top of page

Özel Hukuk Toplumu Fikri

Hans-Hermann Hoppe - 28.07.2006


Robinson Crusoe, adasında tek başına canı ne isterse yapabilmektedir. Düzenli insan davranışının kurallarına ilişkin mesele, yani toplumsal işbirliği onun için söz konusu değildir. Bu ihtilaf olasılıklı mesele ancak adaya ikinci bir kişi, yani Friday geldiğinde ortaya çıkabilmektedir. Ancak o zaman bile, kıtlık olmadığı sürece mesele yine büyük oranda önemsiz kalacaktır.


Adanın Cennet Bahçesi olduğunu varsayalım; tüm kaynaklar aşırı bolluk hâlindedir. Tıpkı soluduğumuz havanın normalde “kıt olmayan” bir mal olması gibi, onlar da “kıt olmayan mallar”dır. Crusoe bu mallarla ne yaparsa yapsın, ne bu tür malların Crusoe için gelecekteki arzı ile ilgili olarak ne de Friday için aynı malların şimdiki veya gelecekteki arzı ile ilgili olarak, eylemlerinin hiçbir geri tepmesi olmaz (ve Friday’in mallara dair eylemleri durumunda da aynısı geçerlidir). Dolayısıyla Crusoe ile Friday arasında bu tür malların kullanımı konusunda bir ihtilaf olması asla mümkün değildir. Bir çatışma ancak mallar kıt ise mümkündür. Ancak o zaman, düzenli, çatışmasız sosyal işbirliğini mümkün kılan kuralları formüle etme ihtiyacı ortaya çıkacaktır.


Cennet Bahçesi’nde sadece iki kıt mal vardır: Kişinin fiziksel bedeni ve bulunabileceği yer. Crusoe ve Friday’in her birinin yalnızca bir vücudu vardır ve aynı anda yalnızca bir yerde durabilirler. Bu nedenle, Crusoe ile Friday arasında Cennet Bahçesi’nde bile çatışmalar çıkabilir: Crusoe ve Friday, birbirleriyle fiziksel çatışmaya girmeden aynı anda aynı yerde bulunamazlar. Buna göre, Cennet Bahçesi’nde bile düzenli sosyal davranış kuralları, yani insan bedenlerinin uygun konumu ve hareketi ile ilgili kurallar mevcut olmalıdır. Cennet Bahçesi’nin dışında, kıtlık diyarında, yalnızca kişisel bedenlerin kullanımını değil, aynı zamanda kıt olan her şeyi de düzenleyen kurallar olmalıdır, böylece olası tüm çatışmalar ortadan kaldırılabilir. Bu, toplumsal düzenin sorunudur.


Klasik Liberal Toplumsal Düzen Anlayışı

Sosyal ve siyasal düşünce tarihinde, sosyal düzen sorununa çözüm olarak sayısız öneri sunulmuş ve karşılıklı olarak bağdaşmayan bu öneri çeşitliliği, tek bir “doğru” çözüm arayışının genellikle yanıltıcı olarak görülmesine, ancak doğru bir çözümün de var olmasına katkıda bulunmuştur. Ahlâkî göreliliğe yenik düşmek için hiçbir sebep yoktur. Çözüm yüzlerce yıldır biliniyor. Modern zamanlarda bu basit çözüm en çok “klasik liberalizm” ile ilişkilendirilmiştir.


Önce Cennet Bahçesi tarafından temsil edilen özel durum için ve ardından her yönden kıtlığın “gerçek” dünyası tarafından temsil edilen genel durum için çözümü formüle edeyim ve sonra kısaca bu çözümün neden ekonomik olduğu kadar adil olarak da düşünülmesi gerektiğini belirteyim.


Cennet Bahçesi’nde çözüm, orada başka kimsenin durup aynı yeri işgal etmemesi şartıyla, herkesin kendi bedenini istediği yere koyabileceği veya hareket ettirebileceği basit bir kuralla sağlanır. Cennet Bahçesi’nin dışında, her yönden kıtlık diyarında, çözüm birbiriyle ilişkili dört kural tarafından sağlanır.


Birincisi, her insan kendi fiziksel bedeninin gerçek sahibidir. Crusoe’nun bedeninin sahibi Crusoe değilse başka kim olmalıdır? Aksi takdirde, bu bir kölelik durumu oluşturmaz mı ve kölelik hem adaletsiz hem de ekonomik açıdan zararlı değil midir?


