top of page

Sonradan Gelen ve Mülk Edinim/Homesteading Fikirleri Üzerine

“Sahiplik” Fikrinin Yalnızca Liberteryen İlkelerin Meşru Olduğu Anlamına Gelmesinin Nedeni


Stephan Kinsella - 15.08.2007

Hoppe being right and regretless as usual.

Bu yazı, bir liberteryen tartışmasında yazdığım son yazının düzenlenmiş hâlidir. Hoppe’nın liberteryen etik üzerine yazılarında “önceki-sonraki” ayrımının önemini ve “sonradan gelen” etiğiyle ilgili sorunları nasıl vurguladığını sık sık belirtmişimdir. Bununla ilgili olarak bugün erken saatlerde düşüncelere dalarken aklıma birkaç fikir geldi. Bunların çoğu daha önce söylenenleri tekrarlamaktadır.


Mülkiyet haklarının tahsisi için tek nesnel, âdil, rasyonel ilke olarak ilk kullanım (Lockeçu mülk edinim/homesteading) kuralının önemini sık sık vurguladık. Hoppe bunu sürekli olarak ilk kullanım, ilk sahip olma fikri savunusuyla birleştirmektedir.


Öncelikle şunu belirtmek isterim ki eğer ortada sahiplikle ilgili bir anlaşmazlık varsa, bu anlaşmazlık sahipliğin zilyetlikten farklı olduğunu varsayar. Sahiplik, tasarruf/hâkimiyet hakkı olarak düşünülebilir. (Zilyetlik de kullanım/elde bulundurma statüsüdür; dolayısıyla bir mala sahip olmak, o malı sadece zilyetliğinde bulundurmaktan üstün bir farklılıktır.) A.N. Yiannopoulos’un da belirttiği gibi:


Mülkiyet, maddi ya da maddi olmayan ekonomik bir malı kontrol etmek için münhasır/dışlayıcı bir hak olarak tanımlanabilir; insanın değer taşıyan şeylerle ilişkilerini düzenleyen hak ve yükümlülüklere, imtiyaz ve kısıtlamalara atıfta bulunan bir kavramın adıdır. İnsanlar her yerde ve her zaman hayatta kalmak için gerekli olan ya da kültürel tanımıyla değerli olan ve kendilerine yönelik talep sonucunda kıtlaşan şeylere sahip olmayı arzularlar. Organize toplum tarafından uygulanan yasalar, arzulanan bu şeyler için rekabeti kontrol eder ve bunlardan yararlanmayı garanti altına alır. Sahip olunması garanti edilen şey mülkiyettir. ... Mülkiyet hakları, bir şey üzerinde doğrudan ve dolaysız bir otorite sağlayan haklardır.

Ancak tasarruf/hâkimiyet hakkının -yani sahipliğin- zilyetlikten farklı olduğu fikriyle kastedilen nedir? Şu demektir ki, eğer herhangi bir sahiplik varsa -ki şeyler üzerinde kavga edenlerin hepsi farklı sahiplik iddiaları ileri sürmekte ve dolayısıyla sahiplik ve onun zilyetlikten farkını varsaymaktadırlar- o zaman bu hak ancak başkalarından bir şeyler alanlara tanınmış bir hak değildir. Yani, B bir malı A’dan zorla alırsa, bu kendi başına B’yi mal sahibi kılamaz. Neden mi? Çünkü eğer öyle olsaydı, C de B’den alabilir ve böylece mal sahibi olabilirdi. Ancak bu sadece sahiplik diye bir şey olmadığı anlamına gelir; ortada sadece zilyetlik/elde bulundurma statüsü söz konusudur. Tabiri caizse, “Gücü yeten haklıdır” durumu vuku bulmuştur. Ancak bu, sahiplik ve zilyetliğin farklı olduğu varsayımıyla çelişir. Bu çok basit fikirden, Locke’un tüm ilk kullanım, ilk sahip olma fikrinin çıktığını görüyoruz. Neden mi? Çünkü eğer bir malı bir öncekinden zorla almak bir sahiplik iddiasını temellendirmek için yeterli değilse, o zaman Misesyen tarzda bir “regresyon” ile sadece ilk zilyedin/kullanıcının bir sahiplik iddiasına sahip olabileceği aşikâr hâle gelir. Diğer herkes malı bir önceki zilyetten alır ve böylece bir zilyet olur, mal sahibi olmaz. İlk zilyet -kaynağı sahipsiz durumdan çıkarıp alan kişi- onu başkasından almayan tek zilyettir; bu nedenle ilk zilyetlik mülk edinimci/homesteader’a eşsiz bir sahiplik statüsü kazandırır.


Yani, bir malın ilk kullanıcısı ve zilyedi ya onun sahibidir ya da değildir. Eğer değilse, o zaman kimdir? Malı ondan zorla alan kişi mi? Eğer bir malın önceki sahibinden zorla alınması yeni zilyede o malın sahibi olma hakkını veriyorsa, o zaman ortada sahiplik diye bir şey yoktur, sadece zilyetlik vardır. Ancak böyle bir kural -sonraki bir kullanıcının bir şeyi önceki sahibinden alarak elde edebileceği- çatışmaları önlemez, aksine bu çatışmaları olumlar ve teşvik eder.


