top of page

Demokratik Leviathan

Hans-Hermann Hoppe - 19.12.2001


Teori, tarihi düzgün bir şekilde yorumlamak için vazgeçilmez bir unsurdur. Tarih -yani zaman içinde gelişen olaylar dizisi- “kördür”. Nedenler ve sonuçlar hakkında hiçbir şey açıklamaz. Örneğin, feodal Avrupa’nın fakir, monarşik Avrupa’nın daha zengin ve demokratik Avrupa’nın da hâlâ daha zengin olduğu ya da 19. yüzyıl Amerikasının düşük vergiler ve az sayıda regülasyonla fakir, günümüz Amerikasının ise yüksek vergiler ve çok sayıda regülasyonla zengin olduğu konusunda hemfikir olabiliriz.


Peki Avrupa feodalizm yüzünden mi fakirdi ve monarşi ile demokrasi sayesinde mi zenginleşti? Yoksa Avrupa monarşi ve demokrasiye rağmen mi zenginleşti? Yahut bu olguların birbiriyle ilgisi yok mu? Benzer şekilde, günümüz Amerikasının daha yüksek vergiler ve daha fazla regülasyon nedeniyle mi, yoksa bunlara rağmen mi daha zengin olduğunu sorabiliriz. Yani, vergiler ve regülasyonlar 19. yüzyıldaki seviyelerinde kalsaydı Amerika daha da müreffeh olmaz mıydı?


Tarihçilerin bu tür sorulara cevap vermesi mümkün değildir ve hiçbir istatistiksel veri manipülasyonu bu gerçeği değiştiremez. Her ampirik olaylar silsilesi, birbiriyle bağdaşmayan bir dizi rakip yorumdan herhangi biriyle uyumludur.


Bu tür bağdaşmaz veya uyumsuz yorumlara ilişkin bir karar vermek için bir teoriye ihtiyacımız vardır. Teori derken, geçerliliği daha ileri deneyimlere bağlı olmayan, ancak a priori olarak kurulabilen bir önermeyi kastediyorum. Bu, teorik bir önerme oluştururken deneyimden tamamen vazgeçilebileceği anlamına gelmez. Ancak, deneyim gerekli olsa bile, teorik kavrayışların mantıksal olarak belirli bir tarihsel deneyimin ötesine uzandığı ve aştığı anlamına gelir.


Teorik önermeler zorunlu olgular ve bağıntılar ve dolaylı olarak da imkânsızlıklar hakkındadır. Dolayısıyla deneyim bir teoriyi açıklayabilir. Ancak tarihsel deneyim ne bir teorem kurabilir ne de onu çürütebilir.


İktisadî ve siyasî teori, özellikle de Avusturyan teori, bu tür önermelerden oluşan bir hazinedir. Örneğin, bir malın daha büyük bir miktarı aynı malın daha küçük bir miktarına tercih edilir; üretim tüketimden önce gelmelidir; şimdi tüketilen şey gelecekte tekrar tüketilemez; piyasa fiyatlarının altında sabitlenen fiyatlar kalıcı kıtlıklara yol açacaktır; üretim faktörlerinde özel mülkiyet olmadan üretim faktörü fiyatları olamaz ve üretim faktörü fiyatları olmadan maliyet muhasebesi yapılamaz; kâğıt para arzındaki bir artış toplumun toplam zenginliğini artıramaz, sadece mevcut zenginliği yeniden dağıtabilir; tekel (piyasaya serbest girişin olmaması) rekabete göre daha yüksek fiyatlara ve daha düşük ürün kalitesine yol açar; hiçbir şey ya da bir şeyin bir parçası aynı anda birden fazla şahsın mülkiyetinde olamaz; demokrasi (çoğunluk yönetimi) ve özel mülkiyet birbiriyle uyuşmaz.


Teori elbette tarihin yerini tutamaz, ancak teori sağlam bir şekilde kavranmadan tarihsel verilerin yorumlanmasında ciddi hatalar kaçınılmazdır. Örneğin, önde gelen tarihçilerden Carroll Quigley, Sanayi Devrimi’yle birlikte servetin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde artmasının başlıca nedeninin kısmî rezerv bankacılığının icadı olduğunu iddia ederken, pek çok tarihçi Sovyet tarzı sosyalizmin içinde bulunduğu kötü ekonomik durumu demokrasinin yokluğuyla ilişkilendirmiştir.