İkincisi, her insan, kıt olarak algıladığı ve başka herhangi bir insandan önce bedeni aracılığıyla kullanıma sunduğu tüm doğa tarafından verilen malların gerçek hak sahibidir. Gerçekten de, ilk kullanıcı değilse, başka kim sahibi olmalıdır? İkinci mi, üçüncü mü? Ancak bu böyle olsaydı, ilk kişi ilk sahiplenme eylemini yerine getiremezdi ve böylece ikinci kişi birinci olurdu ve bu böyle devam ederdi. Yani, hiç kimsenin bir ilk sahiplenme edimini gerçekleştirmesine asla izin verilmeyecek ve insanlık anında yok olacaktı. Alternatif olarak, ilk kullanıcı, tüm sonradan gelenlerle birlikte söz konusu malların kısmi sahibi olur. Ancak bu sefer de çatışma kaçınılmaz olacaktır, çünkü çeşitli ortakların söz konusu mallarla ne yapılacağı konusunda birbiriyle uyuşmayan fikirleri varsa ne yapılabilir? Bu çözüm, ilk kez kıt olarak algılanan malların kullanılma teşvikini azaltacağı için de ekonomik olmayacaktır.


Üçüncü olarak, her insan, bedeninin ve ilk-öncel olarak sahip olduğu malların yardımıyla yeni ürünler üretir ve böylece, üretim sürecinde başka bir kişinin sahip olduğu mallara fiziksel olarak zarar vermemesi koşuluyla, bu ürünlerin meşru sahibi olur.


Son olarak, bir mal ilk kez sahiplenildikten veya üretildikten sonra, o malın mülkiyeti yalnızca mülkiyet hakkının önceki sahibinden sonraki sahibine gönüllü, sözleşmeye dayalı olarak devredilmesi yoluyla elde edilebilir.


Özel mülkiyet kurumu ve özellikle de ilk sahiplik yoluyla özel mülkiyetin tesisi sıklıkla “uzlaşılar” olarak anılır. Ancak, açıklığa kavuşturulması gerekir ki bu yanlıştır. Bir uzlaşı bir amaca hizmet eder ve alternatifi olan bir şeydir. Örneğin, Latin alfabesi yazılı iletişimin amacına hizmet eder. Bunun bir alternatifi vardır: Kiril alfabesi. Bu yüzden o bir uzlaşıdan sayılır. Buna karşın, eylem normlarının amacı nedir? Olası çatışmalardan kaçınmaktır! Çatışma yaratan normlar, normların amacına aykırıdır. Ancak, çatışmadan kaçınma amacına ilişkin olarak, bahsi geçen iki kurum sadece uzlaşımsal değildir; onlara alternatif de yoktur. Sadece özel mülkiyet, her türlü kaçınılmaz olan tüm çatışmaların önlenmesini mümkün kılar; ve yalnızca belirli bir zamanda ve konumda belirli bireyler tarafından gerçekleştirilen ilk sahiplik eylemleriyle mülk edinme ilkesi, insanlığın başlangıcından beri çatışmaların önlenebilmesine olanak sağlar.


Toplumsal Düzenin Uygulanması: Klasik Liberalizmde Devletin Rolü

Bu keşif ne kadar önemliyse de bizi daha da zor bir problemle baş başa bırakıyor. Hepimiz olası tüm çatışmalardan nasıl kaçınacağımızı bilsek ve bunu yaparak uzun vadede çok yönlü refahın en üst düzeye çıkacağını kavrasak bile, bu her zaman çatışmadan kaçınmakla ve eylemlerimizin uzun vadeli sonuçlarıyla ilgilendiğimiz anlamına gelmez. Gerçekten insan ne ise odur; katiller, soyguncular, hırsızlar, haydutlar, dolandırıcılar veya yukarıda sayılan kurallara uygun davranmayan kişiler, her zaman var olacak ve caydırılmazlarsa toplumda yaşamak imkânsız olacaktır. Hukuk ve düzeni korumak için, toplum üyelerinin, başkalarının can ve malına saygı göstermeyen herkesi toplumun kurallarına uymaya zorlamaya hazırlıklı ve donanımlı olması gerekir. Bu kanun ve düzenin uygulanması nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirilecektir?


Klasik liberaller ve hemen hemen herkes tarafından verilen cevap oldukça iyi bilinir. Öncelikli görev olarak kanun ve nizamı sağlamak, devletin yegâne fonksiyonudur. O hâlde devlet nasıl tanımlanır? Devlet sadece uzmanlaşmış bir müessese değildir. Alışılageldiği üzere devlet, iki benzersiz özelliğe sahip bir kurum olarak tanımlanır. Birincisi, devlet, nihai karar almanın bölgesel tekelini uygulayan bir kurumdur. Yani, kendi içindeki çatışmalar da dâhil olmak üzere her türlü çatışma durumunda nihai hakemdir ve kendisinin üstünde ve ötesinde hiçbir başvuruya izin vermez. İkincisi, devlet, bölgesel bir vergilendirme tekelini uygulayan kurumdur. Yani, kanun ve düzenin hükmü için vatandaşların ödemesi gereken bedeli tek taraflı olarak belirleyen bir kurumdur.


Klasik Liberalizmin Hataları

Hukuk ve düzen sağlayıcı olarak bir devlet kurumunun gerekliliğine ilişkin klasik liberal görüş ne kadar yaygın olsa da oldukça temel bazı ekonomik ve ahlâkî argümanlar bu görüşün tamamen yanlış yönlendirildiğini göstermektedir.