Başka bir deyişle, Lockeçu mülk edinim/homesteading’in (ki bu liberteryen etiğin temelidir) ayrılmaz bir şekilde önceki-sonraki ayrımına bağlı olduğunu (ve sonradan gelen etiğine karşı olduğunu) görmekle kalmaz, aynı zamanda sahiplik fikrinin yalnızca liberteryen tarzda sahipliğin meşru görülebileceğini ima ettiğini de anlayabiliriz.


Bu tür bir akıl yürütme, Hoppe’nın sosyalizmin tüm biçimlerine içkin olan sonradan gelen etiğine yaptığı ısrarlı vurgunun doğasında vardır. Örnek isterseniz, Hoppe’nın A Theory of Socialism and Capitalism (Sosyalizm ve Kapitalizm: Bir Teori) adlı kitabını inceleyebilirsiniz. Kitaptan bu konuyla ilgili bazı alıntıları aşağıda göreceksiniz.


Ayrıca Anthony de Jasay’ın bunu ifade etme biçimine, yani onun “bırakınız dışlama baki kalsın” ilkesine de dikkat ediniz (aşağıdaki geniş alıntılara/tartışmaya bakınız). Özetle: Anthony de Jasay mülkiyeti, sahibinin örneğin taşınmaz mülkü (mesela araziyi) çitle çevirerek veya taşınır mülk bularak ya da yaratarak (ve elinde tutarak) başkalarını bu mülklerin kullanımından “dışlaması” ile eş anlamlı tutmaktadır. Dolayısıyla, onun ilkesi “bırakınız mülkiyet hüküm sürsün” anlamına gelir; yani, doğa durumunda iken sahiplenilen ya da nihayetinde böyle bir sahiplenmeye kadar uzanan bir miras zinciri yoluyla edinilen mülkiyete ilişkin hak iddialarına saygı gösterilmelidir. De Jasay bu fikri, sahipsiz kaynakların mülk edinilmesinin (homesteading) tek taraflı ve haksız bir şekilde başkalarına müdahaleden kaçınmaları için ahlâkî görevler yüklediği eleştirisini yıkmak için kullanmaktadır. Şöyle açıklamaktadır:


Temel savunma ise oldukça genel ve anlaşılırdır. Muhtemel bir sahip bunu sahiden yapabiliyorsa, bir şeyin ilk zilyetliğini almak, haksız fiil değilse (ki bu durumda mülke tecavüz veya izinsiz giriş değilse) ve hiçbir hakkı ihlal etmiyorsa makul bir eylemdir; ancak bu, tanım gereği, yani şeyin “sahipsiz” olarak tanımlanmasıyla mümkündür.¹

Başka bir deyişle, eğer başkalarının haklarını ihlal etmedikleri sürece herkes genel olarak hareket etmekte özgürse, bir kişinin sahipsiz bir mülkü sahiplenmesine izin vermemek için hiçbir neden yoktur. Çünkü eğer önceki bir mal sahibi yoksa, buna başka kim itiraz edecektir ki? İtiraz etme hakkına sahip olmak, hak iddia edeni “dışlayabilmektir”, ancak dışlama hakkı mülkiyetin bir parçasıdır ve mülk bu varsayıma göre sahipsizdir. O hâlde hiç kimse benim sahipsiz bir mülkü sahiplenmeme geçerli bir şekilde itiraz edemez, çünkü makul eylemlerin özgür olduğunu varsayarsak, herhangi bir itirazın kendisi bir hak iddia etmelidir ve bu da bir tür mülkiyet iddiasını beraberinde getirir.


De Jasay’ın “bırakınız dışlama baki kalsın” fikrinin ya da Hoppe’nın önceki-sonraki ayrımının hayati öneme sahip olduğu fikrinin aynı zamanda mülk edinim/homesteading’in mahiyetine de ışık tuttuğuna dikkat ediniz. Çoğunlukla, ne tür eylemlerin mülk edinme (ya da Hoppe’un bazen atıfta bulunduğu şekliyle “sınır belirlenimi/embordering”) için gerekli ya da yeterli olduğu; ne tür bir “emeğin” bir şeyle “karıştırılması” gerektiği; ve mülk edinim/homesteading’in kapsamının ne olduğu sorulur. “Yeterli” mülk edinim/homesteading olarak “sayılan” nedir? Ve benzer sorular... Ve bu soruların cevabının bir şekilde anlaşmazlık konusu olan şeyin ne olduğu meselesiyle ilgili olduğunu görebiliriz. Başka bir deyişle, B, A’nın elinde bulunan (ya da daha önce elinde bulundurduğu) bir şeyin sahibi olduğunu iddia ediyorsa, anlaşmazlığın çerçevesi, o şeyin ne olduğunu ve onu elinde bulundurmanın ne sayılacağını belirlemeye yardımcı olur. Eğer B belirli bir kaynağın sahipliği üzerinde hak iddia ediyorsa, bu kaynağın doğasına uygun olarak onu kontrol etme hakkını da istiyor olmalıdır. O zaman soru şu olur: daha önce başka biri onu (doğasına göre) kontrol etti mi; yani, B’nin sadece sonradan gelen biri olması için başka biri onu zaten sahiplendi mi? Bu, Anthony de Jasay’ın “bırakınız dışlama baki kalsın” ilkesiyle bağlantılıdır; bu ilke, eğer birisi bir kaynağı diğerlerini dışlayacak şekilde kontrol edebiliyorsa, o zaman bu dışlamanın “devam etmesi” gerektiği fikrine dayanır. Elbette, belirli bir kıt kaynağın fiziksel doğası ve insanların bu tür kaynakları kullanma şekli, onu “kontrol etmek” ve diğerlerini dışlamak için gereken eylemlerin doğasını da belirleyecektir.