Teorik bir bakış açısıyla, bu tür yorumlar reddedilmelidir. Kâğıt para arzındaki bir artış daha fazla refaha yol açamaz, yalnızca servetin yeniden bölüştürülmesine yol açar. Sanayi Devrimi sırasında yaşanan servet patlaması, kısmî rezerv bankacılığına rağmen gerçekleşmiştir. Benzer şekilde, sosyalizmin düştüğü kötü ekonomik durum da demokrasinin yokluğundan kaynaklanamaz. Bilakis, üretim faktörlerinde özel mülkiyetin ortadan kalkmasından kaynaklanmaktadır.


“Genelgeçer tarih” bu tür yanlış yorumlamalarla doludur. Teori, belirli tarihsel anlatıları tarihin olağan akışına ve tabiatına aykırı ve imkânsız olduğu gerekçesiyle dışlamamızı sağlar. Aynı şekilde, henüz denenmemiş olsalar bile, diğer bazı şeyleri de tarihsel olasılıklar olarak savunmamızı sağlar.


İktisat ve siyaset teorisini kullanan yeni kitabım Democracy: The God That Failed, modern Batı tarihinin revizyonist bir yeniden inşasıdır. Kitabım, devletsiz feodal düzenlerden mutlak monarşik devletlerin yükselişini, Fransız Devrimi ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle tamamlanan, Batı dünyasının monarşik devletlerden demokratik devletlere dönüşümünü ve ABD’nin “evrensel imparatorluk” mertebesine yükselişini kapsıyor.



Francis Fukuyama gibi Yeni-Muhafazakâr (Neo-Con) yazarlar bu gelişmeyi uygarlığın ilerlemesi olarak yorumlamış ve Batı sosyal demokrasisinin zaferi ve küreselleşmesiyle “Tarihin Sonu”nun geldiğini ilân etmişlerdir. Democracy: The God That Failed, benim aksini gösterme ve özel mülkiyeti ciddiye alan alternatif bir özgürlükçü (liberteryen) görüşü tanımlayıp ifade etme girişimimdir.


Üç Büyük Mit

Benim teorik yorumum üç tarihsel mitin paramparça edilerek çökertilmesini içeriyor. Bunlardan ilki ve en temel olanı, devletlerin devletçi olmayan önceki bir düzenden ortaya çıkmasının daha sonraki iktisadî ve medenî ilerlemeye neden olduğu mitidir. Aslında teori, herhangi bir ilerlemenin bir devlet kurumu sayesinde değil, ona rağmen gerçekleşmiş olması gerektiğine işaret eder.


Devlet, geleneksel olarak, nihai karar verme (yargı yetkisi) ve vergilendirme konusunda cebri bir bölgesel tekel uygulayan bir kurum olarak tanımlanır. Dolayısıyla tanım gereği, anayasası ne olursa olsun her devlet ekonomik ve etik açıdan kusurludur. Tüketiciler açısından her tekel “kötüdür”. Burada tekel, belirli bir üretim alanına serbest girişin olmaması olarak anlaşılmaktadır: X’i yalnızca bir kurum, örneğin A, üretebilir.


Herhangi bir tekel tüketiciler açısından “kötüdür” çünkü üretim alanına potansiyel yeni girişlerden korunduğu için ürününün fiyatı serbest girişe kıyasla daha yüksek ve kalitesi daha düşük olacaktır. Ve nihai karar verme yetkisine sahip bir tekelci de bilhassa kötüdür. Diğer tekelciler kalitesi düşük mallar (inferior goods) üretirken, tekelci bir yargıç, kalitesi düşük mallar üretmenin yanı sıra, kötü mallar da (bads) üretecektir, çünkü her anlaşmazlık durumunda nihai karar mercii olan yargıç, kendisini ilgilendiren her anlaşmazlıkta da son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Sonuç olarak, nihai karar verme tekelcisi olan bir kişi çatışmayı önlemek ve çözmek yerine, çatışmayı kendi lehine çözmek için çatışmaya neden olacak ve hatta çatışmayı teşvik edecektir.


Hiç kimse böyle tekelci bir yargıç hükmünü kabul etmeyeceği gibi, hiç kimse bu yargıcın “hizmeti” için ödenecek bedeli yine kendisinin belirlemesine izin veren bir hükmü de kabul etmeyecektir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir tekelci daha az mal (goods) üretmek ve daha fazla kötülük (bads) yapmak için daha fazla kaynak (vergi geliri) kullanacaktır. Böyle bir durum koruma için değil, daha çok baskı ve sömürü için bir reçetedir. Dolayısıyla devletin yarattığı sonuç barışçıl işbirliği ve toplumsal düzen değil, çatışma, kışkırtma, saldırganlık, baskı ve yoksullaşmadır, yani uygarlıktan uzaklaşmadır, medeniyetsizleşmedir. Devletlerin tarihi de her şeyden önce bunu göstermektedir. Bu tarih esasen sayısız milyonlarca masum devlet kurbanının tarihidir.