Her “tekel”in tüketiciler açısından “kötü” olduğu, siyasi iktisatçılar ve siyaset felsefecileri arasında en yaygın kabul gören önermelerden biridir. Burada tekel, tek bir ürün veya hizmet üreticisine verilen münhasır bir ayrıcalık olarak veya belirli bir üretim hattına “serbest giriş” engeli olarak anlaşılmaktadır. Örneğin, yalnızca bir kurum, A, belirli bir ürün veya hizmet olan X’i üretebilir. Bu tür bir tekel tüketiciler için “kötü”dür, çünkü söz konusu tekel belirli bir üretim alanına katılacak potansiyel girişimcilerden korunduğunda, ürünün fiyatı rekabet koşullarına göre daha yüksek ve kalitesi daha düşük olacaktır. Buna göre, devlet tarafından sağlanan kanun ve düzenin aşırı pahalı ve özellikle düşük kaliteli olması beklenmelidir.


Ancak bu, hataların yalnızca en hafifidir. Devlet, düşük kaliteli ürünleri yüksek fiyatlarla üreten süt veya araba tekeli gibi herhangi bir tekel değildir. Devlet, yalnızca ürün değil, aynı zamanda kötülük de üretmesi bakımından diğer tüm kurumlar arasında benzersizdir. Gerçekten de, iyi sayılabilecek herhangi bir şey üretebilmek için kötülükler üretmelidir. (Burada, hem “ürünler, mallar, emtia” anlamında hem de “iyi, iyilikler, iyiler” anlamlarında kullanılan “goods” kelimesi ve “kötülükler, kötüler” anlamlarındaki “bads” kelimesi üzerinden zekice hoş bir kelime oyunu yapılmıştır.)


Belirtildiği gibi, hükümet, kendi içindeki çatışmalar da dâhil olmak üzere, her türlü çatışma durumunda nihai yargıçtır. Sonuç olarak, yalnızca çatışmayı önlemek ve çözmek yerine, nihai bir karar alma tekeli, kendi çıkarı adına sonuçlar alacak şekilde çözmek için çatışmayı da kışkırtacaktır. Yani, adalet için sadece devlete başvurulabilirse, adalet, gerçeklere rağmen devletin, anayasaların ve yüksek mahkemelerin lehine yozlaşacaktır. Tabii ki bunlar devletin anayasaları ve mahkemeleridir ve devlet müdahalelerinde bulabilecekleri sınırlamaların, her zaman aynı kurumun temsilcileri tarafından kararlaştırıldığını gözlemleyebilirler. Tahmin edilebileceği gibi, mülkiyet ve himayenin tanımı sürekli olarak değiştirilecek ve yetki alanı hükümetin avantajına olacak şekilde genişletilecektir. Keşfedilmesi gereken ebedî ve değişmez hukuk fikri ortadan kalkacak ve yerini yönetmelik olarak hukuk fikri yani esnek devlet yapımı hukuk alacaktır.


Daha da kötüsü, devlet vergi tekelcisidir ve vergileri alanlar -devlet çalışanları- vergileri iyi bir şey olarak görürken, vergileri ödemek zorunda olanlar ödemeyi kötü bir şey, bir kamulaştırma eylemi olarak görürler. O zaman, vergiyle finanse edilen bir can ve mal koruma kurumu olarak devlet kurumunun kendisi, terimler açısından bir çelişkiden başka bir şey değildir. Her zamankinden daha fazla vergi ve daha az koruma “üreten”, mülksüzleştirici bir mülkiyet koruyucusudur. Klasik liberallerin önerdiği gibi, bir hükümet, faaliyetlerini yalnızca vatandaşlarının mülkiyetinin korunmasıyla sınırlasa bile, ne kadar güvenlik üretileceği sorusu ortaya çıkacaktır. Herkesin olduğu gibi, kişisel çıkar ve emeğin yararsızlığı ile motive olan, ancak benzersiz vergilendirme gücü ile donatılmış bir hükümet görevlisinin hedefi, her zaman koruma harcamalarını maksimize etmek olacaktır ve bir ulusun zenginliğinin neredeyse tamamı, makul bir şekilde, koruma maliyeti tarafından tüketilebilir ve bu olurken koruma hizmet ve üretimini de en aza indirebilir. Kişi ne kadar çok para harcarsa ve üretmek için ne kadar az çalışırsa, o kadar iyi durumda olur.


Özetle, devlet kurumunun doğasında var olan teşvik yapısı, can ve malın korunması için bir reçete değil, kötü muamele, baskı ve sömürü için bir reçetedir. Devletlerin tarihi bunu gösteriyor. Bu, her şeyden önce, mahvolmuş milyonlarca insan yaşamının tarihidir.