Nitekim Anthony de Jasay, “bulanın sahip olması” ve “çitle çevreleme” olmak üzere iki temel sahiplenme yönteminin mevcut olduğunu belirtmektedir.² İlki, öncelikle bulunabilen, alınabilen ve saklanabilen veya münhasıran kullanılabilen taşınabilir mallar için geçerlidir. Eşyanın başka bir sahibi olmadığından, ilk bakışta hiç kimse ilk zilyedin sahiplik iddiasına itiraz etme hakkına sahip değildir.


Taşınmaz mallar (arazi) için ise zilyetlik, arazinin “çevrelenmesi” ve (yine Hoppe’nın nesnel, özneler arası olarak saptanabilir bir sınırın oluşturulması anlamına gelen “sınır belirlenimi/embordering” düsturuna benzer şekilde) bir çit dikmek gibi dışlama masraflarına katlanılmasıyla alınır. Taşınırlarda olduğu gibi, başkalarının mülkü sahiplenme fırsatını kaybetmesi, ilk zilyedi yerinden etmeye yetecek bir talep doğurmaz (eğer doğursaydı, bu bir sahiplik iddiası olurdu).


Not edilmesi gereken diğer bir bağlantı şudur: Yukarıdaki tartışmanın da açıkça ortaya koyduğu gibi, farklı kıt kaynak türleri farklı şekillerde mülk edinilir/homestead’lenir (ve kontrol edilir). Örneğin, arazi, sınırlarını belirleyerek (embordering) ve/veya toprağı işleyerek (transforming); taşınır mallar gibi “bulunup alınabilen, saklanabilen veya münhasıran kullanılabilen” diğer şeyler ise “bulanın sahip olması” yöntemiyle mülk edinilir.


Ancak bunun sahipsiz kaynaklar için geçerli olduğuna dikkat edin; asla sahipsiz olmayacak olan bedenler için geçerli değildir. “Nasıl Kendimizin Sahibi Olabiliyoruz?” adlı makalemde de belirttiğim gibi sahipsiz kaynaklar, bedenleri olan insan eylemciler tarafından kendilerine mal edilen bedensel olmayan, sahipsiz şeylerdir. Yine o makalede belirttiğim gibi, sahiplenme (ilk kullanım), sahipsiz bir kaynağa sahip olmanın -onunla nesnel bir bağ kurmanın- başlıca yoludur; ancak bedenler söz konusu olduğunda, nesnel bağ, bir kişi ile “kendi” bedeni arasındaki benzersiz ilişkidir, yani kişinin bedeni üzerindeki doğrudan ve dolaysız kontrolüdür ve en azından bir anlamda bir bedenin belirli bir kişi olduğu ve bunun herkes için geçerli olduğu gerçeği tarafından kurulur.


Dolayısıyla, tıpkı sahipsiz bir kaynağı sahiplenmenin -ilk kullanımın ya da hâkimiyetin- doğasına ve kontrol edilme biçimine göre farklı yolları olduğu gibi, kişinin bedeni üzerinde ve (zaten bir bedene sahip olan) kişinin sahipsiz durumdan koparıp edindiği (sahipsiz) şeyler üzerinde sahipliğin nasıl kurulduğu da farklılık gösterir. Ancak her durumda, kişinin söz konusu kaynak üzerindeki kontrolü (ve bu, kişinin bedeni söz konusu olduğunda “doğrudan ve dolaysız kontroldür”) sahiplik iddialarıyla ilişkilendirilir.


Aşağıda Hans-Hermann Hoppe ve Anthony de Jasay’dan (ya da benim de Jasay’a ilişkin özet/tartışmamdan) konuyla ilgili bazı genişletilmiş alıntılar yer almaktadır:


Kapitalizmin temel normları, sadece mülkiyetin ve saldırganlığın fiziksel açıdan tanımlanmış olmasıyla karakterize edilmemişti; buna ek olarak mülkiyetin özel, bireyselleştirilmiş mülkiyet olarak tanımlanmış olması ve açıkça önceki ve sonraki arasında bir ayrım yapmayı öngören ilk sahiplenmenin anlamının tanımlanmış olması da aynı derecede önemliydi. Sosyalizm bu ek tanımlamayla da çatışmaya girmektedir. Önceki ve sonraki ayrımının birbiriyle çatışan mülkiyet talepleri arasında karar vermedeki hayati önemini kabul etmek yerine, sosyalizm, aslında önceliğin böyle bir karar vermede önemsiz olduğunu ve sonradan gelenlerin de ilk gelenler kadar mülkiyet hakkına sahip olduğunu belirten normlar önermektedir. Açıktır ki sosyal-demokratik sosyalizm, örneğin, servetin doğal sahiplerine ve/veya onların varislerine, sahipler veya varisler kadar şanslı olmayan sonradan gelenlerin bu servetin tüketimine katılabilmeleri için bir vergi ödetirken bu normlar ve fikirler kullanılmaktadır. Ve yine bu fikir, örneğin bir doğal kaynak sahibinin gelecek kuşakların yararına mevcut kaynak kullanımını azaltmaya (ya da arttırmaya) zorlandığı durumlarda da söz konusudur. Her iki durumda da bunun yapılması ancak serveti ilk biriktiren ya da doğal kaynağı ilk kullanan kişinin sonradan gelenlere karşı bir saldırıda bulunduğu varsayıldığında mantıklıdır. Eğer yanlış bir şey yapmamışlarsa, sonradan gelenlerin onlara karşı böyle bir hak iddiası olamaz. [Sonradan gelen etiğini meşru kılmaya yönelik garip bir felsefî girişim için bkz. John Rawls, A Theory of Justice, Cambridge, 1971, s. 284 ve sonraki sayfalar; James Sterba, The Demands of Justice, Notre Dame, 1980, özellikle ss. 58-137 ve sonraki sayfalar. Böyle bir etiğin saçmalığı hakkında bkz. Murray. N. Rothbard, Man, Economy and State, Los Angeles, 1972, s. 427.] Önceki-sonraki ayrımını ahlâken alâkasız bularak terk etme fikrinin nesi yanlıştır? Birincisi, eğer sonradan gelenler, yani aslında bazı kıt mallarla herhangi bir şey yapmamış olanlar, bu mallar üzerinde gerçekten de ilk gelenler, yani kıt mallarla herhangi bir şey yapmış olanlar kadar hak sahibi olsalardı, o zaman tam anlamıyla hiç kimsenin herhangi bir şeyle herhangi bir şey yapmasına müsaade edilmezdi, zira bir kişi yapmak istediği şeyi yapmadan önce sonradan gelenlerin tümünün rızasını almak zorunda olurdu. Gerçekten de gelecek nesiller kişinin çocuklarının çocuklarını da -yani, hiç kimsenin hiçbir zaman sorma ihtimalinin olamayacağı kadar sonradan gelen insanları- kapsayacağından temel mülkiyet teorisinin bir parçası olarak önceki-sonraki ayrımını kullanmayan bir hukuk sistemini savunmak, herhangi bir şeyi savunmak için yaşamayı önden varsaymak mecburiyetindeyken, üstü kapalı olarak ölümü savunmasından dolayı açıkça saçmalıktır. Bu kurala uyulduğu takdirde ne biz, ne atalarımız ne de evlatlarımız hayatta kalabilir, bir şey söyleyebilir ya da tartışabilirlerdi. Geçmişte, günümüzde ya da gelecekte herhangi bir kişinin herhangi bir şeyi tartışıp savunabilmesi için şu anda hayatta kalmasının mümkün olması gerekir. Hiç kimse, yapmak istediği şey için belirsiz bir sonradan gelenler sınıfından herkesin ortaya çıkıp mutabık kalmasını bekleyemez ve eylemde bulunmayı askıya alamaz. Aksine, bir kişi kendisini yalnız bulduğu ölçüde, henüz ortalıkta olmayan (ve belki de hiçbir zaman olmayacak) insanlarla herhangi bir anlaşmaya varmadan önce eylemde bulunmaya, malları kullanmaya, üretmeye ve tüketmeye muktedir olmalıdır. Ve bir kişi kendisini başkalarıyla birlikte bulduğunda ve belirli bir kıt kaynağın nasıl kullanılacağı konusunda bir anlaşmazlık yaşandığında, belirsiz sayıda insan için belirsiz süreler beklemek yerine, sorunu belirli bir zamanda belirli sayıda insanla çözebilmelidir. O hâlde, herhangi bir şeyin lehinde ya da aleyhinde tartışmanın ön koşulu olan hayatta kalabilme amacıyla, mülkiyet hakları zamansız ve ilgili kişilerin sayısı bakımından belirsiz olarak algılanamaz. Aksine, bu hakların mutlaka zamanın belirli noktalarında belirli eylemlerde bulunan bireylerin eylemlerinden kaynaklandığı düşünülmelidir. [Burada şunu da belirtmek gerekir ki ancak mülkiyet hakları zaman içinde ortaya çıkan özel mülkiyet hakları olarak kavramsallaştırıldığı takdirde sözleşme yapmak mümkün hâle gelebilmektedir. Açıktır ki sözleşmeler, sözleşmeye taraf olan her bir bireyin sözleşmeden önce edindiği şeyler üzerindeki özel mülkiyet iddialarının karşılıklı olarak tanınmasına dayanan ve daha sonra belirli şeyler üzerindeki mülkiyet haklarının belirli bir önceki sahipten belirli bir sonraki sahibe aktarılmasıyla ilgili olan, fiziksel olarak bağımsız birçok birim arasındaki anlaşmalardır. Sonradan gelen etiği çerçevesinde sözleşme diye bir şey düşünülemez!] Dahası, sosyalizmin çok çekici bulduğu “önceki-sonraki ayrımının” terk edilmesi fikri”, argümantasyonun pratik temeli olarak saldırmazlık ilkesiyle yine açıkça uyumsuz olacaktır. Biriyle tartışmak ve muhtemelen hemfikir olmak (sadece hemfikir olmamak konusunda bile olsa), birbirinin kendi bedeni üzerindeki münhasır kontrol hakkını önceden tanımak anlamına gelir. Aksi takdirde, herhangi birinin zamanın belirli bir noktasında bir şey söylemesi ve ardından bir başkasının buna cevap verebilmesi ya da tam tersi imkânsız hâle gelirdi; çünkü ne ilk ne de ikinci konuşmacı artık herhangi bir zamanda bağımsız fiziksel karar alma birimleri olurlardı. O hâlde sosyalizmin yapmaya çalıştığı gibi önceki-sonraki ayrımını ortadan kaldırmak, tartışma ve anlaşmaya varma olasılığını ortadan kaldırmakla eşdeğerdir. Ancak, her bireyin kendi bedeni üzerindeki öncelikli kontrolü tanınmadan ve âdil görülmeden tartışmanın mümkün olmadığı iddia edilemeyeceğine göre, bu ayrımı yapmak istemeyen bir sonradan gelen etiğinin hiç kimse tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. Bunun mümkün olduğunu savunarak tartışmayı sürdürmek bile bir çelişki anlamına gelir, zira kişinin bunu söyleyebilmesi, zamanın belirli bir noktasında bağımsız bir karar verme birimi olarak var olduğunu önceden kabul etmek anlamına gelir.³

