top of page

Doğal Elitler, Entelektüeller ve Devlet

Hans-Hermann Hoppe - 21.07.2006


Devlet, mülkiyet haklarının sürekli ve kurumsallaşmış bir şekilde ihlal edilmesine ve özel mülk sahiplerinin kamulaştırma, vergilendirme ve regülasyon yoluyla sömürülmesine yönelik faaliyetlerde bulunabilen bir baskı tekelidir.


Peki ama devletler nasıl ortaya çıkar? Devletlerin kökenine ilişkin iki teori vardır. Franz Oppenheimer, Alexander Ruestow ve Albert Jay Nock gibi isimlerle ilişkilendirilen ilk görüş, devletlerin, bir grubun başka bir grup tarafından askerî olarak fethedilmesi sonucunda ortaya çıktığını iddia eder. Bu, devletin dışsal kökeni teorisidir.


Ancak bu görüş, Wilhelm Muehlmann gibi etnograflar ve antropologlar tarafından hem tarihsel hem de teorik gerekçelerle ciddi şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirmenler, tüm devletlerin dış fetihlerden kaynaklanmadığına işaret etmektedir. Gerçekten de eleştirmenler, ilk devletlerin göçebe sürü sahiplerinin gelip yerleşik çiftçilerin topraklarını ele geçirmesi sonucu ortaya çıktığı görüşünün kronolojik olarak yanlış olduğunu düşünmektedir. Dahası, bu görüş teorik olarak, fethin kendisinin fatihler arasında devlet benzeri bir örgütlenmeyi varsayıyor gibi görünmesi sorunundan muzdariptir. Dolayısıyla, devletlerin dışsal kökeni, devletin içsel kökenine dair daha temel bir teori gerektirmektedir.


Böyle bir teori Bertrand de Jouvenel tarafından sunulmuştur. Jouvenel’in görüşüne göre devletler doğal elitlerin bir ürünüdür: özel mülk sahipleri arasındaki gönüllü etkileşimlerin doğal sonucu eşitlikçi olmayan, hiyerarşik ve elitist bir yapıdır. Her toplumda az sayıda birey yetenekleri sayesinde elit statüsü kazanır. Zenginlik, bilgelik ve cesaret gibi üstün başarıları nedeniyle bu bireyler doğal otoriteye sahip olurlar ve görüşleri ile yargıları geniş çapta saygı görür. Dahası, seçici çiftleşme, evlilik ve medeni ve genetik miras yasaları nedeniyle, doğal otorite pozisyonlarının birkaç soylu aile içinde aktarılması muhtemeldir. Üstün başarı, ileri görüşlülük ve örnek kişisel davranışlar konusunda köklü bir geçmişe sahip olan bu ailelerin reislerine, insanlar, birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını ve şikayetlerini iletirler. Doğal elitlerin bu liderleri, otorite sahibi bir kişiden beklenen bir yükümlülük duygusuyla ya da özel olarak üretilen bir “kamu malı” niteliğindeki sivil adalete yönelik ilkeli bir kaygıyla, genellikle ücretsiz olarak yargıç ve arabulucu olarak faaliyet gösterirler.


Devlete geçişteki küçük ama belirleyici adım, tam olarak yargıç ve arabulucu işlevinin tekelleşmesinden ibarettir. Bu, gönüllülük esasına dayalı olarak kabul edilen doğal elitin tek bir üyesinin, elitin diğer üyelerinin muhalefetine rağmen, belirli bir bölge içindeki tüm çatışmaların kendi önüne getirilmesinde ısrar edebilmesiyle gerçekleşmiştir. Çatışan taraflar artık başka bir yargıç ya da arabulucu seçemezlerdi.


Monarşinin Kökeni

Bir devletin kökeni, daha önceki hiyerarşik olarak yapılandırılmış doğal elitler düzeninin bir sonucu olarak görüldüğünde, insanlığın, hükümete tâbi olduğu sürece, tarihinin büyük bölümünde neden demokratik değil de monarşik bir yönetim altında olduğu anlaşılır. Elbette istisnalar da olmuştur: Atina demokrasisi, M.Ö. 31’e kadar Roma, Rönesans döneminde Venedik, Floransa ve Cenova cumhuriyetleri, 1291’den beri İsviçre kantonları, 1648’den 1673’e kadar Birleşik Hollanda Cumhuriyeti ve Cromwell yönetimindeki İngiltere gibi. Ancak bunlar nadir görülen olaylardı ve hiçbiri modern, tek-kişi-tek-oy demokratik sistemlere uzaktan yakından benzemiyordu. Aksine, onlar da son derece elitistti. Örneğin Atina’da nüfusun %5’inden fazlası oy kullanmıyor ve yönetim pozisyonları için uygun görülmüyordu. İnsanlık monarşi çağını ancak Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra terk edebildi.