Hataların Birleşimi: Demokratik Liberalizm

Klasik liberalizm, hukuk ve düzenin korunması için hükümet kurumunun gerekli olduğunu yanlış bir şekilde varsaydığında, şu soru ortaya çıktı: Eldeki görev için en uygun hükümet biçimi hangisidir? Bu soruya verilen klasik liberal cevap hiçbir şekilde oybirliği olmasa da yine de yüksek sesli ve netti. Prens ya da kraliyet hükümetinin geleneksel biçimi, ayrıcalığa dayalı bir yönetim olduğu için, el üstünde tutulan evrensel insan hakları fikriyle açıkça uyumsuzdu. Dolayısıyla, ekarte edildi. O hâlde, insan haklarının evrenselliği fikri hükümetle nasıl bağdaştırılabilirdi? Liberal cevap, demokrasi yoluyla herkese eşit şartlarda katılım ve yönetime giriş hakkı vermekti. Yalnızca soy aktarımıyla meşru bir soylular sınıfının değil de herkesin bir hükümet görevlisi olmasına ve her hükümet işlevini yerine getirebilmesine izin verildi.


Ancak, yasa önünde bu demokratik eşitlik, herkese, her yerde ve her zaman eşit olarak uygulanabilen biricik evrensel yasa fikrinden tamamen farklı ve onunla bağdaşmayan bir şeydir. Gerçekte, kralların yüksek yasasına karşı sıradan tebaanın ikincil yasasının önceki itiraz edilebilir hizipleşme ve eşitsizliği, demokraside, kamu hukuku ile özel hukukun ayrımında ve birincinin ikinciye üstünlüğünde tamamen korunur. Demokraside, devlete giriş herkese eşit şartlarda açık olduğu sürece herkes eşittir. Bir demokraside, hiçbir kişisel ayrıcalık veya ayrıcalıklı kişi yoktur. Ancak, işlevsel ayrıcalıklar ve ayrıcalıklı işlevler mevcuttur. Resmî sıfatla hareket ettikleri sürece, kamu görevlileri kamu hukuku tarafından yönetilir ve korunur ve bu nedenle, yalnızca özel hukukun yetkisi altında hareket eden kişiler karşısında, en temelde özel hukuk öznelerine uygulanan vergilerle kendi faaliyetlerini desteklemelerine izin verildiği için imtiyazlı bir konum işgal eder. Ayrıcalık ve yasal ayrımcılık ortadan kalkmayacaktır. Bunun tersine, prensler ve soylularla sınırlı olmak yerine, ayrıcalık, korumacılık ve yasal ayrımcılık herkese açık olacak ve herkes tarafından uygulanabilecektir.


O hâlde, tahmin edilebileceği gibi, demokratik koşullar altında her tekelin fiyatları artırma ve kaliteyi düşürme eğilimi daha belirgindir. Soydan gelen tekelci olarak, bir kral veya prens, kendi yargı yetkisi altındaki toprakları ve insanları kişisel mülkü olarak görürdü ve “mülkünün” tekelci sömürüsüyle meşgul olurdu. Demokrasi altında tekel ve tekelci sömürü ortadan kalkmaz. Herkesin hükümete girmesine izin verilse bile bu, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaz. Yöneten ve yönetilen bir ve aynı kişi değildir. Ülkeyi kendi özel mülkü olarak gören bir prens yerine, ülkenin tekelci sorumluluğuna geçici ve değiştirilebilir bir bekçi verilir. Bekçi ülkenin sahibi değildir, ancak görevde olduğu sürece onu kendisinin ve himayesindekilerin yararına kullanmasına izin verilir. Şu anki kullanımına, yani intifa ve yararlanma hakkına sahiptir, ancak öz sermayeye sahip değildir. Bu, sömürüyü ortadan kaldırmaz. Aksine, öz sermayeye çok az önem vererek veya hiç dikkate almayarak yürütülen sömürüyü daha az hesaplı hâle getirir. Bu sömürü basiretsiz ve öngörüsüzdür ve sermaye tüketimi sistematik olarak teşvik edilir.


Özel Hukuk Toplumu Fikri

O hâlde, klasik liberalizmin çok çeşitli hataları ışığında, mevcut ve potansiyel olarak kanunları çiğneyenler karşısında kanun ve düzen nasıl korunur? Çözüm, her bireyin ve kurumun tek ve aynı yasalara tâbi olduğu bir toplum olan özel hukuk toplumunda yatıyor! Bu toplumda belirli işlevlere sahip kişilere imtiyazlar tanıyan hiçbir kamu hukuku (ve hiçbir kamu mülkü) yoktur. Sadece, herkese eşit şartlar altında tatbik edilebilen özel hukuk (ve özel mülkiyet) vardır. Hiç kimsenin mülk edinmesine ilk sahiplenme, üretim veya gönüllü mübadele dışında herhangi bir yolla izin verilmez; ve hiç kimse vergilendirme ve kamulaştırma ayrıcalığına sahip değildir. Ayrıca, özel hukuk toplumunda hiç kimse, birinin herhangi bir üretim hattına girmesini ve dilediği kişiyle rekabet etmek için mülkünü kullanmasını yasaklayamaz.