Ayrıca “Düşünce ve Emeğin Sahiplenilmesi” başlıklı yazımda Hoppe ve sınırlandırma/sınır belirlenimi/embordering üzerine yaptığım incelemeye de bakınız. Öncesinde Hoppe’nin A Theory of Socialism and Capitalism’de kıtlık kavramına ilişkin değerlendirmesine bakalım:


İlk olarak bu genel mülkiyet teorisini, tek tip ilkeler aracılığıyla olası tüm anlaşmazlık ve çatışmalardan kaçınmaya yardımcı olmak amacıyla tüm mallara uygulanabilir bir kurallar bütünü olarak ifade edeceğim ve ardından bu genel teorinin saldırmazlık ilkesi kapsamında nasıl ifade bulduğunu göstereceğim. Saldırmazlık ilkesine göre bir kişi başka bir kişinin bedenine saldırmadığı sürece kendi bedeniyle istediği her şeyi yapabileceğinden, bu kişi tıpkı kendi bedenini kullandığı gibi diğer kıt kaynakları da kullanabilir, yeter ki bu diğer kaynaklar hâlihazırda bir başkası tarafından sahiplenilmemiş olsun ve hâlâ doğal, sahipsiz bir durumda bulunsun. Kıt kaynaklar gözle görülür bir şekilde sahiplenildiği anda -John Locke’ın ifadesiyle birileri “emeğini bu kaynaklara katıp karıştırdığı” ve bunun nesnel emareleri görüldüğü anda- mülkiyet, yani münhasır/dışlayıcı kontrol hakkı, ancak mülkiyet unvanlarının sözleşmeye dayalı olarak önceki bir sahipten bir başkasına devredilmesiyle elde edilebilir ve önceki sahiplerin bu münhasır kontrolünü tek taraflı olarak sınırlandırmaya yönelik her türlü girişim ya da söz konusu kıt kaynakların fiziksel özelliklerinde istenmeyen her türlü dönüşüm, diğer insanların bedenlerine yönelik saldırılarla tam bir benzerlik içinde, haklı çıkarılamayacak bir eylemdir.

Hoppe’nın hiçbir yerde bir şeye sahip olmak için gerekli olan eylemlerinize, düşüncelerinize, bilginize, niyetlerinize ve benzerlerine sahip olduğunuzdan daha fazla emeğinize sahip olduğunuzu varsaymadığını unutmayın. Hoppe bir şeyi sahiplenmeye -sahiplenilmemiş bir şeyi kendisine mal ettiğini nesnel olarak ispatlayabilen ilk kişi olmaya- odaklanır. Hoppe’nın yazdığı gibi: “... mülkiyet hakkı iddiaları, geçmişteki dışlayıcı sınırlar belirleyen üretken çabalardan türetilerek üretici konumundaki belirli bireylere atfedilebilir...” Yani, Hoppe’ya göre, emeğinize sahip olduğunuz için değil, kaynakla en iyi bağlantıya, yani onu ilk sahiplenen olma statüsüne sahip olduğunuz için mülk sahibisiniz. Hoppe’nın tekrar tekrar önceki-sonraki ayrımının önemine odaklandığına dikkat edin.


Hoppe ayrıca şöyle yazmaktadır:


Dolayısıyla, bu tür malları edinme hakkının varlığı kabul edilmek zorundadır. Şimdi, eğer durum böyleyse ve eğer bir kişi kendi emeğiyle, yani daha önce hiç kimsenin bir şey yapmadığı şeylerle bir şey yaparak doğanın verdiği kullanılmamış şeyler üzerinde bu tür münhasır kontrol haklarını elde etme hakkına sahip değilse ve eğer diğer insanlar daha önce üzerinde çalışmadıkları veya belirli bir kullanıma sokmadıkları bu tür şeylerle ilgili olarak bir kişinin sahiplik iddiasını göz ardı etme hakkına sahipse, o zaman bu ancak, mülkiyet haklarının emek yoluyla, yani belirli bir kişi ile belirli bir kıt kaynak arasında nesnel, özneler arası gözlemlenebilir bir bağ kurarak değil, sadece doğrudan sözel beyanla, yani fermanla elde edilebilmesi durumunda mümkün olacaktır. ... Bu ayrım, belirli bir kıt kaynağın aslında -bunun için herkesin görebileceği ve doğrulayabileceği nesnel göstergeler mevcut olduğundan- kişinin kendi iradesinin ya da duruma göre bir başkasının iradesinin bir dışa vurumu ya da somutlaşması/cisimleşmesi hâline geldiği gözlemine dayanır.