İkinci mit, mutlak monarşilerden demokratik devletlere tarihsel geçişle ilgilidir. Yeni-Muhafazakârlar bu gelişmeyi sadece ilerleme olarak yorumlamakla kalmaz; demokrasinin monarşiye göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve iktisadî ve ahlâkî ilerlemenin nedeni olduğu konusunda neredeyse evrensel bir mutabakat vardır. Bu yorum, demokrasinin 20. yüzyılda sosyalizmin her türünün, yani (Avrupa tipi) demokratik sosyalizmin, (Amerika tipi) “liberalizmin” ve Yeni-Muhafazakârlığın yanı sıra enternasyonal (Sovyet tipi) sosyalizmin, (İtalya tipi) faşizmin ve nasyonal (Nazi tipi) sosyalizmin de kaynağı olduğu gerçeği ışığında oldukça dikkat çekicidir.


Ancak daha da önemlisi, teori bu yorumla çelişmektedir; hem monarşiler hem de demokrasiler devlet olarak kusurlu iken, demokrasi de devletin büyüklüğünü ve etki alanını kontrol altında tutma konusunda monarşiden daha kötüdür.


Teorik olarak konuşursak, monarşiden demokrasiye geçiş, soydan geçme temelli bir tekel “sahibinin” (prens ya da kral) yerini geçici ve değiştirilebilir tekel “bekçilerinin” (cumhurbaşkanları, başbakanlar ve parlamento üyeleri) almasından daha fazlasını ya da daha azını içermez. Hem krallar hem de başkanlar kötülük üretecektir, ancak bir kral, tekelin “sahibi” olduğu ve onu satabileceği ya da miras bırakabileceği için, eylemlerinin sermaye değerleri üzerindeki yansımalarını önemseyecektir.


“Kendi” topraklarındaki sermaye birikiminin sahibi olarak kral, nispeten geleceğe odaklı olacaktır. Mülkünün değerini korumak ya da artırmak için sadece makul ölçülerde ve hesaplı bir şekilde sömürecektir. Buna karşılık, geçici ve değiştirilebilir bir demokratik bekçi ülkenin sahibi değildir, ancak görevde olduğu sürece onu kendi yararına kullanmasına izin verilir. Ülkenin mevcut kullanımına sahiptir ancak sermaye birikimine sahip değildir. Bu durum sömürüyü ortadan kaldırmaz. Aksine, sömürünün dar görüşlü (şimdiki zamana odaklı) ve hesapsız, yani sermaye birikiminin değeri dikkate alınmaksızın yapılmasına neden olur.


Her devlet pozisyonuna serbestçe girilebilmesi de demokrasinin bir avantajı değildir (buna karşın monarşide giriş kralın takdiriyle kısıtlanır). Aksine, sadece mal üretiminde rekabet iyi bir şeydir. Kötü şeylerin üretimindeki rekabet iyi değildir; aslında düpedüz kötülüktür. Doğuştan bu mevkilere gelen krallar, zararsız avareler ya da iyi adamlar olabilirler (ve eğer “deli” iseler, hanedanın mal varlığıyla ilgilenen yakın akrabaları tarafından çabucak dizginlenecek ya da gerekirse öldürüleceklerdir).


Bunun tam tersine, devlet yöneticilerinin halk tarafından seçimle belirlenmesi, zararsız ya da düzgün bir kişinin en tepeye çıkmasını esasen imkânsız kılar. Cumhurbaşkanları ve başbakanlar, ahlâkî açıdan sınır tanımayan demagoglar olmaları sayesinde bu mevkilere gelirler. Dolayısıyla, demokrasi sadece tehlikeli kişilerin hükümetin tepesine yükselmesini âdeta garanti altına alır.


