müziğini severdi, Alman barok kiliselerini severdi, Bavyera bira bahçesi atmosferini ve kiliseden bira bahçesine gitme geleneğini severdi. Evlenmeden önceki adı JoAnn Schumacher olan eşi Joey de Alman kökenliydi ve Joey, Richard Wagner Topluluğu’nun bir üyesi olarak ömrü boyunca operaya tutkundu. Murray’nin daha sonra tanışacağım arkadaşlarının çoğu da Alman hayranıydı.


Bunların başında, bu konferansımız vesilesiyle tekrar görmeyi umduğum ama ne yazık ki yaklaşık bir yıl önce aramızdan ebediyen ayrılan, klasik liberalizmin büyük tarihçisi Ralph Raico geliyordu. Ralph ile New York’a gelişimden sadece birkaç ay sonra, Murray’nin Yukarı Batı Yakası’ndaki dairesinde düzenlenen bir partide tanıştım. Onun iğneleyici alaycılığını hemen benimsedim ve yıllar içinde yakın bir dostluk geliştirdik. Çeşitli Mises Enstitüsü etkinliklerindeki birçok buluşmamızın yanı sıra, özellikle Kuzey İtalya’daki uzun süreli ortak seyahatlerimizi ve özellikle de bir zamanlar (fakat şu anda değil) ayrılıkçı (secessionist) Lega Nord’un (Kuzey Birliği) üyeleri ve dostları tarafından finanse edilen Milano’daki bir konferansta, bazı kendini “anti-faşist” olarak adlandırılan göstericilerin konferansın yapıldığı otelin önünde belirerek bizi “libertari fascisti” olarak suçladıkları (vay canına!) zamanları hâlâ keyif ve özlemle anıyorum. Ralph aynı zamanda beni Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile tüm iki savaş arası döneme ilişkin revizyonist akademik çalışmalarla tanıştıran kişiydi ve bana Alman liberalizminin tarihini ve özellikle de çağdaş Almanya’da neredeyse tamamen unutulmuş olan 19. yüzyıldaki radikal liberteryen düşünce temsilcilerini öğreten kişi de Ralph oldu.


Bu arada Lew Rockwell de Alman hayranı olduğunu erkenden göstermişti. New York’ta 1985 sonbaharında ilk tanıştığımızda bir Mercedes 190 kullanıyordu, daha sonra birkaç yıllığına Amerikan yapımı bir kamyonet kullanarak çizgisinden sapmıştı, ancak sonunda BMW tarafından üretilen bir Mini Cooper kullanarak çizgisine geri döndü.


Ama hepsinin ötesinde Murray bana, her zaman galipler tarafından yazılan resmî tarihe asla güvenmemeyi, bunun yerine tüm tarihsel araştırmaları suçu soruşturan bir dedektif gibi yürütmeyi öğretti. Yani, her zaman, her şeyden önce ve ilk yaklaşım olarak, bir güdü ve gerekçe bulabilmek için parayı takip edin. Şu veya bu hamleden para, gayrimenkul ya da salt güç anlamında kim kazançlı çıkacaktır? Çoğu durumda, bu soruyu yanıtlamak sizi doğrudan söz konusu hamle, tedbir ya da politikadan sorumlu eylemci ya da eylemciler grubuna götürecektir. Bu soruyu sormak ne kadar basit olsa da, cevaplamak ve görünüşte alicenap ama kibirli ve hamasi retorik ve dindarlık taslayan propagandadan oluşan devasa bir sis perdesinin altından, bir suçu gerçekten kanıtlayacak ve faillerini tespit edip “ortaya çıkaracak” somut gerçekleri ve göstergeleri, yani para akışları ve refah kazanımlarını ortaya çıkarmak çok daha zordur ve genellikle meşakkatli bir araştırma zahmeti gerektirir. Murray bu konuda bir ustaydı ve bunu bilgisayarlara, internete ve Google gibi arama makinelerine erişiminizin olmadığı bir dönemde yaptı. Murray’den öğrendiğim üzere, bu dedektiflik işini yapmak için resmî belgelerin, ana akım medyanın, büyük ve ünlü isimlerin, akademik “yıldızların” ve “prestijli” dergilerin, kısacası “saygın” ve “politik doğrucu” olarak kabul edilen her şeyin ve herkesin ötesine bakmanız gerekir. Ayrıca ve özellikle, yabancıların, aşırılık yanlılarının ve dışlanmışların, yani “saygısız” veya “içler acısı” insanların ve görmezden gelmeniz veya haberdar bile olmamanız gereken “karanlık” yayın organlarının çalışmalarına da dikkat etmelisiniz. Bugüne kadar bu tavsiyeye kulak verdim ve hatta bu tavsiyeyi uygulamaktan zevk aldım. Sık ziyaret ettiğim web sitelerinin yer imleri listesini görebilen herkes muhtemelen şaşıracak ve özellikle de herhangi bir müesses nizamcı ya da solcu muhtemelen şok olacak ve tiksintiyle irkilecektir.