Tekelleşen Güç

Doğal elitin tek bir üyesinin yargıç ve uzlaştırıcı görevini başarıyla tekeline aldığı andan itibaren, hukuk ve hukukun uygulanması daha pahalı hâle geldi. Ücretsiz ya da gönüllü ödeme karşılığında sunulmak yerine, zorunlu bir vergi ile finanse edilmeye başlandı. Aynı zamanda hukukun kalitesi de kötüleşti. Eski özel mülkiyet yasalarını korumak ve adaletin evrensel ve değişmez ilkelerini uygulamak yerine, tarafsız olmaktan ziyade müvekkillerini kaybetmekten korkmayan tekelci bir yargıç, mevcut yasayı kendi çıkarına göre saptırabilirdi.


Tahmin edildiği üzere daha yüksek fiyatlara ve daha düşük bir adalet kalitesine yol açabilecek olan, kanun ve düzenin bir kral tarafından tekelleştirilmesine yönelik bu küçük ama belirleyici adım nasıl mümkün oldu? Kuşkusuz, doğal seçkinlerin diğer üyeleri böyle bir girişime direneceklerdir. İşte bu yüzden nihai krallar genellikle kendilerini “halk” ya da “sıradan insan” ile aynı hizaya getirmişlerdir. Her zaman revaçtaki kıskançlık duygusuna hitap eden krallar, halka daha ucuz ve daha iyi bir adalet vaat etmiş, bunun karşılığında da kendi üst sınıflarını (kralın rakiplerini) vergilendirmeyi göze almışlardır.


Entelektüellerin Rolü

Entelektüel hizmetlere olan talebin, yaşam standartlarının yükselmesiyle birlikte artması beklenebilir. Ancak insanların çoğu daha ziyade dünyevî ve gündelik işlerle ilgilenmekte ve entelektüel uğraşlara pek gerek duymamaktadır. Kilise dışında, entelektüellerin hizmetlerine talep duyan tek kesim, çocukları için öğretmen, kişisel danışman, sekreter ve kütüphaneci gibi hizmetler arayan doğal elit kesimin üyeleriydi. Entelektüeller için istihdam belirsizdi ve ücretler genellikle düşüktü. Dahası, doğal elitin üyeleri nadiren entelektüel olsalar da (yani tüm zamanlarını akademik uğraşlara harcayan kişiler değillerdir), bunun yerine dünyevî işlerin yürütülmesiyle ilgilenen kişiler olsalar da, tipik olarak en az entelektüel çalışanları kadar parlak zekâlara sahip oldukları için, “kendi” entelektüellerinin başarılarına duyulan saygı da ancak mütevazı düzeyde kalıyordu. O hâlde, büyük ölçüde şişirilmiş bir benlik imajından muzdarip olan entelektüellerin bu gerçeğe içerlemeleri pek de şaşırtıcı değildir. Kendileri -entelektüeller- nispeten fakir ve başkalarına muhtaç iken, onlar tarafından eğitilenlerin -doğal elitlerin- aslında kendilerinden üstün olmaları ve rahat bir yaşam sürmeleri ne kadar da adaletsiz bir durumdu. Entelektüellerin, kendisini adalet tekeli olarak tesis etme çabasındaki bir kral tarafından kolayca kazanılabilmeleri de şaşırtıcı değildir. Monarşik yönetimi ideolojik olarak meşrulaştırmaları karşılığında kral onlara sadece daha iyi ve yüksek statülü bir iş sunmakla kalmıyor, aynı zamanda kraliyet sarayının entelektüelleri olarak doğal elitlerden gördükleri saygısızlığın bedelini nihayet ödetebiliyorlardı.


Yine de entelektüel sınıfın konumundaki iyileşme sadece mütevazı düzeydeydi. Monarşik yönetim altında, yöneten (kral) ile yönetilenler arasında kesin bir ayrım vardı ve yönetilenler asla yönetici olamayacaklarını biliyorlardı. Dolayısıyla, kralın gücündeki herhangi bir artışa karşı sadece doğal elitler tarafından değil, sıradan halk tarafından da önemli bir direniş vardı. Bu nedenle kralın vergileri artırması son derece zordu ve entelektüeller için istihdam olanakları son derece sınırlı kaldı. Buna ek olarak, bir kez güvenli bir şekilde yerini sağlamlaştıran kral, entelektüellerine doğal elitlerden çok daha iyi davranmıyordu. Kralın doğal elitlerin sahip olduğundan daha geniş toprakları kontrol ettiği düşünüldüğünde, onun gözünden düşmek daha da tehlikeliydi ve bu durum entelektüellerin konumunu bazı açılardan daha kaprisli ve kaypak hâle getiriyordu.