Daha spesifik olarak, hukukun üretimi ve sürdürülmesinin adil ve verimli olması için, serbestçe finanse edilmesi ve rekabet eden bireyler ve kurumlar tarafından üstlenilmesi gerekecektir. Bu nasıl yapılabilir? “Güvenlik endüstrisinin” özel hukuk toplumu çerçevesinde alacağı kesin şekli ve biçimi tahmin etmek imkânsız olsa da - tıpkı şimdiye kadar var olmayan koşullar altında hemen hemen her endüstrinin belirli yapısını tahmin etmenin imkânsız olduğu gibi - devlet tarafından sağlanan güvenlik korumasının statükosuna kıyasla önemli sayıda temel yapısal değişiklik öngörülebilir.


Birincisi, karmaşık toplumlarda, ortaya çıkan çözümün bir yönü yalnızca ikincil öneme sahip olacaktır, ancak hiçbir koşulda gözden kaçırılmamalıdır. Devletçi kanun ve düzen hükmü, nüfusun art arda silahsızlanmasına yol açarak, halkı kanunları çiğneyenlere karşı giderek daha savunmasız hâle getirirken, özel hukuk toplumunda, ateşli silahların ve diğer silahların özel mülkiyeti üzerinde esasen hiçbir kısıtlama olmayacaktır. Herkesin, istilacılara karşı canını ve malını korumak için öz savunma yapmaya dair temel hakkı kutsal olacaktır ve pek de vahşi olmayan Vahşi Batı deneyiminden ve bunun sıklığı arasındaki ilişkiye dair çok sayıdaki ampirik araştırmadan bilindiği gibi, silah sahipliği ve suç oranları göz önüne alındığında, daha fazla silah daha az suç anlamına gelir. Sağduyu bunu emreder, ancak hükümet propagandası acımasızca inkâr etmeye çalışır.


Bununla birlikte, karmaşık modern toplumlarda öz savunma, genel güvenlik üretiminin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturacaktır. Günümüz dünyasında kendi ayakkabımızı, takım elbisemizi, telefonumuzu kendimiz üretmiyoruz; iş bölümünün avantajlarına iştirak ediyoruz. Bu, güvenlik üretimi için de geçerlidir. Büyük ölçüde, canımızı ve malımızı korumak için uzmanlaşmış kurumlara ve görevlilere güveniyoruz. Özellikle, çoğu insan, tedbirli olmak için serbestçe finanse edilen ve rekabet eden sigorta şirketlerine güvenir ve sigortacılara olan bu güven, kişinin mülkünün miktarı ne kadar büyük ve değerli olursa, o kadar artma ve yoğunlaşma eğiliminde olacaktır. Sigorta şirketleri, sırasıyla, ya direkt sigorta şirketinin bir alt bölümü olarak ya da endirekt ayrı ticari kuruluşlar olarak polis ve dedektiflik kurumları ile ilişki kuracak ve işbirliği yapacaktır. Aynı zamanda sigorta acenteleri, dâhili ve bağımsız, harici arabulucular ve arabuluculuk acenteleri ile sürekli işbirliği yapacaktır.


Birbirine bağlı sigorta, polis ve arabuluculuk kurumlarından oluşan bu rekabetçi sistem nasıl işleyecektir?


Sigortacılar, polisler ve arabulucular arasında ödeme yapan müşterilere yönelik rekabet, koruma fiyatında (sigortalı değer başına) sürekli bir düşüş eğilimine neden olacak ve böylece korumayı daha hesaplı hâle getirecektir. Buna karşılık, korunanları vergilendirebilen tekelci bir koruyucu, hizmetleri için her zamankinden daha yüksek fiyatlar talep edebilir.


Ayrıca, daha önce belirtildiği gibi, koruma ve güvenlik, rekabete tâbi ürün ve hizmetlerdir. Korumaya daha fazla kaynak tahsis edilirse, örneğin arabalara, tatillere, yiyecek veya içeceklere daha az kaynak harcanabilir. Ayrıca, örneğin A kişisi veya A grubunun (Pasifik kıyısında yaşayan insanlar) korunmasına tahsis edilen kaynaklar, B kişisi veya B grubunun (Atlantik kıyısında yaşayan insanlar) korunması için harcanan kaynaklarla rekabet eder. Vergiyle finanse edilen bir koruma tekeli olarak, devletin kaynak tahsisi zorunlu olarak keyfî olacaktır. Diğer rakip ürün ve hizmetlere kıyasla aşırı güvenlik üretimi (veya eksik üretimi) olacaktır ve bazı bireyler, gruplar veya bölgeler için aşırı koruma ve diğerlerinde ise yetersiz koruma olacaktır.


Tam tersine, serbestçe rekabet eden koruma kurumları sisteminde, tahsisin tüm keyfîliği (tüm fazla ve eksik üretim) ortadan kalkacaktır. Koruma, gönüllü olarak ödeme yapan tüketicilerin gözündeki göreceli öneme sahip olacak ve hiçbir kişi, grup veya bölge, herhangi birinin pahasına koruma almayacak, ancak her biri ödemelerine göre koruma alacaktır.