Bu genel bakış açısı ve değerlendirme ile Murray (ve ben) gibi revizyonistler düzenli olarak, aşağılayıcı bir şekilde, bir takım kaçık komplo teorisyenleri olarak suçlanmaktadır. Murray bu suçlamaya tipik olarak şöyle yanıt verirdi: İlk olarak, pervasız ve alaycı bir şekilde ifade etmek gerekirse, kişi tescillenmiş bir paranoyak olsa bile bu tasdik, kimsenin aslında sizin ve paranızın peşinde olmadığının kanıtı olarak alınamaz. İkincisi ve daha sistematik bir şekilde açıklamak gerekirse: Elbette komplolar, sözde komplocuların sayısı arttıkça daha az olasıdır. Ayrıca, her şeye gücü yeten bir komplocular grubu tarafından yönetilen, her şeyi kapsayan tek bir büyük komplonun varlığını varsaymak saflıktır. Ancak komplolar, genellikle rakip ve hatta çelişkili komplolar, yani ortak bir hedef doğrultusunda birlikte hareket eden çeşitli insan gruplarının gizli çabaları, toplumsal gerçekliğin her zaman var olan bir özelliğidir. Herhangi bir eylem gibi, bu tür komplolar da başarılı olabilir ya da başarısız olabilir ve komplocuların niyet etmediği sonuçlara yol açabilir. Ancak gerçekçi olmak gerekirse, tüm tarihsel olaylar olmasa da çoğu, tanımlanabilir bazı insanların ya da birlikte hareket eden bir grup insanın amaçladığı gibi gerçekleşir. Aslında, bunun aksini varsaymak, inanılmaz bir şekilde, tarihin anlaşılamayan kazalar dizisinden başka bir şey olmadığını varsaymaktır.


Dahası, Murray’den dünyanın ve dünyayı ilgilendiren yönetsel meselelerin tam ve gerçekçi bir resmini elde edebilmek için Avusturo-liberteryen teoriyi revizyonist tarihle tamamlamanın gerekliliğini öğrenirken, aynı zamanda ondan insanlar, eylemler ve olaylar hakkında ihtiyatlı ve mantıklı bir şekilde yargılama ve değerlendirme sanatı konusunda da sürekli eğitim aldım. Saf teori, doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, etkili, yani amaçlanan hedefe götüren ya da etkisiz gibi oldukça net yargılarda bulunmamızı sağlar. Ancak yargılarımızı tetikleyen ya da ortaya çıkaran eylem ve olayların hepsi olmasa da birçoğu bu şekilde değerlendirilebilecek konular kategorisine girmez. Etrafımız, daha doğrusu her yanımız, mülkiyetimizi ve dolayısıyla tüm yaşam biçimimizi sistematik olarak etkileyen ve yönlendiren kararları rızamız olmadan ve hatta açıkça karşı çıkmamıza rağmen alan ve uygulayan bir sınıf insan, yani politikacılar ve devlet görevlileri tarafından kuşatılmış durumdayız. Kısacası: bir eylemciler topluluğunun tam tersine, bir yönetenler elitiyle burun buruna gelmiş durumdayız. Politikacılar ve politik kararlarla karşı karşıya kaldığımızda ise, yargılarımız en iyi ihtimalle ikinci en iyilerin değerlendirilmesiyle ilgilidir. Soru doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, etkili ya da etkisiz değildir. Aksine, mesele şudur: Politik kararların kendiliğinden yanlış, haksız ve etkisiz olduğu düşünüldüğünde, bu kararlardan hangisi daha az yanlış, haksız ve etkisizdir ve gerçeğe, doğruya, iyiye nispeten daha yakındır ve hangi kişi diğerinden daha az ya da daha çok kötülüğü temsil etmektedir. Bu tür sorulara bilimsel bir yanıt vermek mümkün değildir, zira yanıt vermek sayısız ölçülemez ve kıyaslanamaz değişkenin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesini gerektirir. Ve her hâlükârda, geçmişteki ya da gelecekteki gelişmelerle ilgili yeni keşfedilen gerçekler, böyle bir yargının hatalı olduğunu ortaya çıkarabilir. Ancak cevap keyfî de değildir. Doğru, haklı ve etkili olan sabit noktalar olarak bellidir ve ister mantığa ister ampirik kanıtlara dayansın, çeşitli ikinci en iyileri bu noktalara daha yakın ya da daha uzak konumlandırmak için nedenler sunulmalıdır. Doğrusu, bu gibi konularda yargıda bulunmak zor bir sanattır, tıpkı girişimciliğin bir bilim değil bir sanat olması gibi. Nasıl ki bazı insanlar girişimcilikte iyiyken diğerleri kötüyse ve bu durum parasal kâr ya da zararla kendini gösteriyorsa, bazı insanlar da siyasî olayları ve tarafları değerlendirmede iyi olurken diğerleri kötü olur, bilge ve sağduyulu yargıçlar olarak itibar kazanır ya da kaybederler.