Shakespeare’den Goethe’ye, Descartes’tan Locke’a, Marx’tan Spencer’a kadar önde gelen entelektüellerin biyografileri incelendiğinde aşağı yukarı aynı örüntü görülür: 19. yüzyıla kadar bu kişilerin çalışmaları özel bağışçılar, doğal elit üyeleri, prensler ya da krallar tarafından finanse edilmiştir. Sponsorlarının gözüne girip gözden düştüklerinde sık sık iş değiştirmişler ve coğrafî anlamda oldukça hareketli olmuşlardır. Bu durum çoğu zaman mali güvensizlik anlamına gelse de, entelektüellerin benzersiz bir kozmopolitliğe sahip olmalarının yanı sıra (çok sayıda dilde yetkinliklerinin de gösterdiği gibi) alışılmadık bir entelektüel bağımsızlığa da katkıda bulunmuştur. Bir bağışçı ya da sponsor artık onları desteklemediğinde, boşluğu seve seve dolduracak pek çok kişi bulunuyordu. Gerçekten de entelektüel ve kültürel hayatın en çok geliştiği ve entelektüellerin bağımsızlığının en yüksek olduğu yerler, kralın ya da merkezî hükümetin konumunun görece zayıf olduğu ve doğal elitlerin konumunun görece güçlü kaldığı yerlerdi.


Demokrasinin Yükselişi

Devlet, doğal elitler ve entelektüeller arasındaki ilişkide köklü bir değişiklik ancak monarşik yönetimden demokratik yönetime geçişle birlikte meydana gelmiştir. Monarşiye karşı tarihsel muhalefeti motive eden, adaletin şişirilmiş fiyatı ve kralların tekelci yargıçlar ve barışın bekçileri olarak antik hukuku saptırmalarıydı. Fakat bu olgunun nedenleri konusundaki kafa karışıklığı sürüp gitmiştir. Sorunun elitler ya da soylularla değil tekelcilikle ilgili olduğunu doğru bir şekilde kabul edenler vardı. Ancak bunların sayısı, hatalı bir şekilde sorundan hükümdarın elitist karakterini sorumlu tutanların, hukuk ve kolluk tekelinin sürdürülmesini savunanların ve sadece kral ile son derece görünür kraliyet şatafatı yerine “halkın” ve “sıradan insanın” sözde ahlâklılığının ikame edilmesini isteyenlerin sayısından çok daha azdı. Demokrasinin tarihî başarısı da buradan gelmektedir.


Monarşizmin, kralların rakip doğal otoriteleri yargıç olarak faaliyet göstermekten alıkoymaya başladıklarında ilk olarak teşvik ettikleri ve kendi saflarına kattıkları aynı toplumsal güçler tarafından yıkılmış olması ne kadar ironiktir: Bu güçler sıradan insanların kendilerinden üstün olanlara karşı duydukları kıskançlık ve entelektüellerin toplumda hak ettikleri iddia edilen yere sahip olma arzularıdır. Kralların daha iyi ve daha ucuz adalet vaatlerinin boş olduğu ortaya çıktığında, entelektüeller kralların daha önce kendilerine karşı besledikleri eşitlikçi duyguları monarşik yöneticilerin kendilerine yönelttiler. Buna göre, kralların da alaşağı edilmesi ve monarkların başlattığı eşitlikçi politikaların nihai sonucuna, yani yargının sıradan insanlar tarafından tekelci bir şekilde kontrol edilmesine kadar götürülmesi mantıklı görünüyordu. Entelektüeller için bu, kendilerini halkın sözcüsü olarak görmek anlamına geliyordu.


Temel iktisat teorisinin öngördüğü üzere, monarşik yönetimden demokratik tek-kişi-tek-oy yönetimine geçişle ve halkın kralın yerine geçmesiyle işler daha da kötüye gitti. Hukukun kalitesi sürekli kötüleşirken adaletin fiyatı astronomik bir şekilde yükseldi. Çünkü bu geçişin özü, özel devlet mülkiyeti sisteminin -özel bir tekelin- yerini kamu devlet mülkiyeti sisteminin -kamuya ait bir tekelin- almasıydı.