Burada Hoppe, “belirli bir kişi ile belirli bir kıt kaynak arasında nesnel, özneler arası gözlemlenebilir bir bağ kurmak” ile eş tuttuğu ve “basitçe doğrudan sözel beyanla, yani fermanla” diye tezat oluşturduğu, kişinin emeğiyle mülk edinmesinden bahseder. Yani, Hoppe’ya göre, bir şeyin mülkiyeti, kişi ile kaynak arasında nesnel bir bağ kurularak belirlenir. Bu yapıldıktan sonra, o kişi, önceki-sonraki ayrımı sayesinde, kaynak üzerinde en iyi hak iddiasına sahip olur. Hoppe hiçbir yerde “salt emeğiniz vasıtasıyla sahip olursunuz” gibi saçma bir düşünceyi kabul etmez.


Ayrıca, Anthony de Jasay’ın harika kitabı Against Politics için yazdığım eleştiride de belirttiğim gibi:


Ancak daha önce de belirtildiği üzere, Anthony de Jasay normatif önermelerin gerekçelendirilebileceğine inanmıyor gibi görünmektedir ve bunu gerçekten yapmaya da çalışmamaktadır. Sadece kaçınılmaz olduğu yerlerde ara sıra “-meli, -malı” gibi ekler ve normatif öncüller kullanmakta ve belki de okuyucunun kendi iyi niyetine ya da tutarlılık aşkına güvenerek okuyucunun bu (tartışmasız) öncüllere katıldığını varsayıyor gibi görünmektedir. Örneğin, “siyasî bir otoritenin topluma ... ve bireysel üyelere değer yargıları empoze etmek için zorlama gücünü kullanma hakkına sahip olduğu son derece şaibelidir” demekle yetinmektedir. Ancak buradaki “şaibeli” ve “kullanma hakkına sahip” normatif kavramlarının gücü, bir gerekçelendirme girişiminde bile bulunulmaması nedeniyle azalmaktadır. De Jasay’ın argümanı bu nedenle varsayımsal bir argümandır -ve daha iyi bir şeyin mümkün olduğunu düşündüğünden emin olmadığım için aynı fikirde olup olmayacağından da emin değilim- çünkü ikna ediciliği dinleyicinin adalet, verimlilik ve düzen hedeflerine zaten (bir nedenle) değer vermesine dayanmaktadır. Yine de, bu prensiplerin çoğu her hâlükârda (örneğin Rothbard’ın veya Hoppe’nın etik teorisi kullanılarak) kesinlikle sağlam ve gerekçelendirilebilir olduğu için ve Anthony de Jasay’ın eleştirel ve analitik becerileri çok keskin olduğu için, bu makaleden ilgi çekici pek çok şey ortaya çıkmaktadır. Onun üç siyaset ilkesi şunlardır: 1. Şüphe duyuyorsanız, siyasî eylemden kaçının (s. 147 ve devamı); 2. Makul olanın özgür olduğu varsayılsın (s. 158 ve devamı); 3. Bırakınız dışlama baki kalsın (s. 171 ve devamı). Ben en çok üçüncü ilke olan “bırakınız dışlama baki kalsın” ilkesinin gerekçelendirilmesini, özellikle de sahipsiz malların mülk edinimi veya sahiplenilmesi tartışmasını ilgi çekici buldum. Anthony de Jasay mülkiyeti, sahibinin örneğin taşınmaz mülkü (mesela araziyi) çitle çevirerek veya taşınır mülk bularak ya da yaratarak (ve elinde tutarak) başkalarını bu mülklerin kullanımından “dışlaması” ile eş anlamlı tutmaktadır. Dolayısıyla, onun ilkesi “bırakınız mülkiyet hüküm sürsün” anlamına gelir; yani, doğa durumunda iken sahiplenilen ya da nihayetinde böyle bir sahiplenmeye kadar uzanan bir miras zinciri yoluyla edinilen mülkiyete ilişkin hak iddialarına saygı gösterilmelidir. John Locke’un mülkü ilk ya da orijinal olarak sahiplenen kişinin onu sahiplenme hakkına sahip olduğu yönündeki önermesinin temel savunusu, Anthony de Jasay’ın ikinci ilkesi olan “makuliyet” ilkesi ve haklar ile özgürlükler arasında yaptığı ayrımla paralellik göstermektedir. Diğerleri, sahipsiz kaynakların mülk edinilmesinin (homesteading) tek taraflı ve dolayısıyla haksız bir şekilde başkalarına müdahaleden kaçınmaları için ahlâkî görevler yüklediği gerekçesiyle sahipsiz bir mülkün mülk edinilebileceği fikrine karşı çıkmaktadır. Bununla birlikte, temel savunma ise oldukça genel ve anlaşılırdır. Muhtemel bir sahip bunu sahiden yapabiliyorsa, bir şeyin ilk zilyetliğini almak, haksız fiil değilse (ki bu durumda mülke tecavüz veya izinsiz giriş değilse) ve hiçbir hakkı ihlal etmiyorsa makul bir eylemdir; ancak bu, tanım gereği, yani şeyin “sahipsiz” olarak tanımlanmasıyla mümkündür. Dolayısıyla, bireyleri bir başkasının hakkıyla (iddiasıyla) çatışmadığı ve onu ihlal etmediği sürece hareket etmekte özgür kabul edersek, bir kişinin sahipsiz bir mülkü sahiplenmesine izin vermemek için hiçbir neden yoktur. Çünkü eğer önceki bir mal sahibi yoksa, buna başka kim itiraz edecektir ki? İtiraz etme hakkına sahip olmak, hak iddia edeni “dışlayabilmektir”, ancak dışlama hakkı mülkiyetin bir parçasıdır ve mülk bu varsayıma göre sahipsizdir. O hâlde hiç kimse benim sahipsiz bir mülkü sahiplenmeme geçerli bir şekilde itiraz edemez, çünkü makul eylemlerin özgür olduğunu varsayarsak, herhangi bir itirazın kendisi bir hak iddia etmelidir ve bu da bir tür mülkiyet iddiasını beraberinde getirir. [Benzer bir akıl yürütme, benim haklara ilişkin estoppel teorimde de, bir kişinin belirli bir bağlamda (cezalandırma) zorunlu olarak var olduğunu varsaydığı hakları inkâr etmesini engellemek için kullanılmaktadır. Bu teori Hoppe’nın argümantasyon etiği ile ilişkilidir ve ondan faydalanır. Bkz: Kinsella, “A Libertarian Theory of Punishment and Rights”; “New Rationalist Directions in Libertarian Rights Theory.” Hoppe’nın ilk sahiplenenin neden sonradan gelenlerden daha iyi bir ahlâkî ve geçerli iddiaya sahip olduğuna dair kavrayışları da burada önem taşımaktadır. Bkz: Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s.141-44; Economics and Ethics of Private Property, s. 191-193.]