Demokrasi özellikle toplumun zaman tercihi oranının yükselmesini (şimdiki zamana yönelimini) ya da toplumun “çocuklaşmasını” teşvik eder. Bunun sonucunda sürekli artan harcamalar ve vergiler, itibari kâğıt paranın tesisi ve enflasyonu, sonu gelmeyen bir kanun ve regülasyon seli ve sürekli büyüyen bir “kamu” borcu ortaya çıkar. Aynı şekilde, demokrasi tasarrufların azalmasına, hukukî belirsizliğin artmasına, ahlâkî kafa karışıklığına, kanunsuzluğa ve suça yol açar. Dahası, demokrasi servet ve gelir müsaderesi (gasbı) ve yeniden bölüşümü/dağıtımı için bir araçtır. Bazılarının (varlıklıların) mallarının yasama yoluyla “alınmasını” ve diğerlerine (yoksunlara) “verilmesini” içerir.


Ve muhtemelen yeniden dağıtılan şey değerli bir şey olduğu için -varlıklıların çok fazla, yoksulların ise çok az sahip olduğu- bu tür bir yeniden dağıtım, değerli olma ya da değerli bir şey üretme güdüsünün sistematik olarak azalması sonucunu doğurur. Başka bir deyişle, pek de iyi olmayan insanların ve pek de iyi olmayan kişisel özelliklerin, alışkanlıkların, davranış ve görünüm biçimlerinin oranı artacak ve toplumdaki yaşam giderek daha tatsız hâle gelecektir.


Demokrasi, savaşın yürütülmesinde de köklü bir değişikliğe yol açmıştır. Kendi saldırganlıklarının maliyetini (vergiler yoluyla) başkalarına yükleyebildikleri için, hem krallar hem de başkanlar “normalden” daha saldırgan ve savaş yanlısı olacaklardır. Bununla birlikte, bir kralın savaş nedeni tipik olarak bir mülkiyet-miras anlaşmazlığıdır. Savaşının amacı bir parça gayrimenkul ve sakinleri üzerinde kontrol sahibi olmak üzere somut ve bölgeseldir. Ve bu hedefe ulaşmak için savaşanlar (düşmanları ve saldırı hedefleri) ile savaşmayanlar ve onların mülkleri (savaşın dışında bırakılacak ve zarar görmeyecek) arasında ayrım yapmak onun çıkarınadır.


Demokrasi, kralların sınırlı savaşlarını topyekûn savaşlara dönüştürmüştür. Savaşın gerekçesi demokrasi, özgürlük, uygarlık, insanlık gibi ideolojik amaçlar doğrultusunda şekillenmiştir. Hedefler savaşı kaybedenlerin ideolojik olarak “dönüştürülmesi” ve ardından “kayıtsız şartsız” teslim olmaları biçiminde soyut ve anlaşılması güçtür ki bu dönüşümün samimiyetinden asla emin olunamayacağı için sivil halkın imhası gibi yöntemlere başvurulması kaçınılmazdır. Savaşanlar ve savaşmayanlar arasındaki ayrım bulanıklaşır ve nihayetinde demokrasi altında ortadan kalkar ve kitlesel savaşa katılım -askere alma ve halka açık savaş mitingleri- ve “sivil zayiat” gibi hususlar savaş stratejisinin bir parçası hâline gelir.


Üçüncü efsane ise Batılı refah demokrasilerinin alternatifi olmadığı inancıdır. Teori yine aksini göstermektedir. Modern refah devleti “istikrarlı” bir ekonomik sistem değildir. On yıl önce Rus tarzı sosyalizmin çökmesi gibi, kendi parazitik yükünün altında çökmeye mahkûmdur. Ancak daha da önemlisi, demokrasinin ekonomik olarak istikrarlı bir alternatifi mevcuttur. Bu alternatif için önerdiğim terim “doğal düzen”dir.


Özel Mülkiyetçi Alternatif

Bir doğal düzende, tüm topraklar da dâhil olmak üzere her kıt kaynak özel mülkiyete tâbidir, her girişim gönüllü olarak ödeme yapan müşteriler ya da bireysel bağışçılar tarafından finanse edilir ve mülkiyetin korunması, anlaşmazlık tahkimi (hakemliği) ve barışın sağlanması da dâhil olmak üzere her üretim alanına giriş serbesttir. Kitabımın büyük bir bölümü doğal düzenin işleyişinin -mantığının- açıklanması ve demokrasiden doğal düzene geçiş için gerekenlerle ilgilidir.


Devletler vatandaşlarını daha rahat ve kolay soyabilmek için silahsızlandırırken (dolayısıyla onları suç ve terör saldırılarına karşı daha savunmasız bırakırken), doğal düzen silahlı vatandaşlarla karakterize edilir. Bu özellik, doğal düzende güvenlik ve koruma sağlayıcıları olarak önemli bir rol oynayan sigorta şirketleri tarafından daha da ileri götürülür.


