top of page

Devletin Anatomisi

Murray N. Rothbard - 01.01.1974


Devlet Ne Değildir?

Devlet, neredeyse evrensel olarak, topluma hizmet kurumu addedilir. Bazı teorisyenler devleti toplumun ideal örneği olarak yüceltmekte, bazıları onu toplumsal amaçları gerçekleştirmenin -çoğu zaman etkin olmasa da- uygun bir organizasyonu olarak görmektedir. Ama bunların hemen hepsi, devlete, insanoğlunun amaçlarını gerçekleştirmenin zorunlu bir aracı, “özel sektör”ün karşısında yer alan ve kaynaklara yönelik rekabetten genellikle galip çıkan bir araç olarak bakar. Demokrasinin yükselişiyle birlikte, devletin toplumla özdeşleştirilmesi ikiye katlanmıştır; o kadar ki aklın ve sağduyunun hemen her ilkesini ihlal eden “biz devletiz” gibi duygusal ifadeleri işitmek gayet olağan hâle gelmiştir. Bu çerçevede işe yarayışlı olan “biz” kolektif terimi, siyasî hayatın gerçekliğine ideolojik bir kılıf giydirilmesini mümkün kılmıştır. Eğer “biz devletiz” diyeceksek, devletin bireye yaptığı her şey sadece âdil değil, aynı zamanda o birey bakımından “gönüllü”dür de. Eğer devlet, bir grubun yararına olarak başka bir grubu vergilendirmek yoluyla bedeli ödenmesi kaçınılmaz olan devasa bir kamu borçlanmasına gitmişse, bu külfetin gerçek niteliği “bunu kendimize borçluyuz” demek suretiyle gözlerden saklanır. Eğer devlet bir kişiyi zorla askere alır veya onu muhalif görüşünden dolayı hapse atarsa, o zaman o kişi “onu kendisine yapmakta” olduğundan yanlış hiçbir şey yapılmamış olmaktadır. Bu akıl yürütme tarzına göre, Nazi hükümetinin öldürdüğü hiçbir Yahudi öldürülmüş değildi; onlar aslında “intihar etmiş”lerdi, çünkü onlar demokratik olarak seçilmiş bir hükümet idiler ve dolayısıyla hükümetin onlara yaptığı her şey, kendileri açısından gönüllü idi. Bu noktayı açıkça belirtme gereği duymasa da insanların çok büyük bir kısmı bu safsatayı az veya çok kabul eder.


Öyleyse, üstüne basa basa belirtmeliyiz ki “biz” “devlet’’ değiliz; devlet de “biz” değildir. Devlet halkın çoğunluğunu gerçek anlamda “temsil” de etmez.¹ Ama öyle olsaydı ve halkın %70’i geri kalan %30’u öldürmeye karar verseydi bile, bu yine de boğazlanan azınlığın gönüllü intiharı olmaz, cinayet olurdu.² Hiçbir organizmacı benzetmenin, “hepimiz birbirimizin parçasıyız” gibi hiçbir alâkasız ve nahoş sözün, bu temel gerçeği karartmasına izin verilmemelidir.


Şu hâlde, devlet eğer “biz” değilse, karşılıklı problemleri çözmek için bir araya gelen “insan topluluğu” değilse, bir cemiyet toplantısı veya sosyal kulüp değilse, o zaman nedir devlet? Kısaca, devlet toplumun içinde yer alan ve belli bir toprak üzerinde güç ve şiddet kullanımı konusunda tekel iddiasında bulunan bir örgüttür. Devlet özellikle de gelirini gönüllü katkılardan veya sunduğu hizmetlerin bedelinden değil de zor kullanarak elde eden yegâne örgüttür. Başka bireyler ve kurumlar kendi gelirlerini mal ve hizmet üretimi ve bu mal ve hizmetlerin başkalarına barışçı bir şekilde ve gönüllü satımı yoluyla elde ederken, devlet, kendi gelirini cebir yoluyla, yani hapishane ve silah kullanarak veya bunlarla tehdit ederek elde eder.³ Gelirini elde etmek için güç ve şiddete başvuran devlet, genellikle daha da ileri giderek tek tek vatandaşlarının başka eylemlerine ilişkin olarak da emirler verip düzenlemeler yapar. Yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün devletler hakkındaki basit bir gözlemin bu iddia için yeterli kanıt olduğu, herkesin kabul edeceği bir şeydir.


Devlet Nedir?

İnsan dünyaya çıplak gelmiştir. Doğanın ona verdiği kaynakları alıp onları kendi isteklerinin tatmini ve kendi hayat standardını iyileştirmek için kullanılabilecek kaynaklar biçimine nasıl (örneğin “sermaye”ye yatırım yaparak) dönüştüreceğini öğrenmek için aklını kullanmaya ihtiyaç duyar. İnsanın bunu yapabilmesinin yegâne yolu, aklını ve kaynakları dönüştürme (“üretim”) ve bu ürünleri başkalarının ürettiği ürünlerle mübadele etme enerjisini kullanmaktır. İnsanoğlu, gönüllü ve karşılıklı mübadele yoluyla üretkenliğin, ve böylelikle mübadeleye katılan herkesin hayat standardının müthiş derecede yükselebileceğini keşfetmiştir. Dolayısıyla, insanın varlığını sürdürebilmesinin ve zenginliğe kavuşmasının yegâne “doğal” yolu, aklını ve üretim-ve-mübadele sürecine girmek üzere, enerjisini kullanmasıdır. İnsan bunu, önce doğal kaynakları bulmak ve sonra (Locke’un söylediği gibi, “kendi emeğini katarak”) onları kendi kişisel mülkü hâline dönüştürmek ve sonra da bu mülkü başkalarının aynı şekilde elde edilmiş mülküyle mübadele etmek suretiyle yapar. Bundan dolayı, insan doğasının gereklerinin emrettiği toplumsal yol, “mülkiyet hakları”nın ve bu hakların devrine veya mübadelesine dayanan “serbest piyasa”nın yoludur. Bu yol marifetiyle insanlar kıt kaynaklar üzerinde mücadele etmenin “vahşi” yöntemlerinden nasıl kaçınacaklarını öğrenmişlerdir. Böylece, A’nın bu kaynakları ancak B’nin elinden alarak elde etmesinin yerini, onları barışçı ve uyumlu üretim ve mübadelede yoluyla muazzam miktarlarda çoğaltmak almıştır.


Büyük Alman sosyologu Franz Oppenheimer zenginlik elde etmenin birbiriyle bağdaşmayan iki yolunun olduğunu belirtmiştir: Biri yukarıda işaret ettiğimiz üretim ve mübadele yoludur ki o buna “iktisadî yöntem” demektedir. Öteki yol ise daha basittir: başkasının mal ve hizmetlerine zor ve şiddet yoluyla el koymak. Bu tek taraflı bir müsadere yolu olup, başkalarının mülkünü çalma yöntemidir. Oppenheimer buna zenginlik elde etmenin “siyasî yöntem”i adını vermiştir. Açıktır ki üretimde aklın ve enerjinin barışçı kullanımı insanoğlu için “doğal” olan yoldur; insanın yeryüzünde varlığını devam ettirmesinin ve refahının yolu budur. Yine aynı derecede açıktır ki zora dayanan sömürücü yöntem doğal hukuka aykırıdır; bu yol, üretime katkıda bulunmak yerine onu eksilten asalaklık yoludur. “Siyasî yöntem” üretilenleri asalak ve tahripkâr bir birey veya gruba aktarır; bu aktarım hem üretenlerin sayısını azaltır, hem de üreticinin kendi varlığını sürdürmeye yetecek miktardan fazlasını üretme güdüsünü zayıflatır. Ne var ki uzun vadede, kendi arz kaynağını azaltmak veya ortadan kaldırmak suretiyle, soyguncu kendi varlığını sürdürmenin temelini de tahrip etmektedir. Sadece bu da değil, yağmacı esasen kısa vadede de bir insan olarak kendi sahici doğasına aykırı hareket etmektedir.


Artık “Devlet nedir?” sorusunu daha iyi cevaplayacak bir konuma gelmiş durumdayız. Devlet, Oppenheimer’ın ifadesiyle, “siyasî yöntemin örgütlenmesi;” yani, yağmacı sürecin belli bir ülke üzerinde sistemli hâle getirilmesidir.⁴ Suç arada sırada ortaya çıkar, olacağı kesin değildir; asalaklık ise kısa ömürlüdür ve zora dayanan asalaklığın yolu mağdurların direnişiyle her zaman kesilebilir. Devlet ise özel mülkiyetin yağmalanmasının yasal, düzenli ve sistematik bir kanalını sağlar; o toplumdaki asalak zümreye garantili, güvenli ve nispeten “barışçı” cankurtaran halatı sunar.⁵ Üretim her zaman yağmadan önce geldiğinden, serbest piyasa da devletten önce gelir. Devlet asla bir “toplum sözleşmesi” ile yaratılmış değildir; her zaman fetih ve sömürüyle doğmuştur. Klasik paradigma şudur: Yağmanın süresini uzatmak, onu daha güvenli hâle getirmek ve daha huzurlu bir ortama kavuşmak için, sürekli bir yıllık haraç karşılığında, istila ettiği kabilenin yaşamasına ve üretmesine izin vererek, eskiden beri yaptığı başka bir kabileyi yağmalama ve öldürme işine son veren, istilacı bir kabile.⁶ Bir devletin doğmasının bir yöntemi şu şekilde örneklenebilir: Güney Ruritanya’nın tepelerindeki bir haydut grubu, ülke üzerinde fizikî kontrolü ele geçirmeyi başarır ve sonunda haydutların reisi kendisini “Güney Ruritanya’nın egemen ve bağımsız yönetiminin kralı” ilân eder. Şayet reis ve adamları bu yönetimi bir müddet ayakta tutabilecek güce sahipseler, al sana “ülkeler ailesi”ne katılan yeni bir devlet; eski haydut liderleri de böylece ülkenin hukukî/meşru yöneticilerine dönüşmüş olurlar.


Devlet Kendini Nasıl Devam Ettirir?