Ayrıca, “Defending Argumentation Ethics” adlı çalışmamdan bir alıntı:


Nesnel Bağlantılar: İlk Kullanım, Sözel İddialar ve Önceki-Sonraki Ayrımı Şimdi liberteryenizme geliyoruz. Liberteryenizmin, hak diskurunun ön kabullerini karşılayan tek hak teorisi olduğu ortaya çıkmaktadır, çünkü sadece liberteryenizm, mülk sahibi ile mülk arasındaki nesnel bağlar üzerinden sahiplik atamasını savunmaktadır. Bu bağlantı elbette ilk kullanım ya da ilk sahiplenmedir. Yalnızca bir şeyin sahipliğini ilk kullanıcısına ya da mülkiyet hakkını devralan kişiye veren norm bu gerekliliği ya da argümantasyonun diğer ön kabullerini karşılayabilir. Bir şeyi ilk kez kullanmaya başlayan ve onun etrafını sınırlandıran kişi ile dünyadaki tüm diğerleri arasındaki fark açıkça nesnel bir bağdır. Bunu herkes görebilir. Birisi tarafından ilk kez iktisap edilmedikçe hiçbir mal anlaşmazlığa ve çatışmaya konu olamaz. Bir malın ilk kullanıcısı ve zilyedi ya onun sahibidir ya da değildir. Eğer değilse, o zaman kimdir? Malı ondan zorla alan kişi mi? Eğer bir malın önceki sahibinden zorla alınması yeni zilyede o malın sahibi olma hakkını veriyorsa, o zaman ortada sahiplik diye bir şey yoktur, sadece zilyetlik vardır. Ancak böyle bir kural -sonraki bir kullanıcının bir şeyi önceki sahibinden alarak elde edebileceği- çatışmaları önlemez, aksine bu çatışmaları olumlar ve teşvik eder. Bu, “Gücü yeten haklıdır” anlayışından başka bir şey değildir. Barışçıl, işbirliğine dayalı, çatışmasız argümantatif gerekçelendirme de böyle bir şey değildir. Peki ya bir başkasının el koyduğu mala sahip olduğunu sözel olarak beyan eden kişi? Yine, bu hüküm haklı gösterilemez çünkü çatışmaları önlemez ve çünkü dünyadaki herkes aynı anda herhangi bir şeye sahip olduğunu beyan edebilir. Bir mülk parçası üzerinde her biri “eşit derecede geçerli” sözel bir fermana dayanan birden fazla hak sahibi varken, sahipliği belirli bir kişiye tahsis ederek çatışmayı önlemenin bir yolu yoktur. Bu da mülkiyet iddiası sahibi ile kaynak arasında neden nesnel bir bağ harici başka bir yol olmaması gerektiğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Hoppe’nın da belirttiği gibi: “Dolayısıyla, bu tür malları edinme hakkının varlığı kabul edilmek zorundadır. Şimdi, eğer durum böyleyse ve eğer bir kişi kendi emeğiyle, yani daha önce hiç kimsenin bir şey yapmadığı şeylerle bir şey yaparak doğanın verdiği kullanılmamış şeyler üzerinde bu tür münhasır/dışlayıcı kontrol haklarını elde etme hakkına sahip değilse ve eğer diğer insanlar daha önce üzerinde çalışmadıkları veya belirli bir kullanıma sokmadıkları bu tür şeylerle ilgili olarak bir kişinin sahiplik iddiasını göz ardı etme hakkına sahipse, o zaman bu ancak, mülkiyet haklarının emek yoluyla, yani belirli bir kişi ile belirli bir kıt kaynak arasında nesnel, özneler arası gözlemlenebilir bir bağ kurarak değil, sadece doğrudan sözel beyanla, yani fermanla elde edilebilmesi durumunda mümkün olacaktır. ... Bu ayrım, belirli bir kıt kaynağın aslında -bunun için herkesin görebileceği ve doğrulayabileceği nesnel göstergeler mevcut olduğundan- kişinin kendi iradesinin ya da duruma göre bir başkasının iradesinin bir dışa vurumu ya da somutlaşması/cisimleşmesi hâline geldiği gözlemine dayanır.” Hoppe’nin belirttiği gibi, sözel fermana dayalı mülkiyet ataması, argümantatif gerekçelendirmenin işbirlikçi, barışçıl, çatışmasız doğası nedeniyle varsayılan “bedenlere ilişkin saldırmazlık ilkesi” ile uyumsuz olacaktır. Dahası, yukarıda açıklandığı gibi çatışmadan kaçınma sorununu da ele almayacaktır. Dolayısıyla, Hoppe şunu yazarken haklıdır: “Buradan hareketle, sosyalist etiğin tam bir başarısızlık olduğu sonucuna varmak kaçınılmazdır. Tüm pratik versiyonlarında, evrenselleşme testini bile geçemeyen ‘Ben sana vurabilirim ama sen bana vuramazsın’ gibi bir kuraldan daha iyi değildir. Ve eğer evrenselleştirilebilir kurallar benimsemiş olsaydı, ki bu temelde ‘herkes herkese vurabilir’ demek anlamına gelirdi, bu tür kuralların somut özellikleri nedeniyle evrensel olarak kabul edilebilir olduğu söylenemezdi. Bunu söylemek ve savunmak için kişinin kendi bedeni üzerindeki mülkiyet hakkını önceden varsaymak gerekir. Dolayısıyla, yalnızca kapitalizmin ilk gelen ilk sahip olur etiği, argümantasyonda ima edildiği üzere etkili bir şekilde savunulabilir. Ve başka hiçbir etik bu şekilde gerekçelendirilemez, çünkü argümantasyon sırasında bir şeyi gerekçelendirmek, tam da bu doğal mülkiyet teorisi etiğinin geçerliliğini kabul etmek anlamına gelir.”