Murray elbette yargılarında hatasız değildi. Örneğin 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında, Yeni Sol’un savaş karşıtı duruşunu gerçekte olduğundan daha ilkeli bularak yanlış değerlendirdi ve daha sonra bunun bir hata olduğunu peşinen itiraf etti. Ayrıca Joey’in muhakemesinin ondan daha iyi ve isabetli olduğu en az bir münferit olayı da biliyorum. Ancak buna rağmen, Murray’dekinden daha sağlam ve sonradan haklı çıkan bir muhakeme yeteneğine sahip biriyle karşılaşmadım.


Bununla birlikte, Murray ile olan uzun dostluğum sırasında öğrendiğim ikinci büyük derse gelmek istiyorum. Revizyonizmle ilgili ilk ders pratik ve metot meseleleriyle ilgiliyken, ikinci ders varoluşsal meselelerle ilgiliydi.


Murray ile tanışmadan önce, onun ağırlıklı olarak solcu-liberal bir akademide radikal bir dışlanmış olduğunu elbette biliyordum ve bunun bazı fedakârlıklar gerektireceğini, yani bir Rothbardyenin sadece maddi beklentiye girmemesini değil, aynı zamanda Rothbardyen olmak için de bir bedel ödemesi gerekeceğini bekliyordum (ve kendi adıma bunu kabul etmeye hazırdım). Ancak bu bedelin ne kadar yüksek olduğunu fark ettiğimde oldukça şaşırdım. Brooklyn Politeknik’in prestijli bir üniversite olmadığını biliyordum, yine de Murray’nin orada rahat ve iyi maaşlı bir görevde olmasını bekliyordum. Dahası, o zamanlar ABD’yi hâlâ serbest girişimin kalesi ve sığınağı olarak görüyordum ve dolayısıyla kapitalizmin en önde gelen entelektüel savunucusu ve Marx’ın cisimleşmiş antitezi olarak Murray’nin, akademide olmasa bile kesinlikle akademi dışında, ticaret ve iş dünyasında yüksek itibar göreceğini ve buna bağlı olarak belli bir zenginlikle ödüllendirileceğini umuyordum.


Aslında Murray, Brooklyn Politeknik’te bir tarih profesörüyle paylaşmak zorunda kaldığı küçük, pis ve penceresiz bir ofiste çalışıyordu. Almanya’da bırakın profesörleri, araştırma görevlileri bile daha rahat bir ortamda çalışıyordu. Murray, okulundaki en düşük maaşlı profesörler arasında yer alıyordu. Gerçekten de, benim o zamanki Alman Ulusal Bilim Vakfı bursum -bir Heisenberg bursu- Murray’nin üniversite maaşından çok daha yüksekti (ki bunu keşfettikten sonra ona açıklamaya çok utandım). Murray’nin Manhattan’daki geniş ve tavana kadar kitaplarla dolu dairesi karanlık ve köhneydi. Kesinlikle onun oturduğunu hayal ettiğim çatı katına hiç benzemiyordu. Bu durum 1986 yılında, 60 yaşındayken Las Vegas’a ve UNLV’ye taşınmasıyla önemli ölçüde düzeldi. Benim maaşım orada önceki maaşıma kıyasla düşerken, Murray’nin maaşı hızla arttı, ancak hâlâ 100.000 doların altındaydı ve geniş ama sade bir ev satın alabiliyordu. UNLV’de daimî bir kürsünün sahibi olsa bile Murray’nin herhangi bir araştırma asistanı ya da özel sekreteri yoktu.


Yine de Murray hiçbir zaman şikayet etmedi, burukluk ya da kıskançlık belirtisi göstermedi, aksine her zaman neşeyle yoluna devam etti ve yazılarını yazmaya devam etti. Bu benim için öğrenmesi zor bir dersti ve hâlâ zaman zaman bunu kavramakta güçlük çekiyorum.


Joey ve Murray bir keresinde gülüşerek bana, hâlâ flört ettikleri dönemde her ikisinin de diğerinin iyi bir kısmet olacağını düşündüklerini anlatmışlardı. Joey, Murray Yahudi olduğu için, Murray de Joey Yahudi olmadığı için öyle düşünmüşler, ancak daha sonra her ikisinin de beklentilerinde yanıldıklarını fark etmişler.