Devlet bir kere kurulunca, hâkim grubun veya “sınıf”ın problemi yönetimlerini nasıl sürdürecekleri olur.⁷ Onların modus operandi’si güç olurken, temel ve uzun vadeli problemi ideolojiktir. İşbaşında kalabilmek için, -sadece “demokratik” olan değil- her devlet, tebaasının çoğunluğunun desteğine sahip olmak zorundadır. Belirtilmelidir ki bu desteğin aktif coşku şeklinde olması gerekmez; kaçınılmaz bir tabiat kanununa boyun eğermişçesine pasif bir teslimiyet şeklinde de pekâlâ olabilir. Fakat bu, bir tür onay anlamında, destek olmalıdır; aksi hâlde sonunda azınlıkta olan devlet yöneticilerine halkın çoğunluğunun aktif direnişi daha ağır basabilir. Yağmacılığın üretim fazlasından desteklenmesi zorunlu olduğundan, devleti kuran sınıfın -tam zamanlı bürokrasinin- ülkedeki oldukça küçük bir azınlık olması gerekir. Ancak devlet toplumdaki önemli gruplar arasından elbette müttefikler de satın alabilir. Bundan dolayı, egemenlerin birinci görevi vatandaşların çoğunluğunun aktif veya teslimiyetçi kabulünü⁸ garanti etmektir.⁹


Kuşkusuz, desteği garantilemenin bir yolu, kazanılmış iktisadî çıkarlar yaratmaktır. Bu nedenle, Kral tek başına hüküm süremez; hükmetmek için gerekli olan, devlet cihazının -tam zamanlı bürokrasi, veya yerleşik soyluluk gibi- unsurlarına sahip, hatırı sayılır bir taraftar grubunun da var olması zorunludur.¹⁰ Ancak bu sadece, istekli destekçilerden oluşan bir azınlığı temin eder; devlet yardımları ve başka ayrıcalıklar sağlama yoluyla destek satın alınması bile çoğunluğun rızasını elde etmeye yetmez. Çoğunluğun rızasının temini için, kendi devletlerinin iyi, akla uygun -en azından kaçınılmaz- ve elbette düşünülebilecek başka seçeneklerden daha iyi olduğuna ilişkin ideolojiye çoğunluğun ikna edilmesi gerekir. “Entelektüeller”in hayati toplumsal görevi, bu ideolojinin insanlar arasında teşvik edilmesidir. Çünkü, insan kitleleri kendi fikirlerini yaratmaz veya bağımsız olarak bu fikirlerle düşünmez; aydınlar topluluğunun kabul edip yaydığı fikirleri pasifçe takip ederler. Dolayısıyla aydınlar, toplumdaki “kanaat oluşturucular”dır. Devletin en çaresizce ihtiyaç duyduğu şey de kanaatleri şekillendirmek olduğundan, devlet ile aydınlar arasındaki kadim ittifakın temeli böylece netleşmektedir.


Devletin aydınlara niçin ihtiyacı olduğu açıktır; ancak açık olmayan, aydınların niçin devlete ihtiyaç duyduklarıdır. Basitçe söylemek gerekirse, aydının geçimi serbest piyasada hiçbir zaman garanti değildir; aydının insan kitlelerinin değer ve tercihlerine bağımlı olması kaçınılmazdır; kitlelerin karakteristik özelliği ise genellikle entelektüel meselelere ilgi duymamasıdır. Oysa devlet, entelektüellere devlet aygıtı içinde güvenli ve sürekli bir mevki -ve dolayısıyla güvenli bir gelir ve saygın bir statü- sunmaya heveslidir. Zira entelektüeller, artık bir parçası hâline geldikleri devletin yöneticileri için yerine getirdikleri önemli fonksiyon karşılığında, cömertçe ödüllendirileceklerdir.¹¹


Devletle entelektüeller arasındaki ittifak, 19. yüzyılda Berlin Üniversitesi’ndeki profesörlerin “Hohenzollern Sarayı entelektüel muhafızlığı” kurma iştiyakında sembolleşmişti. Günümüzde, Profesör Wittfogel’ın eski Şark despotizmine ilişkin eleştirel incelemesi hakkında seçkin bir Marksist bilginin ufuk açıcı yorumunu hatırlayalım: “Profesör Wittfogel’ın o kadar sert bir şekilde saldırdığı uygarlık, şairleri ve bilginleri memurlara dönüştürebilen bir uygarlıktı.”¹² Sayısız örnekler arasından, devletin şiddet kullanan ana kolu olan ordunun hizmetindeki¹³ strateji “bilimi”nde son zamanlarda meydana gelen gelişmeleri zikredebilirim. Başka bir saygın kurum da yönetenlerin kendilerinin ve seleflerinin yapıp ettikleri hakkındaki kendi görüşlerini yansıtmaya adanmış olan, resmî tarihçilik veya “saray” tarihçiliğidir.¹⁴


Devletin ve aydınlarının, tebaalarını kendi yönetimlerini desteklemeye ikna ve teşvik eden çok çeşitli argümanlar geliştirilmiştir. Bu argümanların başlıcaları şöyle özetlenebilir: (a) Devlet yöneticileri büyük ve hikmetli adamlardır (onlar “İlâhî hakka dayanarak” yönetirler; insanların seçkinleridir; “bilimsel uzmanlar”dır), iyi fakat sıradan tebaadan çok daha büyük ve bilgedirler; ve (b) Büyük bir devlet tarafından yönetilmek kaçınılmazdır, mutlak olarak zorunludur; devletin varlığı, çökmesi hâlinde ortaya çıkacak tarif edilmez kötülüklerden çok daha iyidir. Kilise ile devletin birliği bu ideolojik aygıtların en eski ve en başarılı olanlarından biridir. Hükümdar ya Tanrı tarafından kutsanmıştı ya da -birçok Doğu despotizminin mutlak yönetimi durumunda- Tanrı’nın kendisiydi; bundan dolayı, onun yönetimine her direniş küfür olurdu. Devletlerin dinsel yanı, halkın desteğini, hatta hükümdarlara tapınmayı sağlamanın temel entelektüel işlevini yerine getiriyordu.¹⁵


Başka bir başarılı araç, alternatif yönetim sistemlerinden veya yönetimin olmamasından kaynaklı korku aşılamaktı. Hâlihazırdaki yöneticilerin, yurttaşların en fazla minnettar olmaları gereken elzem bir hizmetinin, suçlulara ve yağmacılara karşı koruma hizmeti olduğu ileri sürülürdü. Aslında, kendi yağma tekelini korumak için, devlet özel ve sistematik olmayan suçları asgari düzeyde tutmayı önemli görmüş, kendisini koruma konusunda daima kıskanç olmuştur. Öteki devletlerin yöneticilerinden korkmayı aşılamada da devlet son yüzyıllarda özellikle başarılı olmuştur. Dünyanın kara parçaları devletler arasında parsellenmiş olduğundan, devlete ilişkin temel öğretilerden biri, kendisini, yönettiği ülkeyle özdeşleştirmekti. İnsanların çoğu kendi yurtlarını sevme eğiliminde olduğu için, bu yurdun ve onun halkının devletle özdeşleştirilmesi, doğal yurtseverliği devletin bir avantajına dönüştürmenin araçlarından biri olmuştur. Eğer “Ruritanya” “Waldavya”nın saldırısına uğrasa, devletin ve onun aydınlarının ilk işi, Ruritanya halkını bu saldırının yönetici zümreye değil de gerçekte kendilerine yapılmış olduğuna ikna etmek olurdu. Böylelikle, yönetenler arasındaki savaş halklar arasındaki bir savaşa dönüştürülür ve her bir halk, yönetenlerin kendilerini savunduğu sanrısına kapılarak, kendi yöneticilerini savunmaya başlardı. Bu “milliyetçilik” aracı Batı medeniyetinde ancak son yüzyıllarda başarılı olmuştur; halkların, savaşları muhtelif soylu grupları arasında cereyan eden ve kendileriyle ilgisi olmayan çatışmalar olarak gördükleri dönemler fazla uzak değildir.


Devletin yüzyıllar boyunca mahir bir şekilde yararlandığı çok sayıda ideolojik silah bulunmaktadır. Mükemmel bir silahlardan biri de gelenek olmuştur. Bir devlet ne kadar uzun süre ayakta kalmayı başarmışsa, bu silah da o kadar güçlü olmuştur; çünkü o takdirde X Hanedanı veya Y Devleti bunun arkasındaki yüzyıllara dayanan geleneğin görünür ağırlığına sahip olmaktadır.¹⁶ O hâlde, kişinin atalarına tapınması, devletin kadim yöneticilerine tapınmasının mahir bir aracından başka bir şey olmamaktadır. Devlet için en büyük tehlike, bağımsız entelektüel eleştiridir; bu eleştiriyi bastırmanın en iyi yolu, her bağımsız sesi, her şüpheci çıkışı, eleştirenin atalarının hikmetine yaptığı bir saygısızlık olarak yaftalamaktır. Başka bir etkili ideolojik güç bireyi aşağılamak ve bir bütün olarak toplumu yüceltmektir. Çünkü, belli bir yönetim çoğunluğun örtük onayına sahip olduğundan, ona yönelik herhangi bir ideolojik tehdit ancak bir veya birkaç bağımsız düşünceli bireyden kaynaklanabilir. Yeni fikrin, çok nadiren de yeni eleştirel düşüncenin, küçük bir azınlık görüşü olarak ortaya çıkması zorunludur; bundan dolayı devlet, kitlenin görüşlerine karşı çıkan her görüşü alaya almak suretiyle, onu daha başlangıçta engellemek zorundadır. “Yalnızca kardeşlerinizi dinleyin” veya “topluma uyun” sloganları böylece bireysel muhalefeti bastırmanın ideolojik silahları hâline gelir.¹⁷ Bu gibi tedbirler sayesinde, kitleler hiçbir zaman Krallarının çıplak olduğunu öğrenemeyeceklerdir.¹⁸ Devlet için kendi yönetiminin kaçınılmaz görünmesi de önemlidir; o takdirde, onun saltanatından hoşlanılmasa bile, bu pasif bir tutumla karşılanacaktır. Bir yöntem de bireysel irade özgürlüğüne karşıt olarak, tarihsel determinizmi teşvik etmektir. Eğer bizi X Hanedanı yönetiyorsa, bu Tarih’in Amansız Yasaları’nın (veya İlâhî İrade’nin yahut Maddi Üretim Güçleri’nin) böyle emretmiş olmasından ve zavallı bireyler bu kaçınılmaz kaderi değiştirmek için hiçbir şey yapamayacaklarından dolayı böyledir. Aynı şekilde devlet için, tarihle ilgili her türlü komplo teorisinden hiç hazzetmemeyi tebaasına aşılamak da önemlidir; çünkü komplo arayışı tarihsel kötülükler için dürtüler ve sorumluluk isnadı arayışı anlamına gelir. Bununla beraber, devletin veya saldırgan savaşın dayattığı herhangi bir despotluğa şayet devlet yöneticileri değil de esrarengiz veya herkesin idrak edemeyeceği “toplumsal güçler,” veya dünyanın mükemmellikten uzak oluşu sebep olmuşsa, ya da bir şekilde herkes sorumluysa (bir slogan “Hepimiz Katiliz” der), o zaman insanların (halkın) bu gibi kötülüklere öfke duymak veya bunlara karşı çıkmak için hiçbir nedeni olmaz. Ayrıca, “komplo teorileri”ne her saldırı, tebaanın, devletin despotik uygulamalara girişmek için her zaman ileri sürdüğü “cumhurun iyiliği” gerekçelerine inanacak kadar saf hâle gelmesini sağlar. Oysa, bir “komplo teorisi” devletin ideolojik propagandasından halkın kuşku duymasına neden olmak suretiyle, sistemi sarsabilir.