Bir “ortak malların trajedisi” yaratılmıştı. Artık sadece kral değil herkes, diğer herkesin özel mülkünü ele geçirmeye çalışma hakkına sahipti. Bunun sonuçları daha fazla devlet sömürüsü (vergilendirme); evrensel ve değişmez adalet ilkeleri bütünü fikrinin ortadan kalktığı ve yerini mevzuat olarak hukuk fikrinin aldığı noktaya kadar hukukun bozulması (bulunmuş ve mutlak olarak “doğuştan” verilmiş hukuk yerine yapılmış hukuk); ve toplumsal zaman tercihi oranında artış (daha fazla şimdiki zamana odaklanma) oldu.


Bir kral toprakların sahibiydi ve onu oğluna devredebilirdi ve böylece değerini korumaya çalışırdı. Demokratik bir yönetici geçici bir bekçidir ve bu nedenle sermaye değerlerinin zarar görmesi pahasına her türlü mevcut hükümet gelirini maksimize etmeye çalışır ve dolayısıyla israf eder.


İşte bunun sonuçlarından bazıları: Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki monarşi döneminde, Gayri Safi Millî Hasıla’nın %5’inden daha yüksek bir oranda devlet harcaması yapılmıyordu. Ancak o zamandan bu yana, bu oran %50 civarına yükselmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce kamu istihdamı toplam istihdamın %3’ünden daha azdı. O zamandan bu yana bu oran %15 ila %20 arasına yükselmiştir. Monarşik çağ, emtia para (altın) ile karakterize edilmiştir ve paranın satın alma gücü giderek artmıştır. Buna karşılık demokratik çağ, satın alma gücü daimî olarak azalan kâğıt paranın çağıdır.


Krallar devamlı olarak derinlemesine borçlansalar da en azından barış dönemlerinde borç yüklerini azaltmışlardır. Demokratik çağda devlet borçları savaşta ve barışta inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Monarşi döneminde reel faiz oranları kademeli olarak %2,5 civarına kadar düşmüştü. O zamandan bu yana reel faiz oranları (enflasyona göre ayarlanmış nominal oranlar) 15. yüzyıl oranlarına tekabül eden %5 civarına yükselmiştir. Mevzuat 19. yüzyılın sonuna kadar neredeyse hiç mevcut değildi. Bugün ise bir yıl içinde on binlerce yasa ve yönetmelik kabul ediliyor. Tasarruf oranları artan gelirlerle birlikte artmak yerine düşmekte, ailelerin parçalanması ve suça ilişkin göstergeler sürekli yukarı doğru hareket etmektedir.


Doğal Elitlerin Kaderi

Demokratik yönetim altında devlet çok daha iyi durumdayken ve “halk” “kendi kendini” yönetmeye başladığından beri çok daha kötü durumdayken, doğal elitler ve entelektüeller ne olacak? Bunlardan ilkiyle ilgili olarak, demokratikleşme kralların sadece mütevazı bir başlangıç yaptığı yerde başarılı oldu: doğal elit ve soyluluğun nihai olarak yok edilmesinde. Büyük ailelerin servetleri, yaşamları boyunca ve ölümleri sırasında müsadere vergileri yoluyla eritildi. Bu ailelerin ekonomik bağımsızlık, entelektüel ileri görüşlülük, ahlâkî ve manevî liderlik gelenekleri kaybolmuş ve unutulmuştur.


Bugün de zenginler var, ama çoğu zaman servetlerini doğrudan ya da dolaylı olarak devlete borçlular. Dolayısıyla, devletin sürekli lütuflarına, kendilerinden çok daha az zengin olan pek çok insandan daha fazla muhtaçtırlar. Tipik olarak artık köklü ve önde gelen ailelerin reisleri değil, “yeni zenginler”dir. Davranışları erdem, bilgelik, haysiyet ya da beğeni ile değil, zengin ve ünlülerin artık herkesle paylaştığı aynı proleter kitle kültürünün şimdiki zamana odaklanma, fırsatçılık ve hedonizmin bir yansıması ile karakterize edilmektedir. Sonuç olarak -ve çok şükür ki- onların görüşleri kamuoyunda diğer insanlarınkinden daha fazla ağırlık taşımıyor.


Demokrasi, Keynes’in yalnızca hayalini kurduğu şeyi başarmıştır: “rantiye sınıfının ötenazisi”. Keynes’in “uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız” ifadesi, çağımızın “şimdiki zaman odaklı hedonizm” şeklinde adlandırabileceğimiz demokratik ruhunu tam olarak karşılamaktadır. Kişinin kendi hayatının ötesini düşünmemesi sapkınlık olsa da, bu tür bir düşünce alışıldık hâle gelmiştir. Demokrasi, proleterleri yüceltmek yerine, elitleri proleterleştirmiş ve kitlelerin düşünce ve yargılarını sistematik olarak sapkınlaştırmıştır.