Dahası, serbest piyasa kapitalizminin entelektüel bir savunucusu olarak elde ettiği büyük başarılara rağmen, Murray hiçbir zaman kayda değer bir ödül ya da paye kazanamadı. İktisat alanında bir Nobel ödülü kazanmamış olması elbette şaşırtıcı değildi. Ne de olsa büyük Mises de bu ödülü kazanmamıştı. Ancak sadece ABD’de serbest piyasalara ve özgürlüğe adanmışlıklarını beyan eden düzinelerce kurum -düşünce kuruluşları, vakıflar, iş dernekleri, araştırma merkezleri ve üniversiteler- vardı ve yine de hiçbiri Murray’ye önemli bir ödül veya onur ödülü vermedi, üstelik tüm bunlar olurken, örneğin, marjinal vergi oranını %35’ten %30’a düşürmek ya da ABD Çevre Koruma Ajansı’nın bütçesini birkaç yüzdelik dilim azaltmak gibi -“cesurca”- bazı aşamalı reformlar önermekten başka bir şey yapmayan ya da sadece “özgürlük” ve “serbest girişim” konusundaki “kişisel sevgilerini” sık sık, yüksek sesle ve yeterince vurgulayarak dile getiren insanları para ve ödül yağmuruna tutmuşlardı.


Bunların hiçbiri Murray’nin canını en ufak bir şekilde bile sıkmadı. Benim hâlâ öğrenmem gereken nedenler yüzünden de aslında hiçbir beklentiye girmemişti.


Murray’nin farkına vardığı ve benim de hâlâ öğrenmem gereken şey, Avusturo-liberteryenizme yönelik en gürültülü ve şiddetli ret ve muhalefetin geleneksel sosyalist soldan değil, daha ziyade kendini “anti-sosyalist”, “sınırlı hükümet”, “minimal devlet”, “özel teşebbüs yanlısı” ve “özgürlük yanlısı” addeden bu kesimlerden ve onların tasmalı entelektüel sözcülerinden, özellikle de Beltway Liberteryenleri olarak bilinen rejim liberteryeni kesimden geleceğiydi. Murray’nin düz bir mantıkla doktrinlerinin tutarsız entelektüel palavralardan başka bir şey olmadığını ve Mises’in Milton Friedman ve onun tayfasına yönelik hükmünü kullanırsak, aksi yöndeki şiddetli itirazlarına rağmen hepsinin de “bir avuç sosyalist” olduğunu göstermiş olmasını bir türlü hazmedemediler. Çünkü Murray’nin de savunduğu gibi, bir Devletin, herhangi bir Devletin, kendisini ilgilendiren anlaşmazlıklar da dâhil olmak üzere her türlü anlaşmazlık ve çatışma durumunda nihai karar verme yetkisine sahip bölgesel bir tekel olarak tanımlanan bir Devletin varlığını bir kez kabul ettiğinizde, tüm özel mülkiyet geçici Devlet hibesi şeklinde nominal olarak özel kalsa bile fiilen ortadan kaldırılmış ve yerini “kolektif” ya da daha ziyade Devlet mülkiyeti sistemine bırakmıştır. Devlet, herhangi bir Devlet, “üretim unsurlarının kolektif mülkiyeti” olarak tanımlanan sosyalizm anlamına gelir. Devlet kurumu, özel mülkiyet ve özel mülkiyete dayalı girişim ile praksiyolojik olarak bağdaşmaz. Devlet, özel mülkiyetin anti-tezidir ve özel mülkiyetin ve özel teşebbüsün herhangi bir savunucusu, mantık gereği, anarşist olmak zorundadır. Bu konuda (diğer pek çok konuda olduğu gibi) Murray taviz vermeye isteksizdi ya da muhaliflerinin deyimiyle “inatçı bir uzlaşmazdı”. Çünkü teoride ve düşüncede uzlaşma kabul edilemez. Günlük yaşamda, uzlaşma elbette sürekli ve her yerde bulunan bir özelliktir. Ancak teoride uzlaşma en büyük günahtır, kesin ve mutlak bir “mümkünatı olmayan”dır. Örneğin, 1+1=2 ya da 1+1=3 gibi birbiriyle bağdaşmayan iki önermenin ortasında uzlaşmak ve bunun 2,5 olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır. Doğruluk ve yanlışlığın “ortasında buluşma” söz konusu olamaz.