Halkı devletin iradesine bağlamanın başka bir güvenli ve samimi yöntemi de insanlara suçluluk duygusu aşılamaktır. Özel refahtaki her artış “vicdansız açgözlülük,” “maddecilik” veya “aşırı servet’’ olarak; kâr elde etmek “sömürü,” veya “tefecilik” olarak; karşılıklı yarar getiren mübadele ise “bencillik” olarak lanetlenebilir; böylelikle özel sektörden “kamu sektörü”ne daha fazla kaynak aktarılması sağlanmış olur. Suçluluk aşılama, insanları tam da bunu yapmaya daha hazır hâle getirir. Çünkü, tek tek kişiler “bencil tamah”a teslim olurken, devleti yönetenlerin mübadele yöntemini kullanmamaları onların daha yüksek ve asil davalara adandıklarının işareti olarak görülür; başka bir deyişle, asalak yağmacılık, barışçı ve üretken çalışmaya göre ahlâkî ve estetik olarak yüce bir amaç hâline gelir.


Bugünkü daha seküler çağda, devletin ilâhî konumunun yerini yeni bir tanrı almıştır: Bilim. Devlet yönetiminin artık ultrabilimsel olduğu, uzmanların planlamasına dayandığı ilân edilmektedir. Oysa bugün önceki yüzyıllardan daha fazla atıfta bulunulan “akıl,” bireyin sahici aklı ve onun hür iradesini kullanması olmayıp, hâlâ kolektivist ve determinist bir şeydir; hâlâ bütüncül kitlesellik ve pasif tebaanın yöneticileri tarafından cebrî manipülasyonunu ima etmektedir.


Bilimsel jargonun gitgide daha fazla kullanılması, devletin aydınlarının devletin hükümranlığı için gerçeğin üstünü örten gerekçeler uydurmalarına imkân vermiştir ki bunu daha sade bir çağın insanları ancak alay ederek karşılarlardı. Yaptığı soygunu, harcamalarıyla perakende ticareti canlandırmak suretiyle gerçekten de soygunun kurbanlarına yardım ettiğini söyleyerek haklı gösteren bir soyguncu, pek bir taraftar bulamazdı; ama Keynesyen denklemlerle ve “çoğaltan etkisi”ne yapılan etkileyici atıflarla süslenince bu teori ne yazık ki daha ikna edici hâle gelmektedir. Sağduyuya saldırı işte bu şekilde ilerlemekte ve her dönem bu işi kendi tarzında yapmaktadır.


İdeolojik destek kendisi için hayati önem taşıdığından, devlet bu şekilde sürekli olarak halkı “meşruluk”la etkilemeye, faaliyetlerini basit haydutlarınkinden ayrıştırmaya çalışacaktır. Devletin kararlı bir şekilde sağduyuya saldırısı tesadüf değildir; H.L. Mencken’in çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi:


Ortalama insan, başka konulardaki hataları ne olursa olsun, en azından devletin kendisinin ve türdeşlerinin genelinin dışında bir şey olduğunu; onun ayrı, bağımsız ve ancak kısmen kendi kontrolü altında olan düşman bir güç olduğunu ve kendisine büyük zarar verebileceğini açık bir şekilde görür. Devleti yağmalamanın her yerde bir bireyi, hatta bir şirketi yağmalamaktan daha az önemli bir suç olarak görülmesinin hiç önemi yok mudur? ... Bütün bunların arkasında yatan şey, inanıyorum ki devlet ile onun yönettiği halk arasındaki temel karşıtlığın derinden hissedilmesidir. Devlet, bütün halkın ortak işlerini yürütmek üzere seçilmiş olan bir yurttaşlar komitesi olarak değil de, esas itibariyle halkı kendi üyelerinin yararı için sömürmeye adanmış olan, ayrı ve özerk bir tüzel kişilik olarak anlaşılmaktadır. ... Özel bir vatandaş soyulduğunda, saygıdeğer bir insan kendi çabasının ve tasarruflarının meyvelerinden yoksun kalır; buna karşılık devlet soyulduğu zaman olan şey, en kötü ihtimalle, birtakım hırsızların ve asalakların elinde, oynamak için önceden olduğundan daha az para kalmasıdır. Onların bu parayı kazarmış oldukları düşüncesi hiçbir zaman kabul görmemiştir; çoğu duyarlı insan için böyle bir iddia gülünçtür.¹⁹

Devlet Sınırlarını Nasıl Aşar?

Bertrand de Jouvenel’in dirayetle belirttiği gibi, yüzyıllar boyunca insanlar devlet yönetimini frenlemek ve sınırlamak için kavramlar geliştirmişlerdir; ama devlet her defasında entelektüel müttefiklerini kullanarak bu kavramları, kendi karar ve faaliyetlerine eklenen otomatik meşruiyet ve fazilet onaylarına dönüştürmeyi başarmıştır. Başlangıçta, Batı Avrupa’da, ilâhî egemenlik kavramı kralların ancak ilâhî hukuka göre yönetebileceklerini temel alıyordu; ama onlar bu kavramı, her faaliyetleri için otomatik bir ilâhî onaya dönüştürmüşlerdir. Parlamento egemenliği kavramı, mutlak monarşi yönetimi üstünde bir halk freni olarak başlamış, ama parlamentonun her işleminde mutlak egemen olan devletin aslî unsuru sayılmasıyla sonuçlanmıştır. Jouvenel şu sonuca varmıştır:


Egemenlik teorileriyle ilgili olarak birçok yazar bu kısıtlayıcı araçlardan ... biri üstünde çalışmış, ama, sonunda bütün bu teoriler er ya da geç orijinal amacından sapmıştır. Böylece bunlar, iktidara güçlü bir destek -kendisini başarıyla özdeşleştirebileceği görünmez bir egemen- sağlamak suretiyle, onun için sırf birer atlama tahtası olarak işlev görmeye başlamışlardır.²⁰

Aynı şey başka doktrinler için de gerçekleşmiştir: John Locke’da ve Haklar Bildirgesi’nde kabul edilen, bireyin “doğal haklar”ı devletçi bir “iş edinme hakkı” hâline gelmiş; faydacılık da özgürlük lehine bir argüman olmaktan çıkıp, devletin özgürlük ihlallerine direnmeye karşı bir argümana dönüşmüştür, vs.


Elbette devlete sınırlar getirmek yolundaki en önemli teşebbüs olan Haklar Bildirgesi ve Amerikan Anayasası’nın başka kısıtlayıcı yönleri olmuştur; ama burada devlete getirilmiş olan yazılı sınırlamalar, devletin diğer kuvvetlerinden bağımsız olduğu varsayılan yargı tarafından yorumlanacak temel hukuk hâline dönüşmüştür. Bütün Amerikalılar Anayasadaki sınırlamaların son yüzyılda kararlılıkla gevşetilmesi sürecine aşinadırlar. Fakat devletin, bir sınırlama aracı olan yargı denetimini, zamanla devletin faaliyetlerine ideolojik meşruluk kazandırmanın bir aracına dönüştürmüş olduğunu görme konusunda, pek az kişi Profesör Charles Black kadar kavrayışlı olmuştur. Çünkü, yargının “anayasaya aykırılık” kararı devlet iktidarı için güçlü bir fren ise açık veya örtük bir “anayasaya uygunluk” hükmü de devlet yetkisinin gitgide büyümesinin halk tarafından kabul edilmesinin teşviki lehinde güçlü bir silahtır.


Profesör Black analizine, “meşruluk”un her devletin ayakta kalması için hayati bir zorunluluk olduğuna, bu meşruluğun, devletin ve onun faaliyetlerinin çoğunluk tarafından kabul edildiğini gösterdiğine işaret ederek başlamaktadır.²¹ “Devletin üzerine bina edildiği teoriye maddi sınırlamaların dâhil edildiği” Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede, meşruluğun kabulü özellikle problemlidir. Black’e göre, ihtiyaç duyulan, devletin artan yetkilerinin aslında “anayasaya uygun” olduğuna halkı ikna edebileceği bir araçtır. Yargı denetiminin büyük tarihsel işlevi de bu olmuştur.


Black sorunu şöyle ortaya koymaktadır:


[Devlet için] en büyük tehlike, güçle, ataletle veya çekici ve hemen ulaşılabilir bir alternatifin yokluğuyla uzun süre desteklenmiş olmasına rağmen, devletten hoşnutsuzluğun ve zulüm duygusunun halk arasında yayılması ve bizatihi devletin ahlâkî otoritesini yitirmesi tehlikesidir. Sınırlı yetkileri olan bir devlete bağlı olarak yaşayan hemen hemen herkes, er ya da geç kişisel olarak devletin yetkisinin dışında giriştiği veya devlete pozitif olarak yasaklanmış bir faaliyetine maruz kalacaktır. Anayasada zorunlu askere alınma konusunda hiçbir şey bulamasa da kişi zorla askere alınır. ... Devletin, kızına kiminle evlenebileceğini söyleme hakkına sahip olmaması gibi, kendisine ne kadar buğday yetiştirebileceğini söyleme hakkına da sahip olmadığına inanmasına ve bazı saygın hukukçuların da böyle düşündüğünü bilmesine rağmen, bir çiftçiye ne kadar buğday yetiştirebileceği söylenir. Bir adam ne istediğini söylediği için federal hapishaneye gönderilir ve hücresinde ... ezbere “Kongre ifade hürriyetini kısıtlayan hiçbir kanun yapamaz” kuralını mırıldanarak volta atar. ... Bir işadamına, yayık ayranı için ne isteyebileceği, ne istemesi gerektiği söylenir. Tehlike, bu insanların her birinin devletin sınırları kavramını fiilî sınırların göze batacak şekilde çiğnendiği gerçeğiyle karşılaştırması ve devletinin meşrulukla ilgili statüsü hakkındaki aşikâr sonucu çıkarması kadar gerçektir.²²

Devlet bu tehlikeyi, anayasaya uygunluk konusunda nihai kararı verme yetkisine bir organın sahip olması gerektiğini ve bu organın son tahlilde federal hükümetin parçası olması gerektiğini ileri sürmek suretiyle bertaraf eder.²³ Federal yargının görünüşteki bağımsızlığı, onun yaptıklarını halkın büyük kısmı için neredeyse Kutsal Kitap hâline getirmede hayati bir rol oynamış olsa da yargının devlet aygıtının bir parçası olduğu ve yürütme ve yasama kuvvetleri tarafından atandığı da bir gerçektir. Black bunun, devletin “kendi davasının hâkimi” olması demek olduğunu ve dolayısıyla âdil kararlara ulaşmanın temel hukukî ilkesinin ihlal edildiğini kabul etmektedir. O bunun bir alternatifinin de var olmadığını düşünmektedir.²⁴