Sigorta şirketleri silahlı (ve silah eğitimi almış) müşterilerine daha düşük sigorta primleri karşılığında silah sahibi olmayı teşvik edeceklerdir. Sigortacılar doğaları gereği savunmacı kurumlardır. Sadece (kendi kendine oluşan, neden olunan veya provoke edilen değil) “kazara” hasar “sigortalanabilir”. Saldırganlar ve provokatörler sigorta kapsamına alınmayacaktır ve bu nedenle zayıf konumdadırlar. Ve sigortacılar mağduriyet durumunda müşterilerini tazmin etmek zorunda olduklarından, suç teşkil eden saldırganlığın önlenmesi, zimmete geçirilen malların geri alınması ve söz konusu zarardan sorumlu olanların yakalanması ile sürekli olarak ilgilenmek zorundadırlar.


Ayrıca, sigortacı ile müşteri arasındaki ilişki sözleşmeye dayalıdır. Kurallar her iki tarafça ortaklaşa kararlaştırılmış ve sabitlenmiştir. Bir sigortacı “yasa çıkaramaz” veya sözleşmenin şartlarını tek taraflı olarak değiştiremez. Özellikle, bir sigortacı gönüllü olarak ödeme yapan bir müşteri kitlesini çekmek istiyorsa, sözleşmelerinde sadece kendi müşterileri arasında değil, özellikle diğer sigortacıların müşterileriyle de öngörülebilir ihtilaf olasılığını karşılamalıdır. İkinci olasılığı tatmin edici bir şekilde karşılayan tek hüküm, bir sigortacının kendisini sözleşmeyle bağımsız üçüncü taraf tahkimine bağlamasıdır. Ancak, herhangi bir tahkim yeterli olmayacaktır. İhtilaf yaşayan sigortacıların hakem veya tahkim kurumu üzerinde anlaşmaya varmaları gerekir ve sigortacılar tarafından kabul edilebilir olması için hakemin hem sigortacılar hem de müşteriler arasında mümkün olan en geniş ahlâkî mutabakatı somutlaştıran bir ürün (hukukî usul ve esasa ilişkin karar) ortaya koyması gerekir. Dolayısıyla, devletçi koşulların aksine, doğal düzen istikrarlı ve öngörülebilir hukuk ve artan yasal uyum ile karakterize edilir.


Dahası, sigorta şirketleri bir başka “güvenlik özelliğinin” gelişimini teşvik etmektedir. Devletler sadece silahlarını ellerinden alarak değil, aynı zamanda -özellikle demokratik devletler- vatandaşlarının ayrım gözetme hakkını ellerinden alarak ve bunun yerine -çeşitli ayrımcılık yapmama, pozitif ayrımcılık ve multikültüralist politikalar yoluyla- zorla entegrasyonu teşvik ederek de vatandaşlarını savunmasız bırakmışlardır.


Doğal düzende, özel mülkiyet fikrinin doğasında var olan ayrım gözetme ve dışlama hakkı özel mülk sahiplerine iade edilir. Buna ek olarak, devletler eşit ve yalıtılmış bireylerin yaratılması üzerinden kendi güçlerini arttırmak için aracı sosyal kurumların (aile hane halkı, kiliseler, sözleşmeli topluluklar, cemaatler ve kulüpler) ve bunlarla ilişkili rütbe ve otorite katmanlarının altını oyarken, doğal düzen belirgin bir şekilde eşitlikçilik karşıtıdır.


Özgürlük İçin Bir Strateji

Son olarak, kitabım stratejik meseleleri ve soruları tartışıyor. Demokrasiden doğal bir düzenin çıkması nasıl mümkün olabilir? Devlet iktidarının meşrulaştırılması ve gayrimeşrulaştırılmasında fikirlerin, entelektüellerin, elitlerin ve kamuoyunun rolünü açıklıyorum. Özellikle, özel mülkiyete dayalı doğal düzen hedefine doğru önemli bir adım olarak radikal yetki terkinin (devolution) ve bağımsız siyasî oluşumların çoğalmasının rolünü tartışıyor ve “toplumsallaştırılmış” ve “kamusal” mülkiyetin nasıl doğru bir şekilde özelleştirileceğini anlatmaya çalışıyorum.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Mises.org sitesinin “The Democratic Leviathan” adlı yazısının tercümesidir.
182 görüntüleme1 yorum
bottom of page