Ayrıca sigortacılar, fiili bir hasar durumunda müvekkillerini tazmin etmek zorunda kalacaklardır; bu nedenle verimli çalışmalıdırlar. Özellikle sosyal felaketler (suç) ile ilgili olarak, bu, sigortacının her şeyden önce etkili önleyici tedbirler ile ilgileneceği anlamına gelir, çünkü bir suçu önleyemezse, zararı karşılamak zorunda kalacaktır. Üstelik, bir suç eylemi engellenemezse, sigortacı yine de yağmalanan malları geri almak, suçluyu yakalamak ve onu adalete teslim etmek isteyecektir, çünkü bunu yapmakla sigortacı masraflarını azaltabilir ve -mağdur ve sigortacısı yerine- suçluyu, zararları ve tazminat bedelini karşılamaya zorlayabilir.


Tam tersine, cebrî tekelci devletler, mağdurları tazmin etmedikleri ve finansman kaynağı olarak vergilendirmeye başvurabildikleri için, suçu önlemek veya yağmalanan malları geri almak ve suçluları yakalamak için çok az teşvike sahiptir veya hiç sahip değildir. Gerçekten de bir suçluyu yakalamayı başarırlarsa, genellikle vergi ödeyen mağduru ve diğer tüm vergi mükelleflerini suçlunun hapsedilmesi için ödeme yapmaya zorlarlar, böylece verilen zararın yanına mağdurun onurunu kırmayı da eklerler.


Özel hukuk toplumlarının, kısıtlanmamış bir öz savunma hakkı ve dolayısıyla yaygınca bireysel silah ve diğer savunma araçları mülkiyeti ile karakterize edildiğini daha önce belirtmiştik. Bu eğilim, sigorta şirketlerinin bu tür toplumlardaki önemli rolü ile daha da güçlenmektedir. Bütün devletler, silahsız birinden vergi toplamanın silahlı bir adamdan toplamaktan daha az tehlikeli olması nedeniyle, tebaalarını silahsızlandırmaya çalışırlar. Serbestçe finanse edilen bir sigorta şirketi, korumanın bir ön koşulu olarak, potansiyel müşterilerin tüm öz savunma araçlarını devretmesini talep ederse, bu, onların gerçek amaçları konusunda derhâl en büyük şüpheyi uyandırır ve çabucak iflas ederler. Sigorta şirketleri, kendi çıkarları için, silahlı müşterileri, özellikle de silahların kullanımı konusunda belirli bir düzeyde eğitim almış olanları, temsil ettikleri düşük riski yansıtan daha düşük prim ödemelerine olanak tanıyarak ödüllendireceklerdir. Tıpkı ev sahiplerinin bir alarm sistemi veya kurulu bir kasası varsa sigortacıların daha az ücret alması gibi, eğitimli bir silah sahibi de daha düşük bir sigorta riski anlamına gelir.


Nihai karar almanın vergiyle finanse edilen tekelcileri olarak devletler, saldırgan davranışlarla ilişkili maliyetleri bahtsız vergi mükelleflerine yansıtabilir. Bu nedenle, devletler doğası gereği saldırgan ve savaş çığırtkanı olmaya, saldırganlık ve savaşla ilgili maliyetleri kendileri üstlenmek zorunda olan öznelerden veya kurumlardan daha yatkındır. Sigorta şirketleri, doğaları gereği agresif kuruluşlardan ziyade savunmacı kuruluşlardır. Bir yandan bu böyledir, çünkü her saldırganlık eylemi maliyetlidir ve saldırgan davranışlarda bulunan bir sigorta şirketi, saldırgan olmayan rakiplere doğruca müşteri kaybı anlamına gelen, nispeten daha yüksek primler ödetmeyi gerektirir.


Öte yandan, akla gelebilecek her “risk”e karşı kendini sigortalamak mümkün değildir. Aksine, kişinin kendisini ancak “kazalara”, yani sigortalının sonuçları üzerinde hiçbir kontrolünün olmadığı ve hiçbir katkıda bulunmadığı risklere karşı sigortalanması mümkündür. Böylece, birinin örneğin ölüm ve yangın riskine karşı kendini sigortalaması mümkündür, ancak intihar etme veya kendi evini yakma riskine karşı kendini sigortalaması mümkün değildir. Benzer şekilde, kişinin ticari başarısızlık, işsizlik veya komşularından hoşlanmama riskine karşı kendini sigortalaması da imkânsızdır, çünkü her durumda kişi söz konusu olaylar üzerinde bir miktar kontrol sahibidir.