Black şunu da ilâve etmektedir:


Şu hâlde, problem, devletin kendi davasında hâkim olduğu itirazının gücünü kabul edilebilir asgari düzeye indirecek karar alma araçları geliştirmektir. Bunu yaptıktan sonra ancak, bu itirazın, teorik olarak hâlâ savunulabilir olsa da, pratik olarak gücünü kaybedeceğini ve karar verici kurumun meşrulaştırıcı işleyişinin halkın onayını alabileceğini umabilirsiniz.²⁵

Son tahlilde, Black, devletin kendi davasının ebedî yargıcı olması olgusundan adaletin ve meşruiyetin çıkarılabilmiş olmasını, “bir tür mucize” olarak görmektedir.²⁶


Kendi tezini Yüksek Mahkeme ile New Deal arasındaki meşhur çatışmaya uygulayan Profesör Black, New Deal taraftarı meslektaşlarını yargısal engellemeyi kınamalarındaki yakın görüşlülüklerinden²⁷ [ miyopluklarından] dolayı şiddetle eleştirmektedir:


New Deal ile [Yüksek] Mahkeme’nin hikayesinin standart biçimi, kendi tarzında titiz olsa da yanlış noktayı öne çıkarmaktadır. ... Bu yaklaşım zorluklar üstünde odaklaşmakta ve meselenin bir bütün olarak aldığı şekli neredeyse unutmaktadır. Sonuçta, ... söz konusu engellemeden yirmi dört ay kadar sonra, kanunda veya daha doğrusu üyelerinin kompozisyonunda bir tek değişiklik olmadan, Yüksek Mahkeme New Deal’a ve genel olarak da Amerika’daki yeni devlet anlayışına meşruluk damgası vurmuştur.²⁸

Böylece, Yüksek Mahkeme New Deal’a karşı güçlü anayasal itirazları olan Amerikalıların büyük kısmını susturabilmiştir:


Şüphesiz, herkes tatmin olmuş değildir. Anayasanın laissez-faire’i emrettiği düşüncesi birkaç hayalperest gayretkeşi hâlâ heyecanlandırmaktadır. Ne var ki Kongre’nin ulusal ekonomiyi düzenleme konusunda anayasal yetkiye sahip olduğundan şüphe eden artık çok az kişi vardır... New Deal’a meşruluk verecek Yüksek Mahkeme’den başka hiçbir araca sahip değildik.²⁹

Black’in de kabul ettiği üzere, devlete anayasal sınır getirmede nihai yorum yetkisini Yüksek Mahkeme’ye vermedeki bariz sakatlığı -büyük ölçüde önceden- görmüş olan büyük bir siyasî teorisyen John C. Calhoun idi. Calhoun bu “mucize”den hoşnut değildi, ama o bunun üstünde durmak yerine bu anayasal problemin derin bir analizini yapmayı tercih etti. Disquisition [Soruşturma] adlı eserinde Calhoun devletin böyle bir anayasanın sınırlarını ihlal etme yönünde doğasından kaynaklanan bir eğilime sahip olduğunu göstermiştir:


Yazılı bir anayasanın elbette birçok ve hatırı sayılır avantajı vardır; ama anayasaya dâhil edilmekle korunması amaçlanan şeylere uyulmasını zorlayacak araçları temin etmeden, devletin yetkisini kısıtlamak ve sınırlamak üzere anayasaya hükümler koymakla yetinmenin, büyük ve hâkim tarafı yetkilerini kötüye kullanmaktan alıkoymaya yeteceğini varsaymak büyük bir hata olur. Devletin sahipliğini elinde tutanlar, toplumu korumak için devleti gerekli kılan aynı anayasadan dolayı, anayasanın verdiği yetkilerden yana ve onları sınırlama amaçlı kısıtlamalara karşı olacaklardır. ... Küçük veya daha zayıf olan taraf ise tersine, aksi yönde hareket edecek ve kısıtlamaları hâkim taraf karşısında kendilerinin korunması için hayati göreceklerdir. ... Fakat büyük tarafı bu kısıtlamalara uymaya zorlayabilecekleri hiçbir araca sahip olmadıkları zaman onlara kalan tek çözüm, anayasanın katı yorumlanması olacaktır. ... Buna büyük taraf liberal bir yorumla karşı çıkacaktır. ... Bu durumda, biri devletin yetkilerini daraltmak, diğeri ise onları sonuna kadar genişletmek şeklinde birbirine zıt iki yorum tarzı ortaya çıkacaktır. Fakat, bir taraf devletin bütün gücünü elinde bulundururken, diğer tarafın kendi yorumunu uygulamanın bütün araçlarından yoksun olması durumunda, büyük tarafın liberal yorumuna karşı küçük tarafın katı yorumunun fiilen nasıl bir yararı olabilir? Böylesine eşitsiz bir yarışta sonucun ne olacağı bellidir. Kısıtlamalardan yana olan taraf etkisizleştirilecektir. Yarışmanın sonucu, anayasanın yıkılması ... kısıtlamaların en nihayetinde iptal edilmesi ve devletin sınırsız yetkilere sahip bir niteliğe dönüşmesi olabilir.³⁰

Calhoun’un Anayasayla ilgili analizini takdir eden az sayıda siyaset bilimciden biri Profesör J. Ailen Smith olmuştur. Smith kontroller ve dengeler [checks and balances] mekanizmasının Anayasaya devlet gücünü sınırlamak amacıyla konduğuna, ama aynı Anayasanın, nihai yorumlama yetkisi tekeline sahip bir Yüksek Mahkeme de tesis etmiş olduğuna dikkat çekmiştir. Eğer Federal Hükümet, eyaletlerin bireysel özgürlüğü çiğnemelerini frenlemek üzere yaratılmışsa, Federal gücü kim frenleyecekti? Smith Anayasa’nın denge ve fren sisteminde, devletin hiçbir organına nihai yorumlama yetkisinin verilemeyeceği görüşünün saklı olduğunu ileri sürmüştür: “Halk düşünüyordu ki yeni devletin kendi otoritesinin sınırlarını belirlemesine izin verilemez, çünkü izin verilmesi hâlinde bu Anayasayı değil, devleti en üstün merci hâle getirirdi.”³¹


Calhoun’un öne sürdüğü (ve bu yüzyılda Smith gibi yazarların da destekledikleri) çözüm, meşhur “eşzamanlı çoğunluk” [concurrent majority] doktriniydi. Eğer ülkedeki önemli bir azınlık, özellikle de bir eyalet hükümeti, Federal Hükümetin yetkilerini aştığına ve kendi hakkına tecavüz ettiğine inanırsa, bu yetki kullanımını anayasaya aykırı sayıp veto etmek hakkına sahip olacaktı. Eyalet hükümetlerine uygulandığında, bu teori, bir eyaletin yetki alanı içindeki bir Federal kanunun veya kararın “geçersiz sayılması” [nullification] hakkını doğuruyordu.


Teoride, böyle bir anayasal sistem Federal Hükümetin herhangi bir eyaletin birey haklarına tecavüz etmesini engellerken, eyaletlerin de bireyler üzerindeki aşırı Federal gücü frenlemelerini temin edecekti. Ama, sınırlamalar hâlihazırda olduğundan kuşkusuz daha etkili olmakla beraber, yine de Calhoun’un çözümünde bazı sıkıntılar ve sorunlar vardır. Eğer, esasen, tali grubun kendisiyle ilgili meseleler hakkında haklı olarak bir veto hakkına sahip olması gerekiyorsa, o zaman bu niçin eyaletlerle sınırlı kalsın? Veto yetkisi niçin küçük idari birimlere, şehirlere ve bölgelere de tanınmasın? Ayrıca, çıkarlar sadece bölgesel değildir, aynı zamanda meslekîdir, sosyaldir vs. Fırıncılar, taksi şoförleri ve başka meslekler ne olacaktır? Onlara da kendi hayatları üstünde bir veto yetkisi tanınması gerekmez mi? Bu bizi, “geçersiz kılma” teorisinin, öngördüğü frenleri, bizatihi devlet kurumları ile sınırlı tuttuğu önemli noktasına getirmektedir. Unutmayalım ki federal ve eyalet hükümetleri ve onların kolları hâlâ devlettirler, hâlâ özel vatandaşların çıkarlarından çok, kendi devlet çıkarlarıyla güdülenmektedirler. Calhoun’un sistemini aksi yönde işlemekten, federal zulmü eyalet zulmünü durdurmaya çalıştığı zaman veto ederken, eyaletleri kendi yurttaşlarına zulmetmekten engelleyecek olan nedir? Veya eyaletleri federal zulme muvafakat vermekten alıkoyacak şey nedir? ... Federal hükümetle eyalet hükümetlerini yurttaşları birlikte sömürmek üzere iki taraf için de kârlı ittifaklar oluşturmaktan alıkoyacak olan nedir? Ve hatta eğer özel meslek gruplarına devlette bir tür “fonksiyonel” temsil tanınacaksa, onları kendileri lehine sübvansiyonlar ve başka özel ayrıcalıklar elde etmek için devleti kullanmaktan veya kendi üyeleri üzerinde zorunlu karteller oluşturmaktan, ne alıkoyacaktır?