Entelektüellerin Kaderi

Öte yandan, doğal elitler yok edilirken, entelektüeller toplumda daha belirgin ve güçlü bir konum edindiler. Gerçekten de, büyük ölçüde amaçlarına ulaştılar ve devleti kontrol edip tekelci yargıç olarak işlev gören yönetici sınıf konumuna eriştiler.


Bu, demokratik yollarla seçilmiş politikacıların hepsinin entelektüel olduğu anlamına gelmez (gerçi günümüzde başkan olan entelektüellerin sayısı, kral olan entelektüellerin sayısından kesinlikle daha fazladır). Sonuçta, entelektüel olmak, kitlelere hitap etmek ve başarılı bir bağış toplayıcısı olmaktan biraz daha farklı beceri ve yetenekler gerektirir. Ancak entelektüel olmayanlar bile vergilerle finanse edilen okullar, üniversiteler ve kamuda istihdam edilen entelektüeller tarafından yapılan endoktrinasyonların ürünüdür ve danışmanlarının neredeyse tamamı bu havuzdan seçilmektedir.


Doğal elitin üyeleri tarafından özel olarak istihdam edilen neredeyse hiç ekonomist, filozof, tarihçi ya da sosyal teorisyen yoktur. Ayrıca eski elitlerden geriye kalan ve onların hizmetlerini satın almış olabilecek az sayıdaki kişi de artık entelektüelleri finanse edemiyor. Bunun yerine, entelektüeller artık, sözde özel kurumlar ya da vakıflar için çalışsalar bile, genellikle kamu çalışanıdırlar. Tüketici talebinin belirsizliklerinden neredeyse tamamen korundukları için (“kadrolu”) sayıları önemli ölçüde artmıştır ve aldıkları ücret ortalama olarak gerçek piyasa değerlerinin çok üzerindedir. Aynı zamanda entelektüel üretimlerinin kalitesi de sürekli olarak düşmüştür.


Keşfedeceğiniz şey çoğunlukla alâkasızlık ve anlaşılmazlık olacaktır. Daha da kötüsü, günümüzün entelektüel ürünü alâkalı ve anlaşılabilir olduğu ölçüde, acımasızca devletçidir. İstisnalar olsa da, eğer neredeyse tüm entelektüeller devletin çeşitli birimlerinde istihdam ediliyorsa, o zaman giderek daha hacimli hâle gelen yazılı ürünlerinin çoğunun, ya ihmali ya da görevi gereği devletçi propaganda olması şaşırtıcı olmamalıdır. Bugün etrafta, insanlık tarihi boyunca monarşik yönetimin propagandasını yapanlardan çok daha fazla demokratik yönetim propagandacısı dolaşmaktadır.


Devletçiliğe doğru görünüşte durdurulamaz olan bu sürüklenme, Milton Friedman, selefleri ve takipçilerinden oluşan sözde Chicago Okulu’nun akıbetini gözler önüne sermektedir. 1930’larda ve 1940’larda Chicago Okulu hâlâ aşırı solcu olarak görülüyordu ve örneğin Friedman’ın altın standardı yerine bir merkez bankası ve kâğıt parayı savunduğu gerçeği düşünüldüğünde bu görüşün haklılığı ortaya çıkmaktadır. Herhangi bir limit belirleyemediği garantili asgari gelir (negatif gelir vergisi) önerisiyle de refah devleti ilkesini gönülden desteklemiştir. Açıkça eşitlikçi hedeflerine ulaşmak için artan oranlı bir gelir vergisini savunmuştur (ve stopaj vergisinin uygulanmasına bizzat yardım etmiştir). Friedman, pozitif bir komşuluk etkisi olan ya da böyle bir etkisi olacağını düșündüğü tüm malların üretimini finanse etmek için Devletin vergi koyabileceği fikrini desteklemiştir. Şüphesiz bu, devletin vergilendirerek finanse edemeyeceği neredeyse hiçbir şey olmadığı anlamına gelir!


Buna ek olarak, Friedman ve onun takipçileri tüm sığ felsefelerin en sığının savunucularıydı: etik ve epistemolojik görecelilik. Onlara göre nihai ahlâkî hakikat diye bir şey yoktur ve tüm olgusal, ampirik bilgilerimiz en iyi ihtimalle sadece varsayımsal olarak doğrudur. Yine de bir devletin var olması ve bu devletin demokratik olması gerektiğinden asla şüphe etmediler.