Burada, Murray’nin tavizsiz radikalizmiyle ilgili olarak, Ralph Raico tarafından anlatılan küçük bir anekdotun yeri gelmiş gibi görünüyor. Ralph’ten alıntı yaparsak:


Murray özel biriydi. Bu gerçeği onunla tanıştığım ilk gece fark ettim. Mises seminerinden sonraydı; bir arkadaşım ve ben seminere davet edilmiştik ve daha sonra Murray kahve içip muhabbet etme teklifinde bulundu. Arkadaşım ve ben büyük Mises karşısında büyülenmiştik ve Murray doğal olarak bizim coşkumuzu görmekten memnun oldu. Mises’in tüm iktisadî düşünce tarihinin olmasa bile en azından yüzyılın en büyük iktisatçısı olduğuna dair bizi ikna etti. Politikaya gelince, Murray sesini kinayeli bir komplocu tonunda alçaltarak şöyle dedi: “Konu siyasete gelince, bazılarımız Mises’i Komünist Olmayan Sol’un bir üyesi olarak görüyor.” Evet, çok özel biriyle tanıştığımızı tam da o an kolayca anlamıştık.

Murray’nin aksine, bildikleri her şeyi Murray’den, özellikle de onun Man, Economy and State (İnsan, İktisat ve Devlet) kitabından öğrenmiş olan pek çok kişi bu tür entelektüel tavizler vermeye istekliydi ve entelektüel “esneklikleri” ve “hoşgörüleri” için ziyadesiyle ödüllendirildiler. Ama Murray öyle değildi! Ve sonuç olarak, “sınırlı hükümetçi serbest piyasacılık endüstrisinin” önde gelenleri tarafından görmezden gelindi, dışlandı ya da kınandı (ve hâlâ da kınanmaktadır). Ayrıca Lew Rockwell ve Mises Enstitüsü’nün ortaya çıkışına kadar yalnız bir savaşçı olarak herhangi bir kurumsal destekten yoksun kaldı.


Bu Rothbardfobi’yi ben de dolaylı yollardan tecrübe ettim. Çünkü yeni gelen Alman’ın Murray’nin oğlu olduğu ve aynı zamanda oldukça “uzlaşmaz” göründüğü duyulur duyulmaz, kendimi hemen onunla aynı kara listeye alınmış buldum. Böylece, Rothbardyen olmanın ne anlama geldiğine dair ilk önemli gerçek hayat dersini çabucak öğrenmiş oldum.


Bir diğer ders de alçakgönüllülüktü. Murray’nin büyük bir kütüphanesi vardı, muazzam miktarda literatür okumuş ve hazmetmişti ve sonuç olarak mütevazı bir adamdı. Herhangi bir “özgünlük” iddiasını kabul etme ya da varsayma konusunda her zaman isteksiz ve son derece şüpheciydi. “Orijinallik” iddialarının çoğunlukla küçük kütüphaneleri olan ve az okuyan insanlar tarafından ortaya atıldığını biliyordu. Bunun tam aksine, Murray başkalarının hakkını teslim etme konusunda son derece cömertti. Ve isteyen herkese tavsiye verme konusunda da aynı derecede cömertti. Gerçekten de, akla gelebilecek hemen her konuda, size kapsamlı bir kaynakça sunmaya hazırdı. Ayrıca, en alt düzeydeki öğrencileri arasında bile her türlü üretkenlik belirtisini teşvik ederdi.


Her zaman bu örneği takip etmeye çalışsam da, kendimi Murray kadar ileri gitmeye ikna edemedim. Çünkü Murray’nin alçakgönüllülüğünün aşırı olduğunu, neredeyse hataya varacak kadar alçakgönüllü olduğunu düşündüm ve hâlâ da böyle düşünüyorum. Örneğin Brooklyn Politeknik’teki çoğu mühendislik öğrencisi (ya da Murray’nin Mises’in New York Üniversitesi’ndeki öğrencilerini tanımladığı gibi “hazır kariyer öğrencisi”) onun kim olduğu hakkında hiçbir fikre sahip değildi, çünkü Murray kendi çalışmalarından hiç bahsetmiyordu. Murray şehir dışındayken onun yerine derse girdiğimde benden neşeli profesörlerinin kim olduğunu öğrendiklerinde gerçekten şaşırdılar. UNLV’de de durum pek farklı değildi. Ben onun gayriresmî halkla ilişkiler temsilcisi olarak onu aktif bir şekilde tanıtırken, Murray kendisini küçük görmeye devam etti. Sosyal bilimler alanında akla gelebilecek hemen her konuda yazmış olmasına rağmen, öğrencilerine dönem ödevleri önerirken ya da verirken, kendi yazılarından ancak sonradan ya da özel istek üzerine söz ederdi.