En önemlisi, bireysel eylemlerin ve fikirlerin (kazaların aksine) sigortalanamaz olması, kişinin önceki saldırganlığı veya provokasyonundan kaynaklanan zarar riskine karşı da sigortalanmasının imkânsız olduğunu ima eder. Bunun yerine, her sigortacı, müvekkillerinin her türlü saldırganlığını ve provokasyonunu dışlayacak şekilde müşterilerinin eylemlerini kısıtlamalıdır. Yani, suç gibi sosyal felaketlere karşı herhangi bir sigorta, sigortalının, kendisini belirtilen saldırgan olmayan davranış normlarına tâbi tutmasına bağlı olmalıdır. Yeri gelmişken, aynı sebepler ve mali kaygılar nedeniyle, sigortacılar tüm müşterilerinin kendi adaletini kendi sağlama girişimlerinin her türlüsünden (belki de oldukça olağanüstü durumlar hariç) kaçınmasını isteme eğiliminde olacaktır, kanunsuz adalet, haklı olsa bile, her zaman belirsizliğe neden olur ve olası üçüncü taraf müdahalesini kışkırtır. Müvekkillerini, mağdur olduklarını düşündüklerinde düzenli halka açık prosedürlere tâbi olmaya zorlayarak, bu rahatsızlıklardan ve ilgili maliyetlerden büyük ölçüde kaçınılabilir.


Son olarak, vergiyle finanse edilen kurumlar olarak devletler, “yasadışı uyuşturucu” kullanımı, fuhuş veya kumar gibi kurbansız suçların geniş çaplı kovuşturmasıyla meşgul olabilir, ve oluyor da, bu “suçlar”, serbestçe finanse edilen koruma kurumları sistemi içinde hiç veya çok az ilgi çekici olma eğiliminde olacaktır. Bu tür “suçlara” karşı “koruma”, daha yüksek sigorta primleri gerektirecektir, ancak bu “suçlar”, kişilere ve mülke karşı gerçek suçların aksine, mağdur yaratmadığından, çok az insan böyle bir “koruma” için para harcamaya istekli olacaktır.


Son olarak ve en önemlisi, rekabet hâlindeki koruma ve tedbir kurumları sisteminin hukukun gelişimi üzerinde iki kat etkisi olacaktır. Bir taraftan, daha fazla kanun çeşitliliğine izin verecektir. Herkese tek tip standartlar dayatmak (devletçi koşullarda olduğu gibi) yerine, koruma kurumları birbirleriyle sadece fiyat üzerinden değil, aynı zamanda ürün farklılaştırma yoluyla da rekabet edebilirler. Örneğin, her biri gönüllü olarak ödeme yapan müşteriler tarafından sürdürülen, Katolik tedbir acenteleri veya kilise hukukunu uygulayan sigortacılar, Musa kanununu uygulayan Yahudi kurumları, İslam şeriatını uygulayan Müslüman kurumlar ve şu veya bu türden seküler yasaları uygulayan kurumlar bir arada olabilir. Tüketiciler kendilerine ve mallarına uygulanacak hukuku seçebilirler. Hiç kimse “yabancı” yasalara göre yaşamak zorunda kalmayacaktır.


Öte yandan, aynı özel hukuk ve düzen üretimi sistemi, hukukun birleştirilmesine yönelik bir eğilimi de teşvik edecektir. “İç” hukuk -Katolik, Yahudi, Roma, vb.- sadece onu seçenlerin, sigortacının ve aynı sigortacı tarafından aynı kanuna göre sigortalanan diğer kişilerin şahsına ve mülküne uygulanacaktır. Örneğin, kilise kanunu yalnızca Katolik olduğunu iddia edenlere uygulanacak ve yalnızca Katolikler arası çatışma ve çatışma çözümü ile ilgilenecektir. Yine de elbette, bir Katolik’in, örneğin bir Müslüman gibi, başka bir hukuk kuralının abonesi ile çatışmaya girmesi de mümkündür. Her iki kanun da aynı veya benzer bir sonuca vardıysa, herhangi bir zorluk yoktur.


Buna rağmen, rekabet hâlindeki kanunlar (en azından bazı durumlarda olacakları gibi) belirgin şekilde farklı sonuçlara ulaşırsa, bir sorun ortaya çıkar. “İç” (grup içi) hukuk yararsız olacaktır, ancak her sigortalı kişi, gruplar arası olası çatışmalara karşı da koruma isteyecektir. Bu durumda, bir sigortacının ve onun hukuk kurallarının abonelerinin, kararlarını başka bir sigortacı ve onun hukukuna tâbi kılmaları beklenemez. Aksine, ilgili tüm taraflar için, bu çıkmazdan çıkmanın tek bir güvenilir ve kabul edilebilir yolu vardır.


En başından itibaren, her sigortacı, kendisini ve müvekkillerini gerçekten bağımsız bir üçüncü şahıs tarafından uzlaşmaya tâbi tutmak zorunda kalacaktır. Ancak bu şahıs, yalnızca bağımsız bir kişi olmakla kalmayacak, aynı zamanda her iki tarafın da oybirliği ile seçtiği biri olacaktır. Gruplar arası anlaşmazlık durumlarında karşılıklı olarak kabul edilebilir (adil) çözümler bulma konusunda yaygın olarak algılanan yeteneği nedeniyle üzerinde anlaşmaya varılacaktır. Ayrıca, bir arabulucu bu görevde başarısız olursa ve sigortacılardan biri veya müvekkilleri tarafından “haksız” veya “önyargılı” olarak algılanan sonuçlara varırsa, bu kişi veya kurum gelecekte arabulucu olarak seçilmeyecektir.