Bugün, yarım yüzyıl sonra, Chicago-Friedman ekolü, temelde hiçbir pozisyonunu değiştirmeden, sağcı ve serbest piyasacı olarak kabul edilmektedir. Nitekim bu ekol, sadece aşırı uçların aşabildiği, siyasî sağın saygın görüş sınırını tanımlamaktadır. Kamu çalışanlarının kamuoyunda yol açtığı değişimin boyutu işte bu kadar büyüktür. Entelektüellerin yol açtığı devletçi tahribatın başka göstergelerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Seçim istatistiklerine bir göz atacak olursak, genel olarak şu tabloyla karşılaşırız: Bir kişi eğitim kurumlarında ne kadar uzun süre kalırsa, yani diyelim ki doktora yapmış biri, sadece lisans eğitimi almış birine kıyasla, ideolojik olarak devletçi olma ve Demokratlara oy verme olasılığı o kadar artar. Dahası, eğitimi finanse etmek için kullanılan vergi miktarı arttıkça, üniversite sınavı puanları ve benzeri entelektüel performans ölçümleri düşecek ve tahminimce geleneksel ahlâkî davranış ile medeni tavır standartları daha da gerileyecektir.


Ya da şu göstergeyi göz önünde bulundurun: New Deal ve Sosyal Güvenliği onayladığı ve sivil haklar mevzuatını, yani özel mülkiyet haklarının neredeyse tamamen yok edilmesinden ve sözleşme, örgütlenme ve ayrılma özgürlüğünün erozyona uğramasından sorumlu olan pozitif ayrımcılık ve zorunlu entegrasyonu 1994’te bir “devrim” diye anarak övdüğünde Temsilciler Meclisi Başkanı Newt Gingrich “devrimci” olarak nitelendirilmişti. Devrimcilerin mevcut felaketin devletçi öncüllerini ve nedenlerini gönülden kabul ettiği bir devrim nasıl bir devrimdir? Açıkçası, bu ancak tepeden tırnağa devletçi olan bir entelektüel ortamda devrim olarak adlandırılabilir.


Tarih ve Fikirler

Durum umutsuz gibi görünse de öyle değildir. Öncelikle, bu durumun sonsuza kadar devam edemeyeceği kabul edilmelidir. Yeni muhafazakârların inanmamızı istediği gibi demokratik çağ “tarihin sonu” olamaz, çünkü sürecin bir de ekonomik tarafı var.


Piyasa müdahaleleri kaçınılmaz olarak, iyileştirmesi gereken sorunların daha da artmasına neden olacak, bu da sonunda tam bir sosyalizme ulaşana kadar daha fazla kontrol ve düzenlemeye yol açacaktır. Mevcut eğilim devam ederse, 1980’lerin sonundaki Doğu’nun “halk cumhuriyetleri” gibi Batı’nın demokratik refah devletinin de sonunda çökeceği rahatlıkla öngörülebilir. On yıllardır Batı’da reel gelirler durgunluk göstermiş, hatta düşmüştür. Devlet borçları ve “sosyal sigorta” programlarının maliyeti ekonomik bir erime ihtimalini beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda toplumsal çatışma da tehlikeli boyutlara ulaşmıştır.


Belki de mevcut devletçi eğilimin değişmesi için ekonomik bir çöküş beklemek gerekecektir. Ancak bir çöküş durumunda bile, başka bir şey gereklidir. Bir çöküş otomatik olarak Devletin geri çekilmesiyle sonuçlanmayacaktır. İşler daha da kötüleşebilir.


Aslında, yakın Batı tarihinde, bir felaketin sonucu olarak merkezî hükümetin yetkilerinin geçici de olsa azaltıldığı sadece iki açık örnek vardır: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ludwig Erhard yönetimindeki Batı Almanya’da ve General Pinochet yönetimindeki Şili’de. Krizin yanı sıra gerekli olan şey fikirlerdir -doğru fikirler- ve fırsat ortaya çıktığında bunları anlayıp uygulayabilecek insanlardır.


Ancak tarihin akışı kaçınılmaz değilse (ki değildir), o zaman bir felaket ne gerekli ne de kaçınılmazdır. Nihayetinde tarihin gidişatını, doğru ya da yanlış olsun, fikirler ve doğru ya da yanlış fikirlerden ilham alan ve bu fikirlere göre hareket eden insanlar belirler. Sadece yanlış fikirler hüküm sürdüğü sürece bir felaket kaçınılmazdır. Öte yandan, doğru fikirler benimsendiğinde ve kamuoyunda hâkim olduğunda -ki fikirler prensipte neredeyse anında değiştirilebilir- bir felaketin meydana gelmesine hiç gerek kalmayacaktır.