Yine de Murray’in aşırı alçakgönüllülüğünün talihsiz bir etkisi daha oldu. 1986’da Las Vegas’a taşındığımızda UNLV’yi Avusturya İktisat Ekolü’nün bir kalesi hâline getirmeyi umuyorduk. O zamanlar UNLV’nin basketbol takımı Runnin’ Rebels, koç Jerry Tarkanian yönetiminde ulusal bir başarı abidesiydi, her zaman biraz rezillik çıkarırdı ama şanının görmezden gelinmesi imkânsızdı. UNLV’de iktisadın Runnin’ Rebels’ı olmayı umuyorduk. Birkaç öğrenci böyle bir gelişme beklentisiyle üniversiteye transfer olmuş ve kayıt yaptırmıştı. Ancak bu umutlar kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. UNLV’ye vardığımızda iktisat bölümünün yapısı önemli ölçüde değişmişti ve ardından çoğunluk kuralı, yani demokrasi devreye girdi. Avusturya etkisini dengelemek için, sadece bir yıl sonra, bölüm çoğunluğu, bizim muhalefetimize rağmen, isimsiz bir Marksisti işe almaya karar verdi. Murray’den konumunu ve itibarını kullanarak üniversitenin üst düzey yöneticilerine müdahale etmesini ve bu atamayı engellemesini istedim. Murray, UNLV’de Jerry Tarkanian dışında ulusal düzeyde tanınan tek kişiydi. Üniversitedeki tek daimî kürsüye sahipti. Üniversitenin rektörünü ve rektör yardımcısını yakinen tanıyorduk ve her ikisiyle de samimi ilişkilerimiz vardı. Dolayısıyla, bölümün kararını bozmak için gerçekçi bir şans olduğuna inanıyordum. Ancak Murray’yi kendi gücüne inandıramadım.


Kaçırılan bu fırsattan sonra işler daha da kötüye gitti. Bölüm, Avusturya Ekolü’nden ya da Avusturya Ekolü sempatizanı olmayan herkesi işe almaya devam etti. Öğrencilerimize kötü muamele edildi ve ayrımcılık yapıldı. Bölüm ve işletme fakültesi dekanı kadroya alınmamı reddetti (bu karar, öğrencilerin yoğun protestoları ve üniversitenin bazı bağışçılarının araya girmesiyle üniversitenin rektörü ve başkanı tarafından iptal edildi). Bölüm başkanı, Murray’nin profesörlük performansı hakkında çirkin, kötü ve aşağılayıcı bir yıllık değerlendirme yazdı (bunun üzerine üniversite yönetimi bölüm başkanını görevinden istifaya zorladı). Sonuç olarak, işleri tersine çevirmek için ikinci bir şans doğdu. Bölümü bölmek ve Liberal Sanatlar Koleji’nde ayrı bir iktisat bölümü kurmak için planlar geliştirildi ve rektörle görüşüldü. Bu kez Murray devreye girdi. Ancak bu arada bizim lehimize olan başlangıçtaki ivme kaybedilmişti ve ilk direniş belirtilerinin ardından Murray hızla istifa etti ve pes etti. Amansızca saldırıp mücadele etme arzusunu yitirmişti ve ayrılıkçı projemiz kısa sürede yenilgiyle sonuçlandı.


UNLV destanımızı hızlıca sonuçlandırmak amacıyla şunları belirtmek istiyorum: Murray’in 1995’teki ölümünden sonra, UNLV’de giderek daha düşmanca bir ortamda on yıl daha çalışmaya devam ettim. Bir zamanların müşfik üniversite yönetimi değişmişti ve ben kendimi daha da kıymetsiz ve yerime yabancı hissediyordum. Öğrenciler arasındaki büyük popülerliğim bile öğretimimden kaynaklanan “tehlikenin” kanıtı olarak bana karşı kullanılıyordu. 2004 yılında bir skandala karıştım. Bir derste varsayımsal olarak eşcinsellerin genellikle ve çocuk sahibi olmamaları nedeniyle nispeten daha yüksek derecede zaman tercihine, yani şimdiki zaman yönelimine sahip olduklarını öne sürmüştüm. Mızmız bir öğrenci şikâyette bulundu ve üniversitenin pozitif ayrımcılık komiseri, sanki bu fırsatı beklemiş gibi, hemen bana karşı yasal işlem başlattı ve derhâl alenen geri adım atıp özür dilemediğim takdirde ciddi cezai önlemler almakla tehdit etti. “İnatçı bir uzlaşmaz” olduğum için bunu yapmayı reddettim. Ve eminim ki tam bir yıl süren idari tacizden sonra, düşünce polisiyle girdiğim bu savaştan galip çıkmamın ve üniversite yönetiminin utanç verici bir yenilgiye uğramasının tek nedeni, af talebinde bulunmayı kararlı bir şekilde reddetmemdi. Bir yıl sonra görevimden istifa ettim ve hem UNLV’den hem de ABD’den temelli ayrıldım.