Son olarak, “Nasıl Kendimizin Sahibi Olabiliyoruz?” adlı çalışmamdan alıntı yapacağım:


Mülkiyet haklarının amacının kıt (çekişme gerektiren) kaynaklar üzerindeki anlaşmazlıkların önlenmesine imkân tanımak olduğunu hatırlayın. Bu amacı yerine getirmek için, belirli kaynaklara ilişkin mülkiyet hakları belirli sahiplere atanır. Ancak bu atama, gerçekten bir mülkiyet normu olacaksa ve muhtemelen çatışmaların önlenmesine yardımcı olacaksa, rastgele, keyfî veya önyargılı olmamalıdır. Bunun anlamı, mülkiyetin “mal sahibi ile talep edilen kaynak” arasında nesnel bağın, yani özneler arası olarak tespit edilebilir bir bağın varlığına dayalı olarak rakip hak sahiplerinden birine verilmesi gerektiğidir.¹⁰ Dolayısıyla, mülkiyet sahipliğini belirleyen, hak sahipleri ile talep edilen kaynak arasındaki nesnel bağlantı kavramıdır. İlk kullanım, yalnızca daha önce sahiplenilmemiş kaynaklar söz konusu olduğunda nesnel bağlantıyı oluşturan şeydir. Bu durumda, eşya ile olan tek nesnel bağ, ilk kullanıcı -ilk sahiplenen- ile eşya arasındaki bağdır. Başka herhangi bir sözde bağlantı nesnel değildir ve yalnızca sözlü karara ya da önceki-sonraki ayrımını ihlal eden bir tür formülasyona dayanır. Ancak mülkiyet haklarının gerçekten hak tesis etmesi ve çatışmayı önlenebilir kılması için önce-sonra ayrımı da çok önemlidir. Dahası, mülkiyet iddiaları sadece sözlü karara dayandırılamaz, çünkü bu da çatışmayı azaltmaya yardımcı olmaz, çünkü herhangi bir sayıda insan bir şey üzerinde sahipliklerini kolayca ilân edebilir.¹¹ Dolayısıyla, mülk edinimi/homesteading sonucu sahip olunan şeyler -daha önce sahip olunmamış kaynaklar- için nesnel bağlantı ilk kullanımdır. Durumun doğası gereği böyle olmak zorundadır.

Dipnotlar:

3. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, ss.169-171.

4. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, ss. 160-161.

5. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s. 24.

6. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, ss. 161-162.

8. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, ss. 161-162.

9. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s. 171.

10. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s. 23.

11. Hoppe bu konuları A Theory of Socialism and Capitalism’in 1., 2. ve 7. bölümlerinde ayrıntılı olarak ele almaktadır.


 

Norman Stephan Kinsella (LL.M., King’s College London-Londra Üniversitesi; JD, Paul M. Hebert Hukuk Merkezi, LSU; BSEE ve MSEE, LSU) Avusturo-Anarşist Liberteryen Hukuk Teorisi yazarı ve Houston’da kayıtlı patent avukatıdır. Liberteryen hukuk teorisinin çeşitli alanlarında ve fikrî mülkiyet hukuku ile uluslararası hukuk gibi adlî konularda geniş çaplı konuşmalar yapmış, dersler vermiş ve yayınlar hazırlamıştır. Yayınları arasında Law in a Libertarian World: Legal Foundations of a Free Society, Against Intellectual Property (Mises Institute, 2008) ve International Investment, Political Risk, and Dispute Resolution: A Practitioner’s Guide (Oxford, 2020) bulunmaktadır. Kendisine Twitter, kişisel websitesi ve e-posta yoluyla ulaşabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

186 görüntüleme0 yorum
bottom of page