Entelektüellerin Rolü

Bu da beni, kamuoyunda gerekli olan radikal ve köklü değişimde entelektüellerin oynaması gereken role ve doğal elitlerin üyelerinin ya da onlardan geriye kalanların oynaması gereken role getiriyor. Her iki tarafın da talepleri yüksektir, ancak bir felaketi önlemek ya da ondan başarıyla çıkmak için bu taleplerin her iki tarafça da doğal bir görev olarak kabul edilmesi gerekecektir.


Entelektüellerin çoğu yozlaşmış ve mevcut sapkınlıklardan büyük ölçüde sorumlu olsalar bile, onların yardımı olmadan ideolojik bir devrim gerçekleştirmek mümkün değildir. Kamusal entelektüellerin egemenliği ancak anti-entelektüel entelektüeller tarafından kırılabilir. Neyse ki bireysel özgürlük, özel mülkiyet, sözleşme ve örgütlenme özgürlüğü, kişisel sorumluluk ve yükümlülük ile hükümet gücünün özgürlük ve mülkiyetin başlıca düşmanı addedilmesi fikri, insan ırkı var olduğu sürece yok olmayacaktır, çünkü bunlar doğrudur ve gerçek kendini destekler. Dahası, bu fikirleri dile getiren geçmiş düşünürlerin kitapları da yok olmayacaktır. Ancak, bu kitapları okuyan ve bu fikirleri hatırlayabilen, yeniden ifade edebilen, yeniden uygulayabilen, keskinleştirebilen ve ilerletebilen ve bunları kişisel olarak ifade etme ve entelektüel arkadaşlarına açıkça karşı çıkma, saldırma ve çürütme yeteneğine sahip ve istekli olan yaşayan düşünürlerin olması da gereklidir.


Bu iki gereklilikten -entelektüel yetkinlik ve karakter- ikincisi, özellikle bu zamanlarda daha önemlidir. Tamamen entelektüel bir bakış açısından bakıldığında, işler nispeten kolaydır. Her gün duyduğumuz devletçi argümanların çoğu, az ya da çok iktisadî saçmalıklar olarak kolayca çürütülebilir. Ayrıca, kamuoyu önünde büyük bir tantanayla ilan ettikleri şeylere özel hayatlarında inanmayan entelektüellerle karşılaşmak da nadir değildir. Bu kişiler basitçe hata yapmazlar. Doğru olmadığını bildikleri şeyleri kasıtlı olarak söyler ve yazarlar. Akıldan yoksun değillerdir; ahlâktan yoksundurlar. Bu da kişinin sadece yanlışla değil kötülükle de savaşmaya hazır olması gerektiği anlamına gelir - ve bu çok daha zahmetli ve tehlikeli bir iştir. Daha iyi bilgiye ek olarak cesaret de gerektirir.


Anti-entelektüel bir entelektüel olarak, rüşvet teklif edilmesi beklenebilir -ve bazı insanların ne kadar kolay yoldan çıkarılabildiği şaşırtıcıdır: birkaç yüz dolar, güzel bir seyahat, güçlü ve kudretli kişilerle fotoğraf çektirmek çoğu zaman insanların satılması için yeterlidir. Bu tür ayartmalar aşağılık olarak görülüp reddedilmelidir. Dahası, kötülükle mücadele ederken, kişi muhtemelen hiçbir zaman “başarılı” olamayacağını kabul etmeye istekli olmalıdır. Ortada ne zenginlik, ne görkemli terfiler, ne de profesyonel prestij vardır. Aslında entelektüel “şöhret” son derece şüpheyle karşılanmalıdır.


Gerçekten de, kişi sadece akademik kurum tarafından dışlanacağını kabul etmekle kalmamalı, aynı zamanda meslektaşlarının onu mahvetmek için neredeyse her şeyi deneyeceğini de beklemelidir. Sadece Ludwig von Mises ve Murray N. Rothbard’a bakın. 20. yüzyılın en büyük iki ekonomisti ve sosyal filozofu, akademik kurum tarafından kabul edilemez ve istihdam edilemezdi. Yine de hayatları boyunca asla pes etmediler, hem de hiç. Asla saygınlıklarını yitirmediler ve hatta karamsarlığa kapılmadılar. Aksine, süregelen sıkıntılar karşısında yılmadılar, hatta neşeli kaldılar ve akıllara durgunluk veren bir üretkenlik düzeyinde çalıştılar. Kendilerini gerçeğe ve yalnızca gerçeğe adamış olmaktan memnundular.