Murray’e dönecek olursak: UNLV’deki gelişmelerden dolayı doğal olarak hayal kırıklığına uğradım. Ancak bunların devam eden işbirliğimiz üzerinde en ufak bir etkisi olmadı. Belki de Murray başından beri haklıydı ve daha gerçekçiydi ve gençliğin verdiği aşırı iyimserlikten muzdarip olan bendim. Ve her hâlükârda, olayların daha büyük boyutuyla ilgili öğrenmem gereken önemli bir ders daha vardı.


Çoğu insan yaşlandıkça görüşlerinde daha ılımlı ve daha “hoşgörülü” olma eğilimindeyken, Murray zaman içinde giderek daha radikal ve daha az hoşgörülü oldu. Tabii ki daha önce de vurguladığım gibi, bu kişisel ilişkilerinde geçerli değildi. Bu bağlamda Murray sonuna kadar bir “yumuşak başlı” oldu ve öyle kaldı, ancak konuşmalarında ve yazılarında tam tersini yaptı. Bu radikalleşme ve artan “uzlaşmazlık”, genel olarak ABD siyaset dünyasında ve özellikle de “sınırlı hükümet serbest piyasa endüstrisinde” ve Washington D.C.’nin Beltway çevresinde toplanan sözde liberteryenler arasındaki gelişmelere yanıt olarak geldi. Orada ve her yerde, sola ve sol fikirlere doğru yavaş ama sistematik bir kayma, o zamandan bu yana, günümüze kadar, sadece daha fazla ivme kazanan ve güçlenen bir sürüklenme gözlemlenebiliyordu. Sürekli olarak “insan hakları” ve “medeni haklar”, “kadın hakları” ve “eşcinsel hakları”, ayrımcılığa uğramama “hakkı”, serbest ve sınırsız göç “hakkı”, ücretsiz öğle yemeği ve ücretsiz sağlık hizmeti “hakkı” ve hoş olmayan konuşma ve düşüncelerden korunma “hakkı” gibi yeni “haklar” “keşfedildi” ve özellikle de sözde liberteryenler tarafından benimsendi. Murray, bu sözde “hakların” hiçbirinin özel mülkiyet haklarıyla uyumlu olmadığını göstererek tüm bu sözde “hümaniter” (insancıl) ya da Almanca bir terim kullanmak gerekirse “Gutmenschen” laflarını entelektüel bir saçmalık olarak yıktı. Ve herkesten çok liberteryenlerin bilmesi gerektiği gibi, yalnızca özel mülkiyet hakları, yani her insanın kendi fiziksel bedeninin mülkiyetine ve kendisi tarafından âdil bir şekilde (barışçıl olarak) edinilen tüm dış nesnelerin mülkiyetine sahip olma hakkı, evrensel ve mümkün insan hakları olarak argümantatif bir şekilde savunulabilir. O hâlde, Murray’nin tekrar tekrar gösterdiği gibi, özel mülkiyet hakları dışındaki her şey sahte, evrenselleştirilemez haklardır. Özel mülkiyet hakları dışındaki her “insan hakları” çağrısı nihayetinde egalitaryenizmden (eşitlikçilikten) kaynaklanır ve bu nedenle insan doğasına karşı bir isyanı temsil eder.


Dahası, Murray -Erik von Kuehneldt-Leddihn’in “sağ haklıdır” (the right is right) sözünden hareketle- liberteryen bir toplumsal düzen kurmak, sürdürmek ve savunmak için yalnızca saldırmazlık ilkesine bağlı kalmaktan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğuna işaret ederek daha da sağa kaymıştır. Sol ya da Murray’in deyimiyle “şekilci” (modal) liberteryenlerin “başkasına saldırmadığın sürece yaşa ve bırak yaşasın” ideali, ebeveyn otoritesine ve her türlü sosyal gelenek ve kontrole isyan eden ergenlere çok çekici gelse de, birbirinden uzakta yaşayan ve birbirleriyle sadece dolaylı ve uzaktan mübadeleye girerek ilişki kuran insanlar için yeterli olabilir. Ancak komşu ve aynı toplumun sakinleri olarak birbirlerine yakın yaşayan insanlar söz konusu olduğunda kesinlikle yetersizdir. Komşuların ve belirli bir toprak parçası üzerinde birbirleriyle düzenli olarak doğrudan temas hâlinde olan insanların barış içinde bir arada yaşaması aynı zamanda dil, din, gelenek ve görenek bakımından kültürel bir ortaklığı da gerektirir. Birbirinden uzak, fiziksel olarak ayrılmış topraklarda farklı kültürlerin barış içinde bir arada yaşaması mümkündür, ancak multikültüralizm ve kültürel heterojenlik (çeşitlilik), toplumsal güvenin azalmasına, gerilimin artmasına ve nihayetinde “tek adam, tek iktidar” çağrısına ve liberteryen bir toplumsal düzene benzeyen her şeyin yok olmasına yol açmadan aynı yerde ve aynı topraklarda var olamaz.