Kısaca, Calhoun “eşzamanlılık” ile ilgili bu çığır açan teorisini yeterince ileri götürmemekte, bireyin kendisine kadar indirgememektedir. Her şey bir yana, eğer hakları korunması gereken birey ise o zaman tutarlı bir muvafakat (eşzamanlılık) teorisi birey için veto yetkisini, yani bir tür “oybirliği ilkesi”ni de içermeliydi. “[Devleti] herkesin eşzamanlı rızası olmaksızın faaliyet hâlinde tutmanın imkânsız” olması gerektiğini yazdığı zaman, Calhoun galiba tam da böyle bir sonucu ima ediyordu.³² Fakat bu türden spekülasyon bizi konumuzdan uzaklaştırmaya başlar, çünkü bu yola girmeleri hâlinde siyasî sistemleri “Devletler” olarak adlandırmak çok zorlaşır.³³ Çünkü, bir bakıma, tıpkı bir eyaletin iptal hakkının mantıksal olarak onun ayrılma [secession] hakkını ima etmesi gibi, bireyin iptal hakkı da aynı şekilde onun yönetimi altında yaşadığı devletten “ayrılma” hakkını ima ederdi.³⁴


Böylece, yetkilerini, onlara getirilebilecek her türlü sınırlamanın ötesine taşıma konusunda devlet dikkat çekici bir maharet göstermiştir. Kaçınılmaz şekilde, özel sermayeye zorla el koyma yoluyla varlığını sürdürdüğü; genişlemesi de özel bireylere ve özel girişime giderek artan ölçüde tecavüzü zorunlu kıldığı için, devletin tamamen ve doğası gereği antikapitalist olduğunu vurgulamak zorundayız. Bir anlamda, bizim pozisyonumuz, devletin hâlihazırdaki hâkim sınıfın -sözümona kapitalistlerin- “icra komitesi” olduğuna ilişkin Marksist ilkenin tersidir. Aslında Devlet -siyasî yöntemin örgütü- “hâkim sınıf”ı (daha doğrusu, hâkim kastı) oluşturur ve onun kaynağıdır; hakiki özel sermayenin daimî düşmanıdır. Bundan dolayı, de Jouvenel’le birlikte şöyle diyebiliriz:


Ancak kendi zamanlarından başkasını bilmeyenler, binlerce yıldır İktidar’ın davranış tarzı hakkında hiç bilgisi olmayanlar, bu usûlleri [millîleştirme, gelir vergisi vb.] belirli bazı öğretilerin eseri olarak görürler. Gerçekte ise bunlar İktidar’ın olağan ifadeleridir ve mahiyetleri bakımından VIII. Henry’nin manastırları müsadere etmesinden hiç de farklı değildir. Hep aynı ilke işlemektedir: otorite açlığı, kaynaklara susamışlık. Üstelik bu operasyonların hepsinde, ganimet paylaştırıcılarının yüceltilmesi dâhil, hep aynı özellikler vardır. İster sosyalist olsun ister olmasın, İktidar’ın daima kapitalist otoritelerle savaş hâlinde olması ve kapitalistlerin biriktirdikleri zenginliğe el koyması kaçınılmazdır; böyle yapmakla o, kendi tabiatının kanununa uymaktadır.³⁵

Devlet Neden Korkar?

Devlet her şeyden önce kendi iktidarına ve varlığına yönelik temel tehditlerden korkar. Bir devletin ölümü iki şekilde olur: (a) başka bir devletin onu zaptetmesi ile, veya (b) kendi tebaasının onu devirmesiyle; kısaca ya savaşla, ya da devrimle. İki büyük tehdit olan savaş ve devrim, kaçınılmaz olarak devlet yöneticilerini halkın arasında azami propaganda yapmaya teşvik eder. Yukarıda ifade edildiği gibi, aslında kendilerini savundukları inancı üzerinden halkı devletin savunmasına yönlendirmek amacıyla devlet her aracı kullanmak zorundadır. Bu düşüncenin aldatıcılığı, “savunma”yı reddedenlere karşı zorla askere alma yoluna başvurulduğu ve böylece kendileri devletin askerî gücüne zorla katıldıkları zaman aşikâr hâle gelir. Ve tabii ki “kendi” devletlerinin bu işlemine karşı onlara hiçbir “savunma” hakkı tanınmaz.


Savaşta devletin iktidarı en uç noktasına çıkar ve, barış zamanında direnilmesi mümkün olan bir zulmü veya istibdadı, “savunma” ve “olağanüstü durum” sloganları altında halka zorla dayatabilir. Böylece savaş bir devlete birçok yarar sağlar. Esasen her modern savaşın savaşan halklara getirdiği daimî miras, artan devlet külfetleridir. Ayrıca savaş, bir devlete, üzerinde kendi iktidar tekelini yürütebileceği toprakların fethi için cazip fırsatlar sunar. Randolph Bourne “savaş devletin sağlığıdır” diye yazarken elbette haklıydı; ama savaş bir devlete sağlık da getirebilir, ciddi hasar da.³⁶


Devletin esas itibariyle vatandaşlarından ziyade kendisini korumakla ilgilendiği iddiasını şu soruyu sorarak test edebiliriz: Devlet en fazla hangi suç tiplerini takip eder ve cezalandırır; vatandaşlara karşı olanları mı, yoksa kendisine karşı olanları mı? Devletin lügatındaki en ölümcül suçlar, kişilik veya mülkiyet haklarının ihlalleri değildir; hemen hemen her zaman bu suçlar “vatana ihanet,” bir askerin düşman saflarına katılması, askere gitmemek, yıkıcılık veya yıkıcı komplo, yöneticilere suikast ve devlete karşı ekonomik suçlar (örneğin, kalpazanlık, gelir vergisinden kaçınma) gibi devletin kendi rahatına yönelik tehlikelerdir. İkna olmadıysanız, bir polise saldırıda bulunan bir kişinin takibi için harcanan gayretin derecesini, devletin sıradan bir vatandaşa yönelen saldırıya verdiği önemle karşılaştırınız. Ama ne gariptir ki devletin halka karşı kendisini savurmaya açıkça verdiği önceliği, devletin öne sürülen varlık nedeni ile bağdaşmaz bulan insan sayısı çok azdır.³⁷


Devletlerin Birbirleriyle İlişkisi Nasıldır?

Yeryüzünün toprakları farklı devletler arasında bölünmüş olduğundan, devletler arası ilişkilerin bir devletin zaman ve enerjisinin çoğunu alması kaçınılmazdır. Bir devletin doğal eğilimi kendi gücünü genişletmektir; dışa dönük olarak bu genişleme bir coğrafî alanın fethi ile gerçekleşir. Bir toprak parçası devletsiz veya yerleşimsiz olmadığı sürece, böyle bir genişleme farklı devletlerin yöneticileri arasında doğal bir çıkar çatışmasıyla sonuçlanır. Belirli bir anda belirli bir toprak parçası üzerinde sadece tek bir yönetici zümre bir cebir tekeli elde edebilir: X devletinin bir toprak parçası üzerinde tam iktidarı, ancak Y devletinin kovulmasıyla sağlanabilir. Savaş, riskli de olsa, devletlerin sonsuza dek değişmeyen bir eğilimi olacaktır; araya barış dönemlerinin girdiği, devletler arasındaki ittifaklar ve koalisyonların değiştiği, sarsılmaz bir eğilimdir bu.


17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devleti “içsel olarak” sınırlama girişiminin en dikkate değer biçimini anayasacılıkta almış olduğunu gördük. Bunun “dışsal” veya “dış ilişkilerdeki” karşılığı “uluslararası hukuk”un, özellikle de “savaş yasaları”nın ve “tarafsızların hakları”nın gelişmesi idi.³⁸ Uluslararası hukuk başlangıçta tamamen özeldi ve, tüccarların mallarını her yerde koruma ve uyuşmazlıkları çözme ihtiyacından doğmuştu. Deniz hukuku ve Orta Çağ’da farklı ülkelerden tacirler arasındaki ticareti kurallara bağlayan tacir hukuku bunun örnekleriydi. Fakat hükümet etmenin kuralları bile herhangi bir uluslararası süper devlet tarafından konmuş olmayıp, gönüllü olarak ortaya çıkmıştı. “Savaş yasaları”nın hedefi, savaşın tahribatını bizatihi devlet aygıtıyla sınırlamak suretiyle, masum “sivil” halkı savaş sırasında vuku bulabilecek katliam ve imhadan korumaktı. Tarafsızların haklarının geliştirilmesinin amacı ise özel, gayriresmî uluslararası ticareti, hatta “düşman” ülkelerle yapılanı bile, savaşan taraflardan birinin gasp etmesinden korumaktı. Şu hâlde temel amaç, herhangi bir savaşın kapsamını daraltmak ve özellikle de tarafsız ülkelerin, hatta savaşan ülkelerin vatandaşları üzerindeki yıkıcı etkisini sınırlamaktı.


Hukukçu F.J.P. Veale bu “medeni savaş’’ı, 15. yüzyıl İtalyası’nda ana hatlarıyla doğmuş olduğu şekliyle çarpıcı bir biçimde tanımlamaktadır:


Orta Çağ İtalyası’nın zengin şehirlileri ve tüccarları para kazanmak ve askerliğin meşakkat ve tehlikelerini deruhte etmekle çok meşguldüler. Dolayısıyla kendileri için savaşacak olan paralı askerler kiralamak uygulamasını benimsediler ve tutumlu, ciddi kimseler olarak, hizmetlerine artık ihtiyaçları kalmadığında onları hemen işten çıkardılar. Bundan dolayı savaşlar her seferinde yeniden kiralanan ordular tarafından yapıldı. ... İlk defa olarak, askerlik yapmak makul ve nispeten zararsız bir meslek hâlini aldı. Bu dönemin generalleri çok defa tam bir maharetle birbirine karşı tedbirler aldılar, ama birisi üstünlük elde ettiği zaman onun hasmı genellikle ya geri çekilir, veya teslim olurdu. Bir kasabanın veya şehrin ancak direniş gösterdiği zaman yağmalanabileceği kabul edilmiş bir kuraldı; yağmadan muafiyet daima bir fidye veya savaş tazminatı ödemek suretiyle satın alınabilirdi. Bunun doğal bir sonucu olarak, hiçbir şehir sonsuza dek direnmezdi; açıktır ki kendi vatandaşlarını savunmaktan aciz olan bir devlet, vatandaşlarının sadakatini kaybedecekti. Siviller, sadece profesyonel askerlerin ilgilendiği savaşın tehlikelerinden pek korkmak zorunda değildiler.³⁹

18. yüzyıl Avrupası’nda devletin savaşlarından sivillerin neredeyse mutlak olarak ayrı tutulduğuna Nef şöyle dikkat çekmektedir:


Posta haberleşmelerinin bile savaş sırasında uzun süreli olarak kısıtlanması başarılamamıştır. Mektuplar sansürsüz olarak, 20. yüzyıl aklını hayrete düşüren bir özgürlükle dolaşmıştır. ... Savaşan iki ulusun vatandaşları eğer karşılaşmışlarsa birbirleriyle konuşmuşlar ve karşılaşamadıkları zaman da yazışmışlardır, ama düşmanlar olarak değil, dostlar olarak. Herhangi bir düşman ülkenin tebaasının kendi yöneticilerinin savaş fiillerinden kısmen sorumlu oldukları şeklindeki modern anlayış o zaman pek yoktu. Savaşan yöneticilerin de düşmanın tebaasıyla haberleşmeyi durdurma yönünde kesin bir eğilimleri olmamıştır. Dinî ibadet ve inançla ilgili eski araştırmacı casusluk uygulaması ortadan kayboluyordu, siyasî veya iktisadî haberleşmelerle bağlantılı buna benzer hiçbir araştırma da düşünülmemişti bile. Pasaportlar başlangıçta savaş zamanında güvenli seyahat için çıkarılırdı. 18. yüzyılın büyük kısmında, kendi ülkeleri savaşta iken Avrupalılar yabancı bir ülkedeki seyahatlerinden nadiren vazgeçerlerdi.⁴⁰ Ticaretin her iki tarafın da faydasına olduğu giderek daha fazla kabul gördükçe, 18. yüzyılda savaş “düşmanla ticaret”in önemli bir kısmını da telafi etmektedir.⁴¹

Burada devletlerin 20. yüzyılda medenileşmiş savaşın kurallarını ne ölçüde aştıklarını incelemeye gerek yoktur. Modern topyekûn savaş döneminde, toptan imha teknolojisiyle birlikte, savaşı devlet aygıtıyla sınırlı tutma fikri, Birleşik Devletler’in orijinal Anayasasından bile daha garip ve modası geçmiş bir şey olmuştur.