Doğal Elitlerin Rolü

İşte burada doğal elitlerden geriye kalanlar devreye girer. Mises ve Rothbard gibi gerçek entelektüeller, doğal elitler olmadan yapmaları gerekenleri yapamazlar. Tüm engellere rağmen Mises ve Rothbard’ın seslerini duyurmaları mümkün oldu. Sessizliğe mahkum olmamışlardı. Hâlâ ders veriyor ve yayın yapıyorlardı. Hâlâ kitlelere hitap edip içgörüleri ve fikirleriyle insanlara ilham veriyorlar. Başkalarının desteği olmadan bu mümkün olmazdı. Mises’in New York Üniversitesi’ndeki maaşını ödeyen Lawrence Fertig ve William Volker Fonu vardı ve Rothbard’ın da onu destekleyen, kitaplarının yayınlanmasına ve tanıtılmasına yardımcı olan ve söylenmesi ve yazılması gerekenleri söylemesine ve yazmasına izin veren kurumsal çerçeveyi sağlayan Ludwig von Mises Enstitüsü vardı ve bunlar artık akademi ve resmî-devletçi müesses nizam medyası içinde söylenemez ve yazılamaz.


Bir zamanlar, demokrasi öncesi çağda, eşitlikçilik ruhu henüz bağımsız servete ve bağımsız zihinlere ve yargılara sahip insanların çoğunu yok etmemişken, popüler olmayan entelektüelleri destekleme görevi bireyler tarafından üstlenilirdi. Ancak günümüzde tek başına kim bir entelektüeli özel sekreteri, danışmanı ya da çocuklarının öğretmeni olarak istihdam edebilir? Hâlâ bunu yapabilenler de çoğu zaman giderek daha da yozlaşan büyük devlet-şirket ittifakının içinde yer alıyor ve devletçi akademiye hâkim olan aynı entelektüel ahmakları destekliyorlar. Buna örnek olarak David Rockefeller ve Henry Kissinger’ı verebiliriz.


Dolayısıyla, özel mülkiyet, sözleşme özgürlüğü, örgütlenme ve ayrılma özgürlüğü, kişisel sorumluluk gibi hakikatleri destekleme ve canlı tutma ve yanlışlarla, yalanlarla ve devletçilik, görecelilik, ahlâkî yozlaşma ve sorumsuzluğun kötülükleriyle mücadele etme görevi, günümüzde ancak kaynakların bir araya getirilmesi ve Batı medeniyetinin temelinde yatan değerlere adanmış, tavizsiz ve fiziksel olarak iktidar koridorlarından bile uzak bağımsız bir kuruluş olan Mises Enstitüsü gibi kuruluşların desteklenmesi yoluyla beraberce üstlenilebilir. Mises Enstitüsü’nün burslar, öğretim, yayınlar ve konferanslardan oluşan programı, sapkınlık denizinde ahlâkî ve entelektüel dürüstlük adasından başka bir şey değildir.


Şüphesiz, her dürüst insanın ilk yükümlülüğü kendisine ve ailesine karşıdır. Serbest piyasada mümkün olduğunca çok para kazanmalıdır, çünkü ne kadar çok para kazanırsa, hemcinslerine o kadar faydalı olmuş demektir.


Ancak bu yeterli değildir. Bir entelektüel, kısa vadede karşılığını alsa da almasa da kendini hakikate adamalıdır. Benzer şekilde, doğal elitlerin de kendilerinin ve ailelerinin çok ötesine uzanan yükümlülükleri vardır.


İşadamları ve profesyoneller olarak ne kadar başarılı olurlarsa ve başkaları onları ne kadar başarılı olarak tanırsa, örnek teşkil etmeleri o kadar önemli hâle gelir: bu da en yüksek etik davranış standartlarına uygun yaşamaya gayret etmeleri anlamına gelir. Bu, doğru ve gerçek olarak kabul ettikleri değerleri açıkça, gururla ve ellerinden geldiğince cömertçe desteklemeyi bir görev, hatta asil bir görev olarak kabul etmeleri gerektiği anlamına gelir.


Karşılığında entelektüel ilham, beslenme ve gücün yanı sıra isimlerinin kitlelerin önüne geçen ve insanlığa kalıcı bir katkıda bulunan müstesna bireyler olarak sonsuza dek yaşayacağı bilgisini alırlar.


Ludwig von Mises Enstitüsü güçlü bir kurum, gerçek öğrenimin yeniden tesisi için bir model ve adeta bir öğretim ve bilim üniversitesi olabilir. Ömrümüz dâhilinde fikirlerimizin zafere ulaştığını göremeyecek olsak bile, bu uğurda her şeyimizi verdiğimizi, her dürüst ve asil insanın yapması gerekeni yaptığımızı bileceğiz ve sonsuza dek gurur duyacağız.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, Mises Institute’ün “Natural Elites, Intellectuals, and the State” adlı basılı yayınından ve Mises.org sitesinin aynı adlı makalesinden tercüme edilmiştir.
162 görüntüleme0 yorum
bottom of page