Özetle, koruma, tedbir ve güvenlik sözleşmeleri ortaya çıkacaktır. Sigortacılar (devletlerin aksine) müşterilerine itinayla belirlenmiş mülk tanımları ve açıkça tanımlanmış görev ve yükümlülükler içeren sözleşmeler teklif edeceklerdir. Aynı şekilde, sigortacılar ve arabulucular arasındaki ilişki de sözleşmeye tâbi olacaktır. Bir sözleşmenin tüm tarafları, sözleşme boyunca veya tamamlanana kadar, sözleşmenin hüküm ve koşullarına bağlı olacaktır; ve bir sözleşmenin hüküm veya koşullarındaki her değişiklik, ilgili tüm tarafların oybirliğiyle onayını gerektirecektir. Yani, özel hukuk toplumunda, devletçi koşulların aksine, hiçbir “yasal mevzuat” olmaz. Hiçbir sigortacının, müşterilerine, nasıl veya hangi fiyattan olduğunu bilmeden ve koruyucu-müvekkil ilişkisinin hüküm ve koşullarını tek taraflı olarak değiştirebileceği konusunda ısrar etmeden, koruma sözü vermesi yanına kalmaz. Sigorta müvekkilleri önemli ölçüde daha iyi bir şey talep edecek ve sigortacılar vaatler ve kaygan zeminli mevzuatlar (ve bu mevzuatları mütemadiyen değiştirme) yerine sözleşmeler ve sabit yasalar sunacaktır.


Ayrıca, çeşitli sigortacı ve arabulucuların sürekli işbirliği sonucunda, mülkiyet ve sözleşme hukukunun birleştirilmesi ve usul, delil ve uyuşmazlıkların çözümü kurallarının uyumlulaştırılması yönünde bir eğilim harekete geçecektir. Koruma sigortası satın alarak, herkes, çatışmayı azaltmak ve güvenliği artırmak için ortak çabayı paylaşacaktır. Dahası, her bir ihtilaf ve hasar tazminat talebi, nerede ve kim tarafından veya kime karşı yapıldığına bakılmaksızın, bir veya daha fazla belirli sigorta acentesinin yetki alanına girecek; ya bireysel bir sigortacının “iç” hukuku ya da bir grup sigortacı tarafından önceden kararlaştırılan “uluslararası” hukuk hükümleri ve prosedürleri tarafından ele alınacaktır.


Böylesi bir sistem, şu anda başvurabileceğimiz herhangi bir güvenlik sisteminden daha bütünlüklü ve mükemmel bir yasal istikrar ve kesinlik sağlayacaktır.


 

Hans-Hermann Hoppe 2 Eylül 1949’da Batı Almanya’nın Peine kentinde doğmuş, Saarbrücken’deki Saarlandes Üniversitesi’nde, Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nde ve Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nde Felsefe, Sosyoloji, Tarih ve Ekonomi alanlarında eğitim görmüştür. 1974’te Felsefe alanında doktorasını ve 1981’de Sosyoloji ve Ekonomi alanlarında Habilitasyon’unu Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli Alman üniversitelerinin yanı sıra Bologna, İtalya’daki Johns Hopkins Üniversitesi Bologna İleri Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde ders vermiştir. 1986 yılında Murray Rothbard’ın yanında çalışmak üzere Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edip Rothbard’ın Ocak 1995’teki vefatına kadar yakın çalışma arkadaşı olarak kalmıştır. Avusturya Okulu’na mensup bir ekonomist ve liberteryen/anarko-kapitalist bir filozof olan Profesör Hans-Hermann Hoppe, Las Vegas Nevada Üniversitesi’nde (UNLV) Emeritus Ekonomi Profesörlüğü’nün ardından Alabama’nın Auburn kentinde bulunan Mises Enstitüsü’nde Seçkin Kıdemli Öğretim Üyeliği, Property and Freedom Society’nin (Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti) kuruculuğu ve başkanlığı, 2005 ve 2009 yılları arasında The Journal of Libertarian Studies’in (Liberteryen Çalışmalar Dergisi) baş editörlüğü ve Royal Horticultural Society’nin (Kraliyet Hortikültür Cemiyeti) ömür boyu üyeliği gibi onur ve unvanlara sahiptir. Profesör Hoppe, ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. Felsefe, ekonomi, tarih, politika ve sosyal bilimler üzerine hem Alman hem de İngiliz dillerinde sayısız makale ve kitabın yazarı olan Profesör Hoppe ile irtibata geçmek için HansHoppe.com’u ziyaret edebilir veya direkt e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, Mises.org’da yayınlanan “The Idea of a Private Law Society” başlıklı makalenin tercümesidir.
186 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page