Devletler savaşta olmadıkları zaman, sürtüşmeleri asgariye indirmek için, anlaşmalar çoğu kez zorunluydu. Şaşırtıcı bir şekilde geniş kabul görmüş olan bir görüş de sözde “antlaşmaların kutsallığı”dır. Bu kavram “sözleşmenin kutsallığı”nın karşılığı gibi görülmektedir. Ne var ki bir antlaşma ile sahici bir sözleşme arasında hiçbir ortak nokta yoktur. Bir sözleşme özel mülkiyet haklarını kesin bir biçimde transfer eder. Bir devlet ise ülkesinin gerçek anlamda “sahibi” olmadığından, onun yaptığı anlaşmalar mülkiyet hakkı vermezler. Mesela, Bay Jones kendi arazisini Bay Smith’e satar veya verirse, Jones’un varisi Smith’in varisine meşru olarak başvurup o arazi üzerinde hak iddia edemez; mülkiyet hakkı önceden devredilmiştir. Yaşlı Jones’un sözleşmesi genç Jones’u otomatik olarak bağlar, çünkü yaşlı Jones mülkiyetini önceden devretmiştir, bundan dolayı genç Jones mülkiyete ilişkin hiçbir talepte bulunamaz. Genç Jones sadece yaşlı Jones’tan kendisine miras kalan şey üzerinde hak iddia edebilir ve yaşlı Jones da sadece hâlâ kendisine ait olan mülkiyeti miras olarak bırakabilir. Fakat eğer, belirli bir tarihte, diyelim ki Ruritanya Devleti Waldavya Devleti tarafından ülkesinin bir kısmından vazgeçmeye zorlanır, hatta kendisine rüşvet teklif edilirse, iki ülkenin hükümetlerinin veya sakinlerinin yeniden birleşme iddiasını ebediyen kaybettiklerini iddia etmek saçmadır. İki devletin hiçbiri, Kuzeybatı Ruritanya’nın ne halkının ne de ülkesinin sahibidir. Bunun bir sonucu olarak, bir hükümet daha sonraki bir hükümeti antlaşma yoluyla kesinlikle bağlayamaz. Ruritanya kralını deviren devrimci bir hükümet de aynı şekilde, kralın fiillerinden veya borçlarından zor sorumlu tutulabilir; çünkü bir hükümet -bir çocuğun, kendi atasının varisi olduğu gibi- selefinin mülkünün hakiki “varis”i değildir.


Devlet Gücüyle Toplumsal Güç Arasındaki Bir Yarış Olarak Tarih

Tıpkı, insanlar arasındaki karşılıklı olarak birbirini dışlayan başlıca iki ilişki türünün barışçı işbirliği veya zora dayalı sömürü, üretim veya yağma olması gibi, insanlık tarihi de -özellikle ekonomik tarih- aynı şekilde bu iki ilke arasındaki bir çekişme olarak görülebilir. Bir yanda yaratıcı üretkenlik, barışçı mübadele ve işbirliği vardır; diğer yanda ise bu sosyal ilişkiler üzerinde cebrî dayatma ve yağmacılık. Albert Jay Nock çekişen bu güçleri “toplumsal güç” ve “devlet gücü” olarak adlandırmıştır.⁴² Toplumsal güç insanın tabiat üzerindeki gücüdür; insanın, iştirak eden bütün bireylerin faydasına olarak doğanın kaynaklarını işbirliği yoluyla dönüştürmesi ve onun kanunlarını keşfetmesidir. Toplumsal güç doğa üzerindeki güçtür; insanların karşılıklı mübadele yoluyla gerçekleştirdikleri hayat standartlarıdır. Devlet gücü ise gördüğümüz üzere, cebrî olup insanların üretimine asalakça el konmasıdır; toplumun ürünlerinin üretken olmayan (esasen üretim karşıtı olan) yöneticilerin yararına tüketilmesidir. Toplumsal güç tabiat üzerinde bir güç iken, devlet gücü insan üzerinde bir güçtür. Tarih boyunca, insanın üretken ve yaratıcı güçleri her defasında doğayı insanın yararına dönüştürmenin yeni yollarını bulmuştur. Bunlar, toplumsal gücün devlet gücünü püskürttüğü, devletin topluma tecavüz derecesinin önemli ölçüde azaltıldığı zamanlarda olmuştur. Fakat devlet, kısa veya uzun zaman aralıklarından sonra, toplumsal gücü yeniden kötürümleştirmek ve müsadere etmek için daima bu yeni alanlara girmiştir.⁴³ 17. yüzyıl ile 19. yüzyıl arası dönem, Batı’nın çoğu ülkesinde, nasıl ki toplumsal gücün hızlandığı bir devre, dolayısıyla da özgürlük, barış ve maddi refahtaki artış zamanları olmuşsa, 20. yüzyıl da öncelikle devlet gücünün arayı kapatmakta olduğu bir çağ olmuş ve bunun sonucunda kölelik, savaş ve imhaya geri dönülmüştür.⁴⁴


Bu yüzyılda, insanoğlu bir kere daha devletin -artık insanın yaratıcı güçlerinin meyveleriyle donanmış olan devletin- ölümcül saltanatıyla karşı karşıyadır. Son birkaç yüzyıl, insanların devlete anayasal ve başka türden sınırlamalar getirmeye çalıştıkları zamanlar olmuş, ama başka teşebbüsler gibi bu sınırların da işe yaramadığı görülmüştür. Yüzyıllarca, çok sayıda hükümet şekilleri uygulanmış, fikirler ve kurumlar denenmiş, ama bunların hiçbiri devletin kontrol altında tutulmasını başaramamıştır. Devlet problemi, açıktır ki ebediyen çözümsüz kalacaktır. Devlet sorununun eğer ulaşılabilir, başarılı bir nihai çözümü bulunmak isteniyorsa, belki de yeni araştırma yollarının keşfedilmesi gerekecektir.⁴⁵


Dipnotlar:

1. Burada, “demokrasi”nin birçok problemini ve yanıltıcı yönlerini açıklayamayız. Onun için, şu kadarını söylemek yeter ki bir bireyin sahici temsilcisi dairna onun emirlerine tâbidir, her an azledilebilir ve efendisinin çıkarlarının veya arzularının aksine hareket edemez. Açıktır ki bir demokraside “temsilci” hiçbir zaman bu gibi temsilcilik işlevlerini göremez; oysa bu özgürlükçü bir toplumla uyuşan tek anlayıştır

2. Sosyal demokratlar, genellikle, demokrasinin -çoğunluk tercihinin- mantıken çoğunluğun azınlığa belirli özgürlükleri tanıması gerektiğini, çünkü azınlığın bir gün çoğunluk olabileceğini tazammun ettiği şeklinde karşılık verirler. Diğer kusurları bir yana, bu argüman azınlığın çoğunluk olamayacağı yerlerde -çoğunluktan farklı olan bir ırkın veya etnik grubun durumunda olduğu gibi- geçerli değildir.

3. Joseph A. Schumpeter, Capitalism, Socialism, and Democracy (New York: Harper and Bros., 1942), s. 198:

Özel alan ile kamusal alan arasındaki çekişme ve karşıtlığın şiddeti, önce Devletin özel alanda özel amaçlar için üretilen ve siyasî güç tarafından bu amaçlardan saptırılan bir gelire dayanarak yaşamakta olduğu... gerçeğinden dolayı artmaktadır. Vergileri kulüp aidatlarına veya sözgelişi bir doktorun sunduğu hizmeti satın almaya benzeten teori, sosyal bilimlerin bu bölümünün zihnin bilimsel alışkanlıklarından ne kadar uzaklaştırıldığını göstermekten başka bir şey yapmamaktadır.

Ayrıca bkz. Murray N. Rothbard, “The Fallacy of the ‘Public Sector’”, New Individualist Review, Summer 1961, 3vd. [Eşitlikçilik: Doğaya Karşı İsyan içindeki altıncı makale. ç.n.]

4. Franz Oppenheimer, The State (New York: Vanguard Press, 1926), ss. 24-27:

... İnsanın kendi arzularını tatmin etmesinin zorunlu araçlarını elde etmesini sağlayan ve devamlılık gerektiren, birbirine büsbütün zıt iki araç vardır. Bunlar çalışma ve soygunculuktur; ... yani, bir yanda birinin kendi emeği, diğer yanda başkalarının emeğine zorla el koyma ... Aşağıdaki tartışmada, birinin kendi emeğine ve başkalarının emeği ile kendi emeğini mübadele etmesine, ihtiyacı tatmin etmenin “iktisadî yöntemi”, buna karşılık, başkalarının emeğine karşılıksız el konulmasına ise “siyasî yöntem” diyeceğim. ... Devlet siyasî yöntemin bir örgütüdür. Dolayısıyla, ihtiyaçların tatmini için belirli miktarda nesne iktisadî yoldan yaratılmadığı sürece, nesnelere savaş benzeri bir soygunculuk yöntemiyle el koyabilen hiçbir devlet vücut bulamaz.

5. Albert Jay Nock oldukça açık bir şekilde şöyle yazmıştı:

Devlet suç işleme tekelini elinde tutar ve uygular. ... O, bireysel cinayeti yasaklarken kendisi muazzam bir ölçekte cinayeti organize eder. Bireysel hırsızlığı yasaklar ama kendisi, ister vatandaşın isterse yabancının mülkiyeti olsun, istediği her şeye vicdansızca el koyar.

Nock, On Doing the Right Thing, and Other Essays (New York: Harper and Bros., 1929), s. 143; aktaran Jack Schwartzman, “Albert Jay Nock-A Superfluous Man,” Faith and Freedom, December 1953, s. 11.

6. Oppenheimer, The State, s. 15:

Öyleyse, sosyolojik bir kavram olarak devlet nedir? Devlet, başlangıcı itibariyle ... galipler tarafından mağluplar üzerinde zorla kurulan ve yegâne amacı bir grup galibin bir grup mağlup üzerindeki hâkimiyetini tesis etmek ve içeriden gelebilecek isyana ve dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı kendisini güvence altına almak olan bir kurumdur. Bu hâkimiyetin, mağluplann galipler tarafından iktisaden sömürülmesinden başka bir amacı yoktur.