Daha önce olağan şüpheliler tarafından görmezden gelinen, umursanmayan ya da yadırganan Murray, şimdi “politik doğruculuk” olarak kabul edilen her şeye karşı bu duruşuyla kötüleniyor ve gizlenmeyen bir nefretle anılıyor. Bunu artık çok tanıdık olan suçlayıcı terimler dizisi de takip ediyor: Murray gerici, ırkçı, cinsiyetçi, otoriter, elitist, zenofobik (yabancı düşmanı), faşist ve hepsinin ötesinde köklerinden nefret eden bir Yahudi Nazi’ydi.


Murray bunların hepsine omuz silkti. Hatta buna güldü bile. Ve gerçekten de, Murray’nin “iftira ittifakı” olarak andığı “anti-faşist” hasımlarının birleşik halk cephesinin şaşkınlığına rağmen, etkisi giderek arttı ve ölümünden bu yana daha da artmaya devam etti. Yaygın olarak tanınmıyor olabilir, ancak Murray olmasaydı, bildiğimiz Ron Paul olmazdı -ve bunu Ron Paul’un kendi kişisel rolünü ve olağanüstü başarılarını en ufak bir şekilde küçültmek ya da azaltmak istemeden söylüyorum-, Ron Paul hareketi olmazdı ve popüler ya da “iftira ittifakının” deyimiyle “popülist” liberteryen gündem olmazdı.


Bana gelince; benim görüşlerim de Murray’inkilerle birlikte radikalleşti. Benim Democracy: The God That Failed adlı kitabım bu entelektüel gelişimin ilk büyük belgesiydi ve sol-liberteryen ve “politik doğrucu” olan her şeye karşı radikal hoşgörüsüzlüğüm o zamandan beri artarak devam ediyor. Söylemeye gerek yok ki ben de daha sonra Murray gibi “iftira ittifakı” tarafından aynı ve hatta birkaç ekstra onursal unvanla ödüllendirildim (kendinden nefret eden Yahudi şeyleri hariç). Yine de Murray’nin yaptığını gördüğüm, Ralph Raico’nun her zaman teşvik ettiği ve bana tavsiyelerde bulunmaya devam ettiği gibi ben de tüm bunlardan yakamı sıyırmayı öğrenmiştim. Buna ek olarak, popüler bir Alman deyişini hatırlamak bana yardımcı oldu: “Viel Feind, viel Ehr.” (“Düşmanın bolluğu, onurun/bağımsızlığın bolluğu demektir” veya “Düşmanın çoksa doğru yoldasın demektir”.) Nitekim, şu anda on ikinci yılında olan ve gerçekten Rothbardyen bir ruhla düzenlenen ve yürütülen yıllık Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti konferansımın salonu dolup taşırarak ispatladığı istikrarlı başarısı, bana yönelik tüm karalama kampanyalarının tamamen başarısız olduğunu gösterdi. Hatta bu karalama kampanyaları, gittikçe daha geniş bir entelektüel dost, iştirakçi ve destekçi kitlesini kendime çekmemde bana engel olmaktan ziyade yardımcı oldu.


Şunu da eklemeliyim ki son on yıl içinde, sevgili eşim Gülçin’in bilge ve tavizsiz rehberliği ışığında, doğam ve fıtratım bu konuda Murray’e yaklaşmamı engellemiş olsa da tavizsiz entelektüel radikalizmi kişisel sevimlilikle birleştirme konusunda büyük adımlar attım.


Burada Lew Rockwell hakkında çok az şey söyledim ve içtenlikle özür dilerim. Ancak eklemeliyim ki Lew, Murray haricinde, bugün olduğum kişi olmama yardımcı olan en önemli kişilerden biri olmuştur. Ve bugün bizi yukarıdan izlediğine emin olduğum Murray’e de şunu söylemek istiyorum: Teşekkür ederim Murray, sen benim kahramanımsın, “eşine rastlayabileceğimi sanmıyorum” ve umarım öğrencin olmamdan mutlusundur. Bana “harika Hans, aferin oğlum” dediğin her defasında muazzam bir sevinç duydum ve şimdilik sesini duyamasam da, bunu şu anda düşüncenin krallarının toplandığı yerde tekrar söylemenden daha büyük bir mutluluk yaşayamazdım.


Hoppe, Rothbard ve Rockwell

 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Arda Uludağ & Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Hans-Hermann Hoppe’nın 28 Eylül 2018’de yayınlanan Getting Libertarianism Right adlı eserinin Mises.org sitesinde paylaşılan “Coming of Age with Murray” başlıklı dördüncü ve son bölümünden tercüme edilmiştir.
126 görüntüleme1 yorum
bottom of page