De Jouvenel de şöyle yazmıştı: “Devlet özü itibariyle, küçük, uzak toplumlar üzerine zorla hâkimiyet kuran bir eşkiya takımının elde ettiği başarıların sonucudur.” Bertrand de Jouvenal, On Power (New York: Viking Presse, 1949), ss. 100-101.

7. Devlet tarafından zora dayanarak verilen veya dayatılan ayrıcalıklar veya külfetlere sahip bir grup olarak “kast” ile, Marksist toplumsal “sınıf” kavramı arasındaki can alıcı ayrım hakkında bkz. Ludwig von Mises, Theory and History (New Haven, Conn.: Yale University Press, 1957), ss. 112vd.

8. Böyle bir kabul, şüphesiz, devlet yönetiminin “gönüllü” olduğu anlamına gelmez; çünkü çoğunluk desteği aktif ve istekli olsa bile, bu destek her bireyin oybirliğine dayanmaz.

9. Bireyler üzerinde ne kadar “diktatöryel” olursa olsun, her hükümetin/devletin böyle bir desteği sağlamak zorunda olduğu Étienne de la Boétie, David Hume ve Ludwig von Mises gibi çaplı siyaset teorisyenleri tarafından kanıtlanmıştır. Krş: David Hume, “Of the First Principles of Government”', Essays, Literary, Moral and Political (London: Ward, Locke, and Taylor, tarihsiz) içinde, s. 23; Étienne de la Boétie, Anti-Dictator (New York: Columbia University Press, 1942), ss. 8-9; Ludwig von Mises, Human Action (Auburn, Ala.: Mises Institute, 1998), ss. 188vd. Étienne de la Boétie’nin devletin tahliline yaptığı katkı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Oscar Jaszi and John D. Lewis, Against the Tyrant (Glencoe, Ill.: The Free Press, 1957), ss. 55-57.

10. Étienne de la Boétie, Anti-Dictator, ss. 34-44:

Her ne zaman bir yönetici kendisini diktatör hâline getirse... yakıcı bir ihtirasın veya olağandışı bir tamahın yoldan çıkardığı herkes onun etrafında toplanır ve yağmadan pay alabilmek ve büyük zorbaya bağlı küçük şefler olabilmek için onu destekler.

11. Bu kesinlikle bütün entelektüellerin devletle ittifak yaptıkları anlamına gelmez. Entelektüellerle devletin ittifakının bazı yönleri hakkında bkz. Bertrand de Jouvenal, “The Attitude of the Intellectuals to the Market Society”, The Owl (January, 1951): ss. 19-27; aynı yazar, “The Treatment of Capitalism by Continental Intellectuals,” F.A. Hayek, ed., Capitalism and the Historians (Chicago: University of Chicago Press, 1954) içinde, ss. 93-123; George B. De Huszar, The Intellectuals (Glencoe, Ill.: The Free Press, 1960), ss. 385-399; ve Schumpeter, Imperialism and Social Classes (New York: Meridian Books, 1975), ss. 55.

12. Joseph Needham, “Review of Karl A. Wittfogel, Oriental Despotism,” Science and Society (1958): s. 65. Needham ayrıca şunu da belirtir: “Birbirini izleyen (Çin) imparatorları tarih boyunca fevkalâde insaniyetçi ve menfaat gözetmeyen bilim adamlarının dostluğundan istifade etmişlerdir.” (s. 61). Wittfogel hâkim sınıfın haşmetinin onun centilmen bürokrat-bilim adamlarına dayandığına, halk kitlesine emir veren profesyonel yöneticilere bağlı olduğuna ilişkin Konfüçyüsçü doktrini hatırlatmaktadır. Karl A. Wittfogel, Oriental Despotism (New Haven, Conn.: Yale University Press, 1957), ss. 320-21 ve muhtelif yerler. Needham’ınkine zıt bir tutum için bkz. John Lukacs, “Intellectual Class or Intellectual Profession?”, de Huszar, The Intellectuals içinde, ss. 521-522.

13. Jeanne Ribs, “The War Plotters,” Liberation (August 1961): s. 13. “Stratejistler kendi mesleklerinin ‘askerlik mesleğinin akademik karşılığı payesi’ni hak ettiğinde ısrar ederler.” Ayrıca bkz. Marcus Raskin, “The Megadeath Intellectuals,” New York Review of Books (November 14, 1963): ss. 6-7.

14. Nitekim, tarihçi Conyers Read, başkanlık konuşmasında, tarihî gerçeğin “demokratik” ve ulusal değerlerin hatırına örtbas edilmesini savunmuştur. Read “topyekûn savaşın, ister sıcak isterse soğuk olsun, herkesi içine aldığını ve kendi rolünü oynamaya çağırdığını” ilân etmiştir. Read, “The Social Responsibilities of the Historian,” American Historical Review (1951): s. 283vd. Read’in ve saray tarihçiliğinin başka yönlerinin eleştirisi için bkz. Howard K. Beale, “The Professional Historian: His Theory and Practice,” The Pacific Historical Review (Ağustos 1953): ss. 227-255. Ayrıca krş. Herbert Butterfield, “Offıcial History: Its Pitfalls and Criteria,” History and Human Relations (New York: Macmillan, 1952), ss. 224, ve Harry Elmer Barnes, The Court Historians Versus Revisionism (tarihsiz), ss. 2vd.

15. Krş. Wittfogel, Oriental Despotism, ss. 87-100. Kadim Çin’de ve Japonya’da din ile devletin çatışan rolleri hakkında bkz. Norman Jacobs, The Origin of Modem Capitalism and Eastern Asia (Hong Kong: Hong Kong University Press, 1958), ss. 161-194.

16. Bertrand de Jouvenal, On Power, s. 22:

İtaatin temel nedeni, onun türlerin bir alışkanlığı hâline gelmiş olmasıdır. ... İktidar bizim için doğanın bir gerçeğidir. Yazılı tarihin en başından beri o her zaman insanların kaderine hâkim olmuştur ... eski zamanlarda (toplumları) yöneten otoriteler kendi imtiyazlarını seleflerine miras bırakmadan veya insanların zihinlerinde etkileri birikerek çoğalan izler bırakmadan ortadan kalkmamışlardır. Yüzyıllar geçtikçe aynı toplumu yöneten birbirini izleyen hükümetlere, sürekli olarak yeni ilâvelerle büyüyen tek bir hükümet olarak da bakılabilir.

17. Çin’de dinin bu gibi kullanımları hakkında bkz. Norman Jacobs, The Origin of Modem Capitalism and Eastern Asia, çeşitli sayfalar.

18. H.L. Mencken, A Mencken Chrestomathy (New York: Knopf, 1949), s. 145:

Her hükümet orijinal bir fikrin potansiyel değişme ve dolayısıyla kendisinin imtiyazlarına saldırı demek olduğunu görebilir. Her devlet için en tehlikeli insan, yaygın hurafeler ve tabulardan bağımsız olarak şeyleri kendisi başına düşünüp sonuçlar çıkarabilen insandır. Böyle bir kişi neredeyse kaçınılmaz olarak yönetimi altında bulunduğu devletin dürüst olmadığı, çılgın ve müsamahasız olduğu sonucuna ulaşacak ve böylece o, eğer romantik ise, onu değiştirmeye çalışacaktır. Kişisel olarak romantik olmasa bile, öyle olanlar arasında hoşnutsuzluğu yaymaya çok yatkın olacaktır.

19. Aynı yerde, ss. 146-147.

20. Bertrand de Jouvenal, On Power, ss. 27vd.

21. Charles L. Black. Jr., The People and the Court (New York: Macmillan, 1960), ss. 35vd.

22. Aynı yerde, ss. 42-43.

23. Aynı yerde, s. 52: [Yüksek] Mahkeme’nin birinci ve en gerekli işlevi geçersiz kılma değil, geçerli kılma olmuştur. Sınırlı yetkilere sahip bir devletin ihtiyaç duyduğu şey, başlangıçta ve daima, kendi yetkilerinin sınırları içinde kalmak için insanî olarak mümkün olan bütün adımları attığına halkı ikna etmenin bir yoludur. Bu onun meşruluk şartıdır; meşruluk ise uzun vadede onun varlığını sürdürmesinin şartıdır. Mahkeme, tarihi boyunca devletin meşrulaştırılmasına hizmet etmiştir.

24. Black’a göre, bu “çözüm” kendi içinde çelişkili olsa da, iyi ki apaçıktır:

Devletin nihai gücü ... hukukun onu durdurduğu yerde durmak zorundadır. Peki, en güçlü iktidara karşı bu sınırı koyacak ve durdurmayı empoze edecek olan kimdir? Niçin, yargıçları ve yasalarıyla, devletin kendisi olsun ki? Ilımlı olanın denetleyicisi kimdir? Makul olanı kim öğretir? (Aynı yerde, ss. 32-33.)

Yine:

Egemen bir ulusta yönetme iktidarıyla ilgili sorunlar söz konusu olduğunda, devletin dışında bir hakem seçmek mümkün değildir. Her ulusal devlet, devlet olduğu sürece, kendi yetkisi hakkında son sözü söyleyebilir. (Aynı yerde, ss. 48-49.)

25. Aynı yerde, s. 49.

26. Devlete bu şekilde mucizeviliğin atfedilmesi, James Burnham’ın devleti mistisizm ve akıldışılıkla meşrulaştırmasının kalıntısıdır:

Kadim zamanlarda, bilimle ilgili yanılsamaların geleneksel bilgeliği bozmasından önce, şehirlerin kurucularının tanrılar veya yarı tanrılar oldukları düşünülüyordu. ... Devletin ne kaynağı ne de meşruluğu büsbütün akılcı olarak açıklanabilirdi. ... Meşruluğun irsi, demokratik veya başka bir esasını niçin kabul etmem gereksin? Şu insanın benim üzerimdeki hâkimiyetini bir ilke niçin meşru göstersin? ... İlkeyi kabul ediyorum, tamam .... çünkü, işte öyle; çünkü bu iş böyledir ve her zaman da böyle olmuştur.

James Burnham, Congress and the American Tradition (Chicago: Regnery, 1959), ss. 3-8. Fakat ya birisi bu ilkeyi kabul etmezse ne olacaktır? O zaman “yöntem” ne olacaktır?

27. Türkçe’de yaygın kullanılmamakla birlikte, “short-sightedness” kavramının doğru karşılığı bu olup, uzak görüşlülüğün zıddı, yakına odaklanma; gelecek hakkında uygun veya isabetli yargıda bulunamama anlamına gelmektedir. Türkçe’de daha yaygın olarak “miyopluk” şeklinde ifade edilmektedir. (ç.n.)

28. Black, The People and the Court, s. 64.

29. Aynı yerde, s. 65.

30. John C. Calhoun, A Disquisition on Government (New York: Liberal Arts Press, 1 953 ), ss. 25-27. Krş. Murray N. Rothbard, “Conservatism and Freedom: A Libertarian Comment,” Modern Age (Spring, 1961): s. 219.

31. J. Allen Smith, The Growth and Decadence of Constitutional Government (New York: Hem-y Holt, 1930), s. 88. Smith ilâve ediyor:

Anayasanın bir hükmünün bir devlet organının yetkilerini sınırlamaya yönelik olduğu yerde, eğer onun yorumu ve uygulanması bizatihi sınırlamak istediği makamlara bırakılmışsa, bu hükmün fiilen geçersizleştirilebileceği aşikârdır. Açıktır ki sağduyu, devletin hiçbir organının kendi yetkilerini belirleyebilir olmamasını gerektirirdi.

Şüphesiz, sağduyu ve “mucizeler” devlet hakkında çok farklı görüşleri öngörürler (s. 87).

32. Calhoun, A Disquisition on Government, ss. 20-21.

33. Son zamanlarda, oybirliği ilkesi, özellikle Profesör James Buchanan’ın yazılarında son derece sulandırılmış bir diriliş yaşamıştır. Ne var ki, oybirliğini hâlihazırdaki duruma enjekte etmek ve onu mevcut kanunlara değil de sadece statükodaki değişikliklere uygulamak, ancak bir sınırlama kavramının devlet için başka bir onaylayıcıya dönüşmesiyle sonuçlanabilir. Eğer oybirliği ilkesi sadece kanunlardaki ve kararnâmelerdeki değişikliklere uygulanacaksa, o zaman başlangıçtaki “menşe meselesi”nin mahiyeti bütünüyle değişikliğe uğrar. Krş. James Buchanan & Gordon Tullock, The Calculus of Consent (Ann Arbor: University of Michigan Press, 1962), ve çeşitli sayfalar.

34. Krş. Herbert Spencer, “The Right to Ignore the State,” Social Statics (New York: D. Appleton, 1890) içinde, ss. 229-239.

35. Bertrand de Jouvenal, On Power, s. 171.

36. Gördük ki Devlet için asıl olan entelektüellerin desteğidir ve bu onların iki zeki tehdidine karşı desteği içine alır. Nitekim, Arnerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na girişinde Amerikan entelektüellerinin rolü hakkında bkz. Randolph Bourne, “The War and the Intellectuals,” The History of a Literary Radical and Other Papers (New York: S.A. Russell, 1956), ss. 205-22. Bourne’un ifade ettiği gibi, devlet faaliyetleri için destek kazanmada entelektüellerin kullandığı ortak yöntem, her tartışmayı temel devlet siyasetinin sınırları içine yerleştirmek ve bu temel çerçevenin esaslı veya toptan eleştirisini caydırmaktır.

37. Mencken’in o emsalsiz tarzıyla ortaya koyduğu gibi: Bu çete (“devleti oluşturan sömürücüler”) cezalandırılmadan neredeyse tümüyle muaftır. Onun en kötü zorbalıklarında, doğrudan doğruya özel kâr için olanlarında bile, bizim kanunlarımıza tâbi hiçbir ceza taşımazlar. Cumhuriyetin ilk günlerinden beri, onun üyelerinin en fazla birkaç düzinesi görevden uzaklaştırılmış ve sadece birkaç önemsiz mensubu hapse gönderilmiştir. Devletin zorbalıklarına karşı çıkmak için Atlanta’da ve Leavenworth’te oturan [hapishanedeki, ç.n.] kişilerin sayısı her zaman, kendi kazançları uğruna vergi mükelleflerine baskı yaptığı için mahkûm edilen devlet memurlarının sayısından on kat daha büyük olmuştur. (Mencken, A Mencken Chrestomathy, ss. 147-48) Özgürlüğünün kendi “koruyucuları” tarafından ihlaline karşı bireyin korunmasızlığının canlı ve eğlenceli bir tasviri için bkz. H.L. Mencken, “The Nature of Liberty,” Prejudices: A Selection (New York: Vintage Books, 1958), ss. 138-43.

38. Bunun, “kolektif güvenlik” gibi kavramlar aracılığıyla savaşın kapsamını genişletmek konusuna vurgu yapan modern uluslararası hukuktan ayrı tutulması gerekir.

39. F.J.P. Veale, Advance to Barbarism (Appleton, Wis.: C.C. Nelson, 1953), s. 63. Bunun gibi, Avusturya’ya karşı Fransa, İspanya ve Sardunya arasında İtalya’da cereyan eden Don Carlos Savaşı hakkında Profesör Nef şöyle yazmaktadır: Milan’ın müttefikler tarafından kuşatılmasında ve haftalar sonra Parma’da ... rakip ordular şehrin dışında şiddetli bir muharebede karşı karşıya geldiler. Şu veya bu tarafça teşvik edilen yöre sakinlerinin hiçbir tarafa sempatileri yoktu. Onların yegâne korkusu ordulardan birinin askerlerinin şehrin kapılarından içeri girip yağma yapmaları idi. Korkulan gerçekleşmedi. Parma’da şehir sakinleri uzaktaki açık alanda cereyan eden muharebeyi seyretmek için şehrin duvarlarına koştular. (John U. Nef, War and Human Progress [Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1950], s. 158. Ayrıca krş. Hoffman Nickerson, Can We Limit War? [New York: Frederick A. Stoke, 1934])

40. John U. Nef, War and Human Progress, s. 162.

41. Aynı yerde, s. 161. Amerikan Devrimi’nin liderlerinin düşmanla ticaret yapmayı savunması hakkında bkz. Joseph Dorfman, The Economic Mind in American Civilization (New York: Viking Press, 1946), cilt. 1, ss. 2 10-11.

42. Devlet iktidarı ve toplumsal iktidar kavramları hakkında bkz. Albert J. Nock, Our Enemy the State (Caldwell, Idaho: Caxton Printers, 1946). Ayrıca bkz. Nock, Memoirs of a Superfluous Man (New York: Harpers, 1943 ), ve Frank Chodorov, The Rise and Fall of Society (New York: Devin-Adair, 1959).

43. Genişleme veya daralma şeklindeki sürekli gidiş-gelişin ortasında, devlet daima ekonominin ve toplumun belirli hayati “komuta mevkileri”ni ele geçirip muhafaza ettiğinden emin olur. Şiddet tekeli, nihai yargısal güç tekeli, haberleşme ve ulaştırma kanalları (posta hizmeti, karayolları, hava yolları), Şark despotizmlerinde su kaynakları, ve -müstakbel vatandaşlarının kanaatlerini şekillendirmek için- eğitim de bu komuta mevkilerinin arasındadır. Modern ekonomide para da hayati bir komuta mevkiidir.

44. Bu asalakça “ele geçirme” süreci, sosyalizmin, kapitalizmde önceden biriktirilmiş sermayeye el koyması suretiyle tesis edilmesinin zorunlu olduğunu itiraf etmiş olan Karl Marx tarafından neredeyse açıkça ilân edilmiştir.

45. Elbette, böyle bir çözümün kaçınılmaz bir unsuru entelektüelle devletin ittifakının, devlet gücünden bağımsız olacak entelektüel araştırma ve eğitim merkezlerinin kurulması yoluyla çözülmesi olmak zorundadır. Christopher Dawson, Rönesans ve Aydınlanma’nın büyük entelektüel hareketlerinin, yerleşik üniversitelerin dışında ve bazen de onlara karşı çalışmak suretiyle gerçekleştirildiklerini belirtmektedir. Bu yeni fikirlerin akademik ortamı bağımsız hamiler tarafından kurulmuşlardı. Bkz. Christopher Dawson, The Crisis of Western Education (New York: Sheed and Ward, 1961).


 

Murray Newton Rothbard, 2 Mart 1926’da New York’ta doğmuş ve 7 Ocak 1995’te aynı şehirde hayatını kaybetmiş bir Amerikan ekonomist, tarihçi, filozof, yazar, hukuk ve siyaset teorisyenidir. Özellikle Anarko-kapitalizm felsefesini harmanladığı Avusturya İktisat Okulu ile ilişkilendirilir. Rothbard, Ludwig von Mises’in en önde gelen öğrencisi olarak Avusturya İktisat Okulu’nun üçüncü jenerasyonunun da başını çekmiş ve Mises’in öğretilerine sadık kalarak, serbest piyasa ekonomisi, bireysel özgürlük ve devletsizlik gibi temel etik ilkelere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Rothbard, Mises’in magnum opus’u olan Human Action (İnsan Eylemi) adlı eserindeki fikriyatı genişlettiği 1962 tarihli Man, Economy, and State (İnsan, İktisat ve Devlet) adlı eseriyle Avusturya İktisat Okulu’nun fikirlerini daha geniş kitlelere tanıtmıştır. Bu eserinin içine daha sonra kattığı Power and Market (İktidar ve Piyasa) adlı kapsamlı ek ile Anarko-kapitalizmin felsefî temellerini kurmuştur. Rothbard, bu kitapta, piyasanın her türlü faaliyeti barışçıl ve sorunsuz yönetebileceğini ve devletin müdahalesinin, hatta salt varlığının piyasanın işleyişini bozduğunu savunmuştur. Ayrıca Rothbard, ABD’deki Liberteryen Parti’nin kurucuları arasındaydı ve birçok kesimden insanı etkileyerek liberteryenizme kazandırdı. Ancak, Rothbard’ın felsefesi ve özellikle Anarko-kapitalizm yaklaşımı, eleştirmenleri tarafından radikal ve uygulanamaz olarak nitelendirilmiştir. Yine de Rothbard’ın radikalizmi, onun temel felsefesi olan özgürlükçü düşüncenin sonuçlarından kaynaklanmaktaydı ve özgürlükçü bir düzenin ancak radikal bir şekilde uygulanmasıyla gerçekleşebileceğine inanmaktaydı. En önemli çalışmalarından olan “Anatomy of the State” (“Devletin Anatomisi”) adlı makalesinde de belirttiği üzere devletin özgürlüklere müdahalesini sınırlandırmak için sadece belirli düzenlemeler yapmak yeterli değildi; devletin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Nitekim devletin varlığı bile özgürlükleri sınırlandırmak ve gasp etmek anlamına geliyordu.

Çevirmen: Mustafa Acar

Editör: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, ilk olarak Egalitarianism as a Revolt Against Nature, and Other Essays’de yayınlanmış ve daha sonra Mises.org sitesinin yeniden düzenleyerek alıntıladığı “Anatomy of the State” adlı makalenin tercümesidir.
346 görüntüleme0 yorum
bottom of page